geçenlerde tony gatlif'in yürek burkan filmi gadjo dilo'yu yeniden izlemeye kalktım. izlemeyenler için minik bir not düşersek; film, çingenelerin müzik ve acıyla yoğrulmuş hayatlarını aralarına sızan bir yabancının gözünden aktarır, belgeselci tavırla kurguyu bu kadar iyi harmanlayan pek az film vardır.
zaman zaman dalıp gittim. rüzgarla sevişen deniz kabuklarının sesi geldi kulağıma. başkentin bahçeleriyle ünlü semtinde, apartmanlardan birinin teras katında kocaman bir saksının içinde hayata tutunmaya çalışan yaban mersininin gövdesine su yürüdü. can yürüdü...
sabine, tutti frutti te kalas eşliğinde dansına başladığında gittiğim yerlerden elimde olmadan geri döndüm. çünkü bu sahnenin hatırası vardır, üstelik çok güzeldir. hatırası da, kendisi de...
*
sonra düşündüm; izlediğim pek de az sayılamayacak sayıda film arasında en sevdiğim dans sahneleri hangileriydi? beni en çok etkileyen "üç artı bir paha biçilemez" hangileri olurdu?
gene kelly'nin "i'm singing in the rain" diye diye dansedişinden, bir alan parker filmi olan angel heart'ta lisa bonet'in voodoo ayininde yaptığı şehvet yüklü dansa kadar bir çok sahneyi anımsadım. bir de baktım ki, bir üçleme fikri oluşmuş.
müzikalleri, dansçı olmak için evden kaçan kız ya da erkeklerin olduğu filmleri, elvis presley adlı anadolu delikanlısının istanbul'a gelip şarkı söylerken bir yandan muhteşem kalçalarını işin içine soktuğu filmleri eledim. önünde sonunda bir mezuniyet gecesine çıkan gençlik filmlerini de eledim, tıpkı kıyısında köşesinde en az bir adet vals saklayan kostüme filmler gibi. çünkü bu üçlemenin konusu, "ilgisizleşmiş aşığın gündeliği alt üst eden bir süprizle eski heyecanları hatırlatması gibi" aniden ortaya çıkan dans sahneleri olsun istedim.
muhakkak unuttuğum sahnelerde vardır. ama güzelliğinin ve kadınlığının zirvesindeki nicole kidman'ın eyes wide shut'taki valsini, quentin tarantino'nun sinemaya armağanı iki sahneyi; death proof'taki kucak dansı ve pulp fiction'daki twisti, al pacino'nun scent of a woman'daki gözü tamamen kapalı tangosu'nu, kültümüz the big lebowski'nin sanat şaheseri rüya sahnelerini, the fisher king'de lydia'nın sebep olduğu ve grand central station'ı balo salonuna dünüştüren şiirsel sahneyi, cuba gooding jr.'ın jerry maguire'da ölümden döndükten sonraki dansını, çingeneler zamanı'nda perhan'ın ederlezi avela eşliğinde her şeyi unutma çabasını, meryl streep ve clint eastwood'un the bridges of madison county'de "i'll close my eyes"a tutunarak francesca'nın parmağındaki yüzük de dahil her şeyi unutuşlarını zor da olsa eledim.
geriye bu üçleme kaldı:
bir - american beauty(1999): naylon torbanın kırmızı tuğlalardan örülü bir duvar önünde rüzgarla muaşakası
büyümeye başladığım değil ama devam ettiğim yıllardı. ve amerikan sineması sinemaseverleri şaşırtacak kadar iyi filmler çıkartıyordu. (bu dönem fazla sürmeyecek on bir eylül trajedisiyle bıçak gibi kesilecekti) sistemi acımasızca eleştiren, aile kurumunun çürümüşlüğünü ortaya seren ve bireyi, özellikle de ayrı ayrı anne ve babayı göklere çıkartan filmler. işte size american beauty...
bu sahne çok iyi yazılmış diyaloglarıyla, hayat ve sistem karşındaki savunmasızlığımızı anlatmadaki başarısıyla olduğu kadar, renk, müzik, seslendirme ve kurgu tercihleriyle sinemasal olarak da muhteşemdir.
bu 'muaşaka"nın dans olmaklığına itiraz edecekleri ise "başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız/ yaprakla yağmurun aşkı meselâ"* diyen türkçe'nin en büyük şairine havale ediyorum.
iki - love actually(2003): ingiltere başbakanı hugh grant, amerikan başkanına haddini bildirdiği günün akşamında radyodaki sunucunun kendisi için çaldığı jump (for my love) eşliğinde 'on numaralı konut'u dans ederek dolaşıyor.
bir zamanlar hem filmi hem de o basın toplantısını uzun uzun anlatmıştım. sanırım tekrara gerek yok.
filmi de bu sahneyi de defalarca izledim. her defasında hem eğlendim hem de bütün başbakanların böyle olduğu bir dünya nasıl olurdu diye hayaller kurdum.
ne güzel olurdu.
üç - tropic thunder(2008): les grossman, işlerinin yoluna girmesini bir yandan jenerik akarken dans ederek kutluyor.
bu filmi izlediğimde buralarda in bruges fırtınası vardı ve ben o filmi hiç sevmemiştim. ve tropic thunder dururken bu filmin bu kadar ilgi çekmesini, görmezden gelinmesini de bir türlü anlayamamıştım. gün gelecek 'kült' mertebesine erişecek ve o zaman "ben demiştim," diyeceğim.
tom cruise'un 'bebek yüz' imajıyla dalga geçtiği performansı ise bu filmin artılarından sadece biri. dansı ise muhteşem. benden başka beğenenler de olmalı ki, les grossman iki bin on mtv ödülleri gecesi danslarıyla jennifer lopez'e sahnede eşlik etmişti.
ve paha biçilemez olan: the full monty(1997): striptiz yaparak eve ekmek götürmeyi planlayan bir grup işsiz ingiliz, resmi dairede kuyrukta beklerken donna summer'ın hot stuff çağrısına uyar.
doksan sekiz yılıydı. şubat ayı olmalı. emek sineması... ilk defa bir ingiliz komedisini belli bir bilinç düzeyinin üzerindeyken izliyorum. şaşkınım. meğer ingilizleri asık suratlı kraliyet ailesinden ibaret sanmakla ne aptalmışım. nasıl güldüğümü anlatamam. ya da anlatabilirim: çok...
bir yandan gülerken diğer yandan bir grup yetişkin erkeğin işsizlikle imtihanını hüzünlü bulmuştum. ve bu kısa sahne komik oluşu kadar arkadaşlarının adanmışlığını gören gaz'ın hissettiklerini bana aktarmayı başarmıştı: "ama arkadaşlar iyidir"**, insanı yarı yolda bırakmaz.
*:sebeb-i telif
**:tabutta rövaşata
zaman zaman dalıp gittim. rüzgarla sevişen deniz kabuklarının sesi geldi kulağıma. başkentin bahçeleriyle ünlü semtinde, apartmanlardan birinin teras katında kocaman bir saksının içinde hayata tutunmaya çalışan yaban mersininin gövdesine su yürüdü. can yürüdü...
sabine, tutti frutti te kalas eşliğinde dansına başladığında gittiğim yerlerden elimde olmadan geri döndüm. çünkü bu sahnenin hatırası vardır, üstelik çok güzeldir. hatırası da, kendisi de...
*
sonra düşündüm; izlediğim pek de az sayılamayacak sayıda film arasında en sevdiğim dans sahneleri hangileriydi? beni en çok etkileyen "üç artı bir paha biçilemez" hangileri olurdu?
gene kelly'nin "i'm singing in the rain" diye diye dansedişinden, bir alan parker filmi olan angel heart'ta lisa bonet'in voodoo ayininde yaptığı şehvet yüklü dansa kadar bir çok sahneyi anımsadım. bir de baktım ki, bir üçleme fikri oluşmuş.
müzikalleri, dansçı olmak için evden kaçan kız ya da erkeklerin olduğu filmleri, elvis presley adlı anadolu delikanlısının istanbul'a gelip şarkı söylerken bir yandan muhteşem kalçalarını işin içine soktuğu filmleri eledim. önünde sonunda bir mezuniyet gecesine çıkan gençlik filmlerini de eledim, tıpkı kıyısında köşesinde en az bir adet vals saklayan kostüme filmler gibi. çünkü bu üçlemenin konusu, "ilgisizleşmiş aşığın gündeliği alt üst eden bir süprizle eski heyecanları hatırlatması gibi" aniden ortaya çıkan dans sahneleri olsun istedim.
muhakkak unuttuğum sahnelerde vardır. ama güzelliğinin ve kadınlığının zirvesindeki nicole kidman'ın eyes wide shut'taki valsini, quentin tarantino'nun sinemaya armağanı iki sahneyi; death proof'taki kucak dansı ve pulp fiction'daki twisti, al pacino'nun scent of a woman'daki gözü tamamen kapalı tangosu'nu, kültümüz the big lebowski'nin sanat şaheseri rüya sahnelerini, the fisher king'de lydia'nın sebep olduğu ve grand central station'ı balo salonuna dünüştüren şiirsel sahneyi, cuba gooding jr.'ın jerry maguire'da ölümden döndükten sonraki dansını, çingeneler zamanı'nda perhan'ın ederlezi avela eşliğinde her şeyi unutma çabasını, meryl streep ve clint eastwood'un the bridges of madison county'de "i'll close my eyes"a tutunarak francesca'nın parmağındaki yüzük de dahil her şeyi unutuşlarını zor da olsa eledim.
geriye bu üçleme kaldı:
bir - american beauty(1999): naylon torbanın kırmızı tuğlalardan örülü bir duvar önünde rüzgarla muaşakası
büyümeye başladığım değil ama devam ettiğim yıllardı. ve amerikan sineması sinemaseverleri şaşırtacak kadar iyi filmler çıkartıyordu. (bu dönem fazla sürmeyecek on bir eylül trajedisiyle bıçak gibi kesilecekti) sistemi acımasızca eleştiren, aile kurumunun çürümüşlüğünü ortaya seren ve bireyi, özellikle de ayrı ayrı anne ve babayı göklere çıkartan filmler. işte size american beauty...
bu sahne çok iyi yazılmış diyaloglarıyla, hayat ve sistem karşındaki savunmasızlığımızı anlatmadaki başarısıyla olduğu kadar, renk, müzik, seslendirme ve kurgu tercihleriyle sinemasal olarak da muhteşemdir.
bu 'muaşaka"nın dans olmaklığına itiraz edecekleri ise "başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız/ yaprakla yağmurun aşkı meselâ"* diyen türkçe'nin en büyük şairine havale ediyorum.
iki - love actually(2003): ingiltere başbakanı hugh grant, amerikan başkanına haddini bildirdiği günün akşamında radyodaki sunucunun kendisi için çaldığı jump (for my love) eşliğinde 'on numaralı konut'u dans ederek dolaşıyor.
bir zamanlar hem filmi hem de o basın toplantısını uzun uzun anlatmıştım. sanırım tekrara gerek yok.
filmi de bu sahneyi de defalarca izledim. her defasında hem eğlendim hem de bütün başbakanların böyle olduğu bir dünya nasıl olurdu diye hayaller kurdum.
ne güzel olurdu.
üç - tropic thunder(2008): les grossman, işlerinin yoluna girmesini bir yandan jenerik akarken dans ederek kutluyor.
bu filmi izlediğimde buralarda in bruges fırtınası vardı ve ben o filmi hiç sevmemiştim. ve tropic thunder dururken bu filmin bu kadar ilgi çekmesini, görmezden gelinmesini de bir türlü anlayamamıştım. gün gelecek 'kült' mertebesine erişecek ve o zaman "ben demiştim," diyeceğim.
tom cruise'un 'bebek yüz' imajıyla dalga geçtiği performansı ise bu filmin artılarından sadece biri. dansı ise muhteşem. benden başka beğenenler de olmalı ki, les grossman iki bin on mtv ödülleri gecesi danslarıyla jennifer lopez'e sahnede eşlik etmişti.
ve paha biçilemez olan: the full monty(1997): striptiz yaparak eve ekmek götürmeyi planlayan bir grup işsiz ingiliz, resmi dairede kuyrukta beklerken donna summer'ın hot stuff çağrısına uyar.
doksan sekiz yılıydı. şubat ayı olmalı. emek sineması... ilk defa bir ingiliz komedisini belli bir bilinç düzeyinin üzerindeyken izliyorum. şaşkınım. meğer ingilizleri asık suratlı kraliyet ailesinden ibaret sanmakla ne aptalmışım. nasıl güldüğümü anlatamam. ya da anlatabilirim: çok...
bir yandan gülerken diğer yandan bir grup yetişkin erkeğin işsizlikle imtihanını hüzünlü bulmuştum. ve bu kısa sahne komik oluşu kadar arkadaşlarının adanmışlığını gören gaz'ın hissettiklerini bana aktarmayı başarmıştı: "ama arkadaşlar iyidir"**, insanı yarı yolda bırakmaz.
*:sebeb-i telif
**:tabutta rövaşata
4 yorum:
en iyi sıralaması yapmak yerine fiyaskolardan biri geldi aklıma benim de "13B" Bollywood'dan bir gerilim filmi apartman dairesindeki esrarengiz olaylar anlatılırken birden çılgınca dans etmeye başlayan hintliler gördü bu gözler...ısrarla sakının!
prensip olarak bollywood filmi izlemiyorum. ve bu, galiba ilk defa işime yarıyor. hatta bir filmin içindeki hintli artist ya da aktriste bile tahammül edemiyorum. allah sevenlerine bağışlasın.
gözleriniz için ise, ufuk çizgisinin üzerinde koşan bir kaç bulut yazıyorum.
Hemen hayali kahramanların dans sahneleri geliyor aklıma…
Misal, V For Vendetta’da, “Dans edilmeyen bir devrim olacaksa hiç olmasın daha iyi!” diyerek başladıkları, V ile Evey’in danslarından her daim etkilenmişimdir.
Sonraaa…
Zoro’da, Antonio Banderas’ın Catherina Zeta Jones'la yaptığı dans mesela…
Van Helsing’deki maskeli baloda Kont Drakula’nın dansı…
Hey… Zorba’daki, Alexis Zorba’nın sirtaki oynadığı o şahane sahne…
Zorba’nın bu dansına karşılık Kadir İnanır’ın Dila Hanım’ındaki dansını yazabilirim:)
Ama… Türk filmlerinde son yıllarda seyrettiğim ve çok sevdiğim dans hangi filmdedir biliyor musunuz? Bizim Büyük Çaresizliğimiz’de. Durun bulayım linkini… İşte… Bayılırım:)
http://www.youtube.com/watch?v=jHcPPm7YdyY
Bunların dışında, bir anda aklıma gelenler… Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini’ndeki, ya da Çikolata’daki dans sahneleri de çok güzeldir.
Laf aramızda Hintlilere de Hint filmlerine de bayılırım. Hintli arkadaşlarım var üstelik.
Valla patır patır mısırları patlattım. Fooooş! Gazozumu kadehe döktüm. Az sonra, ayaklarımı toplayıp battal koltuğa yerleşeceğim. Bir Hint filmi olan Üç Ahmak’ı seyredeceğim. Uzun zamandır seyretmek istiyordum. Yazınızı okuyunca aklıma geldi, seyredeyim bari dedim.
Sizin Hintliler hakkında böyle düşünmenize hem şaşırdım, hem üzüldüm.
Allah hepsini bana bağışlasın bari:) Severim.
Unutmayın ama vnf. Siz de Hintli olabilirdiniz. Ve o insanları sizi yaratan yarattı. Bence inandığınız Tanrı'yı üzmeyin.
Böyleyken böyle.
sondan başlıyorum:
etnisite, ırk vs. tarzı kavramların uydurma, uydurmaların da en çirkini olduğuna inananlardanım. kimsenin kimseye üstünlüğünün olmadığını biliyorum. bu, birinin tipinden hoşlanmamak gibi bir şey sadece. yoksa kıymetini görmezden gelmek ya da ayağa düşürmek asla değil.
severek izlediğim bizim büyük çaresizliğimiz'deki dans sahnesi bende hiç iz bırakmamış meğer.
van helsing'i bilmiyorum. zorro daki dans ise c.z.jones'tan kaybediyor. daha onun doğrusu ellerinden.
tüm yazı boyunca kollarını açmış bir kadir inanır görüntüsü gözlerimin önünden geçti ama hangi film olduğunu bilemedim. böylece siz tamamlamış oldunuz.
zorba'nın dansını atladığım için kendime çok kızdım. hatırlattığınız için teşekkür ederim. kesinlikle bu yazıda olmalıydı. tıpkı "dans edilemeyen devrim bizden uzak olsun," diyen v ve evey dansı gibi.
Yorum Gönder