"a"nın üzerinde bir şapka. tıpkı "cânım" gibi.
rüzgâr çıksa uçacak gibi.
şu an masamda duruyor. okunacak.
*
iki bin dokuz yazı. aylak adımlarla beyazıt'tan sultan ahmet'e doğru iniyorum. tramvay hattı boyunca yürüyüp gülhane parkı'nın deniz köşesindeki çay bahçesine gitmek niyetindeyim. cihangir câmii'nin avlusundan sonra istanbul'da en çok sevdiğim yer.
adımlarım aylak, zamandan bol bir şeyim yok. türk edebiyatı vakfı'na ev sahipliği yapan binaya girdim. giriş kattaki satış bölümünde kitaplara, derginin yeni ve eski sayılarına göz atıyorum. "nazan bekiroğlu: mücellâ" uyarı-notu düşülmüş haziran sayısını adeta kaptım. param olmasaydı bile çalardım.
beşir ayvazoğlu'nun çok yerinde bir tercihle, malik aksel'in ev içlerine hapsolmuş pencere önü kadınlarını anlatan, "bir evin tenhalığında bir başına oturan genç kız"lı resimleriyle* süslediği öyküyü bazan boğazı yırtan gemileri bazan gökyüzüne asılı bulutları seyrederek üst üste bir kaç defa okudum.
lâ:sonsuzluk hecesi'nden yeni çıkmıştık. bu öykü ise hem konu hem tarz olarak başka bir dünyaya kapı aralıyordu. yazdıkları en başından bu yana postmodern anlatının sularında yol alan yazarın, ilk defa klasik anlatıya bu kadar yaklaştığını görmüştüm: orta yeri...
bu yer daha sonra nar ağacı'na giden yolun başlangıcına dönüştü.
*
gün geldi gece yarısı telefonlarında sevgilime de okudum. hikâyeyi bu defa onun aynasında seyrettim. evet, muhteşemdi. keşke o okumaları kaydedebileceğimiz teknik imkanlara ve zamana sahip olabilseydik. onun gitmesi gerekiyordu. ben de, "kal!" demedim.
*
iki yıl kadar önce mücellâ'nın romana dönüşeceğini ilk duyduğumda, "lütfen tanrım! dedikodu olsun bu," diye çok dua ettim. ama ortada bir öykü kahramanı vardı ve öyle kalmaya karşı çıkıyordu. romana dönüşmek istiyordu. kaldı ki bu işler hep böyle yürümez mi? yazarın ihaneti okura rağmen gerçekleşmez mi?
benzer bir durumu yine çok sevdiğimiz bir yazar olan haruki murakami'nin "erbabının elinde bir cinayet aletine dönüşebilecek" ebattaki romanı 1Q84 ile de yaşamıştık. murakami bu romanını, "temelde aynılar. bir çocuk, bir kızla karşılaşır. sonra ayrılırlar ve yıllarca birbirlerini ararlar. 1Q84'te sadece bu hikâyeyi biraz uzattım," dediği, on seeing the 100% perfect girl one beautiful april morning adlı öyküsünden çoğaltmamış mıydı?
*
hayır, kitabı henüz okumadım. ama okuyacağım. şu an masamda duruyor.
*
"birinci baskı yüz bin adet" mührü bir madalya gibi kapağında. twitter'daki her takipçi birer tane alsa birinci baskı kolayca biter. üstelik onlar yorulmasın, hem internet alışverişi yüzünden kargo yolu gözlemesin hem gündelik rutinleri bozulmasın diye mutfak alış verişlerini yaptıkları süper marketlerin "çok satanlar" reyonunda en az bir raf çoktan rezerve edilmiştir.
ne yalan söyleyeyim, o kısmı beni alakadar etmiyor. dergi ve gazete sayfalarındaki, ışıklı ya da ışıksız reklam tabelalarındaki abartılı reklamlar da.
ben, tıpkı eskiden olduğu gibi mücellâ bir öykü kahramanı olarak bana kalsın isterdim. roman olması için öyküye eklemlenen kişiler, gündelik ve tarihi ayrıntılarla çoğaltılmış bir öykünün onun hikâyesi olduğunu düşünmüyorum. mücellâ roman değil, bahanedir bana kalırsa. bambaşka bir roman için bahane.
okurları tarafından beğenileceğine emin olduğum kapağı ise başka bir facia. daha bakmadan ravza kızıltuğ tarafından yapıldığına emin olduğum kapak tasarımı en azından benim hikâyemden çok uzak. malik aksel resimlerinden biri bu kitaba kapak olmayacaksa başka hangi kitaba kapak olacak?
çünkü ben, şu pek de kısa sayılamayacak ömrümde, nazan bekiroğlu'nun mücellâ'sı ile malik aksel'in ev içlerine hapsolmuş pencere önü kadınlarını anlatan, "bir evin tenhalığında bir başına oturan genç kız"lı resimleri kadar birbirine uyan, birbirini tamamlayan başka iki şeye daha şahit olmadım.
*
ne diyordum? yazarın ihaneti okura rağmen gerçekleşir.
sevgilinin ihaneti ise aşka rağmen.
*: üç resim var mücellâ'ya eşlik eden: aynalar, pencere, oturan kız...
rüzgâr çıksa uçacak gibi.
şu an masamda duruyor. okunacak.
*
iki bin dokuz yazı. aylak adımlarla beyazıt'tan sultan ahmet'e doğru iniyorum. tramvay hattı boyunca yürüyüp gülhane parkı'nın deniz köşesindeki çay bahçesine gitmek niyetindeyim. cihangir câmii'nin avlusundan sonra istanbul'da en çok sevdiğim yer.
adımlarım aylak, zamandan bol bir şeyim yok. türk edebiyatı vakfı'na ev sahipliği yapan binaya girdim. giriş kattaki satış bölümünde kitaplara, derginin yeni ve eski sayılarına göz atıyorum. "nazan bekiroğlu: mücellâ" uyarı-notu düşülmüş haziran sayısını adeta kaptım. param olmasaydı bile çalardım.
beşir ayvazoğlu'nun çok yerinde bir tercihle, malik aksel'in ev içlerine hapsolmuş pencere önü kadınlarını anlatan, "bir evin tenhalığında bir başına oturan genç kız"lı resimleriyle* süslediği öyküyü bazan boğazı yırtan gemileri bazan gökyüzüne asılı bulutları seyrederek üst üste bir kaç defa okudum.
lâ:sonsuzluk hecesi'nden yeni çıkmıştık. bu öykü ise hem konu hem tarz olarak başka bir dünyaya kapı aralıyordu. yazdıkları en başından bu yana postmodern anlatının sularında yol alan yazarın, ilk defa klasik anlatıya bu kadar yaklaştığını görmüştüm: orta yeri...
bu yer daha sonra nar ağacı'na giden yolun başlangıcına dönüştü.
*
gün geldi gece yarısı telefonlarında sevgilime de okudum. hikâyeyi bu defa onun aynasında seyrettim. evet, muhteşemdi. keşke o okumaları kaydedebileceğimiz teknik imkanlara ve zamana sahip olabilseydik. onun gitmesi gerekiyordu. ben de, "kal!" demedim.
*
iki yıl kadar önce mücellâ'nın romana dönüşeceğini ilk duyduğumda, "lütfen tanrım! dedikodu olsun bu," diye çok dua ettim. ama ortada bir öykü kahramanı vardı ve öyle kalmaya karşı çıkıyordu. romana dönüşmek istiyordu. kaldı ki bu işler hep böyle yürümez mi? yazarın ihaneti okura rağmen gerçekleşmez mi?
benzer bir durumu yine çok sevdiğimiz bir yazar olan haruki murakami'nin "erbabının elinde bir cinayet aletine dönüşebilecek" ebattaki romanı 1Q84 ile de yaşamıştık. murakami bu romanını, "temelde aynılar. bir çocuk, bir kızla karşılaşır. sonra ayrılırlar ve yıllarca birbirlerini ararlar. 1Q84'te sadece bu hikâyeyi biraz uzattım," dediği, on seeing the 100% perfect girl one beautiful april morning adlı öyküsünden çoğaltmamış mıydı?
*
hayır, kitabı henüz okumadım. ama okuyacağım. şu an masamda duruyor.
*
"birinci baskı yüz bin adet" mührü bir madalya gibi kapağında. twitter'daki her takipçi birer tane alsa birinci baskı kolayca biter. üstelik onlar yorulmasın, hem internet alışverişi yüzünden kargo yolu gözlemesin hem gündelik rutinleri bozulmasın diye mutfak alış verişlerini yaptıkları süper marketlerin "çok satanlar" reyonunda en az bir raf çoktan rezerve edilmiştir.
ne yalan söyleyeyim, o kısmı beni alakadar etmiyor. dergi ve gazete sayfalarındaki, ışıklı ya da ışıksız reklam tabelalarındaki abartılı reklamlar da.
ben, tıpkı eskiden olduğu gibi mücellâ bir öykü kahramanı olarak bana kalsın isterdim. roman olması için öyküye eklemlenen kişiler, gündelik ve tarihi ayrıntılarla çoğaltılmış bir öykünün onun hikâyesi olduğunu düşünmüyorum. mücellâ roman değil, bahanedir bana kalırsa. bambaşka bir roman için bahane.
okurları tarafından beğenileceğine emin olduğum kapağı ise başka bir facia. daha bakmadan ravza kızıltuğ tarafından yapıldığına emin olduğum kapak tasarımı en azından benim hikâyemden çok uzak. malik aksel resimlerinden biri bu kitaba kapak olmayacaksa başka hangi kitaba kapak olacak?
çünkü ben, şu pek de kısa sayılamayacak ömrümde, nazan bekiroğlu'nun mücellâ'sı ile malik aksel'in ev içlerine hapsolmuş pencere önü kadınlarını anlatan, "bir evin tenhalığında bir başına oturan genç kız"lı resimleri kadar birbirine uyan, birbirini tamamlayan başka iki şeye daha şahit olmadım.
*
ne diyordum? yazarın ihaneti okura rağmen gerçekleşir.
sevgilinin ihaneti ise aşka rağmen.
*: üç resim var mücellâ'ya eşlik eden: aynalar, pencere, oturan kız...
4 yorum:
Yazarın Cümle Kapısı, Mimoza Sürgünü , Kelime Defteri kitaplarını
okudum. Nedense denemelerini okumak istedim hep. Hatta Şair Nigar Hanım'ı aradım son kitap alımımda ama bulmadım. Mücella şimdi var heryerde. Böyle
bir geçmişi olduğunu bilmiyordum. Bir de okuduktan sonra ki yazınızı okumak isterim.
buralarda da demiş olmalıyım: "nazan bekiroğlu yemek tarifi yazsa okurum ben."
o yüzden öncelik sıralaması değişse de bütün kitapları ve yazdıkları kıymetli benim için. bazılarını "daha çok" olsa da her birini sonsuz bir zevkle keyif alarak okudum.
"ama" diyeceğimiz yere gelirsek; üzerinde "deneme" yazan kitaplarındaki yazıların büyük kısmı gazete sayılarından oluşur ki, belli bir alana belli bir vuruş sayısına tabi olmak kelimelere hükmeden biri için kusura dönüşüyor bana kalırsa.
o yüzden onlara ne kadar farklı ve nev-i şahsına münhasır olsalar da deneme değil, gazete yazıları demek daha doğru. asıl tadından yenmez denemeleri ise sevgilim ihanet ve son için güzelleme gibi dergi sayfalarında yazılmıştır.
deneme dışı kitaplarından korkmayın derim. kaldı ki, okudukça o yazıların romanları için tuttuğu defterlerden çıktığını fark edersiniz.
mevlana ve mesnevi çizgisini seviyorsanız, yusuf ile züleyha ve lâ: sonsuzluk hecesi'ni, klasik anlatı peşindeyseniz nar ağacı ve mücellâ'yı tavsiye ederim.
nigar hanım ise bambaşka bir hikâyedir. klasik kalıplara uymayan bir doçentlik tezi ve yazarın hak ettiği kıymeti en bulan eseridir bence. eğer öteki alemde kitap okunabiliyorsa nigar hanım bence yazardan razıdır. şair nigar hanım anna karenina ile yarışan bir roman kahramanına dönüşmüştür o tezde. ve yazar böylesi bir tez de bile şefkatini esirgememiştir "konu"dan.
ama siz, cam ırmağı taş gemi'yi okuyun derim. bunca yıllık bir okurunuz olarak sizin kitabınızın o olduğuna neredeyse eminim. üstelik havalar da müsait.
notgibi: eğer bu uzunca "yanıt"ın başındaki cümle olmasa ve ihanete alışkın olmasam mücellâ'yı on birinci sayfanın sonunda terk ederdim. ki orada hikâyenin başındaki pencerenin manzarası bambaşka anlatılmış. ki o manzara, hikâyenin özüdür bana kalırsa.
Ne ayrıntılı yazmışsın Vbf,
çok teşekkür ederim bu bilgilere. Bir zamanlar La; sonsuzluk hecesi
kitabına başlayıp bitirememiştim. Belki şimdi okusam farklı olur. Şair Nigar Hanım ve Halide Edip Adıvar ilgimi çok çekiyor. Ama cam ırmağı taş gemi'yi
bana önermenizle kesin okumalıyım dedim. gözlem gücünüz
çok fazla, doğruluk payı da yüksek bence..
her şey gibi kitapların da bir vakti var. denk gelmeyince olmuyor. lâ: sonsuzluk hecesi benim için nazan bekiroğlu kitapları listesinde gerilerde kalsa da zamanlaması muhteşemdi.
o kitaptan sadece "âdem'in yalnızlık halleri/ havva sözleri" başlıklı bölümdeki dua bile benim için yeter. (bu vesileyle yeniden okudum o bölümü. ve sonuna düştüğüm notu: "ve bundan sonra/ dua ederken adem gibi./ademin bu sayfalardaki hâli gibi.")
Yorum Gönder