27 Ekim 2024 Pazar

bazı cümleler

abimle konuşuyoruz. -ki kendisi büyük teyzemin büyük oğludur- laf arasında, "hani bir defasında demiştin ya" diyerek, benden duyduğunu söylediği bir cümle ile durumu özetledi.

dürüst olmak gerekirse, benim söyleyebileceğim, söylemek isteyeceğim hikmet referansı da taşıyan, iyi söylenmiş bir cümleydi. ama o cümleyi ne zaman, ne üzere söylediğimi hatırlayamadım.

hatırlama çabası sırasında ise şunu fark ettim: ben bu durumu çok yaşıyordum.

birileri benden duyduğu(nu iddia ettiği) bir cümleyi söylüyor, ben çoğunlukla ne kadar düşünsem de o cümleyi söyledim mi, ne zaman, ne üzere söyledim, hatırlayamıyordum.

iki ihtimal var bence.

ilki, ben gerçekten de öyle cümleleri heybesinde taşıyan, yeri gelince paylaşan biriyim. (bence güzel)

ikincisi de, benden duymamış olsalar bile benden bu tarz cümleler duyabileceklerine itimatla bahsi geçen cümleyi ya da anlatıyı bana yakıştırmaları. (galiba bu daha güzel)

24 Ekim 2024 Perşembe

yalan dolan

her ilişkide taraflardan birinin diğerine, "bana yalan konuşman değil sana inanmıyor olmak üzüyor beni," dediği bir an vardır.

ve çok acıdır.

/peki, her ilişkide değil./

ama kaçınılmaz bir an vardır. gerçek acı asıl o anda saklıdır. muhtemelen yukarıda bahsi geçen andan çok öncedir.

o an, 'ne söylese inandığımız dönem'i bitirip 'ne söylese inanmadığımız dönem'i başlatır.

/evet, her ilişkide./

22 Ekim 2024 Salı

bir masada iki kişi: sev beni

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- sev beni.

- emir mi bu? yoksa bir rica mı?

- hiç sevilmemiş gibisin, demiştin ya hani. sev o zaman.

- ne emir ne rica. teşhisi koydun, tedavi de et.

- sanırım öyle...


sevilmemiş yerlerinden sevdim ben de. yaralarından öptüm. iyi oldu mu bilemem ama yetmedi.

kaldı ki, yetmez. hiçbir zaman yetmez.

20 Ekim 2024 Pazar

tehlikeli şiirler - yetmiş bir

tehlikeli şiirler okuyalım leyla
a. cahit zarifoğlu'dan bir şiir* mesela

Korkuyu kapışır taşlar
karanlık kendine çekince perdeyi
göz hüzünle odayı kapar
el uyur ve akvaryumda balık
resmi çekilmiş nehir

Böyle bir çiçek vardı
Rüyamdaki geçit büyüyüp büyüyüp
Büyüyüp büyüyüp büyüyüp
Espası bir tek gece
Ezip el tutan
Alnını bütün bir duvara dayıyan
ve sesleri bir orman büyüklüğünde
güneşe yol yapan çocuk
güreşip bütün gelişleriyle
gecikmiş bir deniz feneri

Saati yalvarır hızla
Şafağı çoğaltır kan akan damar
Adım zorlar kapıya çağrılan
En korkulan gerçeği
Bir boyun eğişle girilen
böyle bir çiçek vardı
kılcal kökleri
çağın sarsıntı duvarlarından
burası bir adam
bir aşk çapında
bir çeşit hapishane tutulan
akıp giden su uyanınca adam
suyu geçmek isteyen karınca
bir taşın alevinden basarak ellerine
kaçınca adam
bırakmaz eşyasını da uykuda.

*:orası neresi burası bir adam

18 Ekim 2024 Cuma

gökkuşağı

bahçede yalınayak oynayan iki çocuktan büyüğünün şaka olsun diye diğerine tuttuğu hortumun ucundan gökyüzüne fışkıran sular koyu yeşil çimenlere dökülürken küçük bir gökkuşağına sebep olmuştu.

15 Ekim 2024 Salı

konum - on dört

uzanıp başımı kucağına koymak ile karşında durup sol yanağımı sağ avucuna yaslamak arasında bir yerlerde.

13 Ekim 2024 Pazar

syntynyt suruun ja puettu pettymyksin*

sıradan başlayalım söze, bir klişeyle: her türden müzik dinlediğim günlerden geçiyorum. genellikle sözlerini anladığım müzikler tercih etsem de istisnalar yok değil.

/güfteye yani söze önem vermek ile müziğe odaklanmak arasındaki farka işaret eden bir şeyler okumuştum. melankolik ve hüzünlü olduğu zamanlarda şarkıların sözlerine dikkat edermiş insanlar.

evet, sadece 'söz' değil 'hüzün' de öyle burada. fena durmasa da "yakışandır" diye övünecek kadar aptal değilim ama./

o istisnalardan biri de fallen leaves'ten bu yana bıkmadan dinlediğim, maustetytöt ikilisinin "hüzünle doğdum ve hayal kırıklıklarıyla giyindim" diyen şarkısı oldu.

/başka şarkılarını da dinledim, konser kaydı ve videolarını da izledim ve anladım ki, aki kaurimäki rol yapsınlar diye değil kendileri olsun diye filme dahil etmiş onları./

filmde japoncadan italyancaya bir sürü şarkı var. hepsi de çok güzel ama bu şarkı bambaşka bir yerden yakaladı beni. fince tek bir kelime bilmesem de şarkı beni benden almış, sarıp sarmalamış kuşatmıştı.

gugılın çeviri departmanında çalışan yiğitlere sorunca sözlerindeki şiiri de gördüm. "gördüm," diyorum çünkü şüpheye yer bırakmayacak biçimde hissetmiştim.

"demlikte küf tutmuş kahve" diyerek kendi kendine mırıldanır gibi başlayan şarkı, nakarat kısmında hem müzik hem de söz olarak şiire ulaşıyor.
sonsuza kadar tutsağım burada
mezarlığın bile çitleri var
dünyadaki zamanım nihayet bulduğunda
beni iyice derine göm
senden hoşlanıyorum da kendime yok tahammülüm
seni bilmem ama ben başkasını aramıyorum
olur da buradan gidersem kendi hatrım için yaparım bunu
fincenin fonetiği ise muhteşem...


10 Ekim 2024 Perşembe

özgürler

murakami'nin ikinci fırın saldırısı* adında bir öyküsü, öyküde de renksiz tsukuru tazaki'nin hac yılları'nı hatırlatan mükemmel bir kapitalizm eleştirisi vardır.

özetle, saat altıda hafif bir akşam yemeği yedikten sonra dokuz buçuk gibi yatan karı koca saat ikide yoğun bir açlık hissiyle uyanır. ama buzdolabı neredeyse boş, altı şişe bira, bir soğan ve domates sosundan başka yiyecek hiçbir şey yoktur. bolca karbonhidrat ihtiva ettiği bira içmeye karar verirler. o sırada adam, üniversite yıllarında en yakın arkadaşıyla yaptıkları fırın soygunundan bahseder.

/bu murakamiesk hikâyeyi hem söz uzmasın, hem de merak eden alıp okusun diye atlıyorum./

karısı da sanki bu anı bekliyormuş gibi, hadi bu soygunu yineleyelim der, üzerine adamı da ikna eder. ikinci el arabalarının arka koltuğunda battaniyeye sarılı otomatik av tüfeği, kadının rüzgârlığının cebinde yedek kovanlar tokyo sokaklarında açık fırın aramaya başlarlar. ama bütün fırınlar kapalıdır. onlar da mcdonald's şubesi 'saldırısı'na karar verirler.

içeride, başlarını masaya koymuş uyuyan iki üniversiteli ve üç çalışandan başka kimse yoktur. adam emniyeti kapalı tüfeği kasiyer kıza doğrultunca şube müdürü,, "parayı alın," der. "saat on birde parayı kasadan topladılar, pek fazla yok burada olanın tümünü alın. sigortamız var ne de olsa."

aynı adam, ön kepenkleri indirip tabelanın ışığını kapatın, dediklerinde, sudan çıkmış balığa döner. "bunu yapamayız," der. "izin almadan dükkanı kapatırsam bundan ben sorumlu tutulurum."

bu saçmalık, adamla karısı para değil otuz big mac istediğinde doruğa ulaşacaktır. "size kasadaki parayı versem, başka bir yerde sipariş verip yeseniz?" der müdür, son bir umutla. "aksi hâlde hesaplar fena karışacak."

*

diyeceğim o ki, siz hâlâ özgürlüğü kadınların dekoltesinde, etek boyunda, bedenin arayın ya da eleştirinizi bunun üzerinden yapın.

ezberlenmiş, hatta emredilmiş hayatlar yaşıyoruz. hayal ettiğimiz işe, eve, arabaya, telefona sahip olmayı başardıkça özgürlüğümüzü kıyısından köşesinden parça parça kaybediyoruz.

dahası bile isteye feda ediyoruz...



*:ortadan kaybolan fil, doğan kitap

6 Ekim 2024 Pazar

dua

"Biliyorsun Rabbim, bilmiyorum kendimi.
Ben bu gece de yalvaracağım,
sen bu gece de affet beni."


*:ibrahim tenekeci, kimsenin kalbi

4 Ekim 2024 Cuma

bir çift söz

lisede bir kız vardı. sonda. adını hatırlamıyorum, birazdan anlatacaklarımı saymazsak ona dair bir anım da yok. ama bir takım fotoğraflar var gözümün önünde.

o kadar sessizdi ki sanki yok gibiydi. güzel sayılmazdı. saçları kısacık, diğer kızlara göre uzun boyluydu. kıyafet yönetmeliğine en uygun giyinen kız oydu bence. konuştuğu zaman öğretmenler gibi konuşurdu. söyleyecek çok şeyi varmış da susuyormuş, ağzından çıkacak her söz bir kapıyı açacakmış havası vardı. şairdi belki de.

teneffüslerden birinde defterlerinden birinin boş olması gereken ilk sayfasında şiirimsi bir şeyler dikkatimi çekti. şiirimsi deyişim, 'olmamış' manasında şiir denemeleri diye değil mısralar halinde yazılmış olmalarından. kaldı ki hiçbirini hatırlamıyorum.

ama bir özlü söz kaldı aklımda: dağların zirvesinde kuşlar da yılanlar da bulunabilir. ama birisi oraya uçarak diğeri sürünerek gelmiştir.

kelimesi kelimesine değilse de, mana buydu. mesnevi'den alıntıdır diye tahmin ettiğim, mevlana'ya mal ettiğim bu sözün doğrusunu, kime ait olduğunu bilmiyorum. merak edip de araştırmadım ama çok kullandım.

/elbette arkadaşımı anarak, kime ait olduğunu bilmiyorum diyerek. diğer türlüsü hem ayıp hem de haram lokma yemek gibi./

ne zaman bir arkadaşım motivasyona ihtiyaç duysa, ne vakit birisi "neden bütün bunlar benim başıma geliyor?" diye sorsa, "olmuyor, başaramayacağım" dese, kırdım camı, söyledim sözü.

ne de olsa, başarıya giden tek bir yol yoktu. bazı yollar uzun, bazı yollar meşakkatli, engellerle doluydu. üstelik yol kadar bizim yola nereden çıktığımız, donanımlarımız da önemliydi.

*

ama bir süredir bu sözün anlamı değişti benim için. neden bilmem, bambaşka bir hâlin ifadesi olup çıktı. önemli olan 'yol' ya da 'yolculuk' değil 'yılan'lık ya da 'kuş'lukmuş gibi geldi.

ünlü, popüler, trend, topic vs. insanlara bakıyorum. zirvedeler, herkes onları konuşuyor, milyonlarca takipçileri var ama biri 'yılan' diğeri 'kuş'. 

ikisi de aynı mevkide. 'yılan' torpille, babası, dayısı, siyaseti sayesinde orada, 'kuş' ise alınteri ve donanımlarıyla.

1 Ekim 2024 Salı

anket

burhan eren, 'çocuklar için denemeler' alt başlıklı yıldızlı atlas kitabında yer alan iki nokta üst üste başlıklı 'deneme'de kendi kendine 'anket' yapıyor:

Bir gün: Cumartesi.
Bir şehir: Hiç düşünmeden İstanbul.
Bir renk: Masmavi.
Bir yemek: Hangi birini sayayım bilmem ki.
Bir ceket: Kadifeden bir ceket. Fitilli ve uçuk kahverengi.
Bir çiçek: Hanımeli.
Bir gül: Rüzgâr gülü.
Bir kuş: Sülün.
Bir mısra: "Kimsenin yok, yağmurun bile, böyle küçük elleri."
Bir ders: Ne dersi?
Bir kitap: Küçük Prens.
Bir gezegen: Küçük Prens'in gezegeni.
Bir içecek: Andımız.
Bir kahkaha: Hah hah ha!
Bir ay: Ağustosun son on beşiyle eylülün ilk on beşi.
Bir deniz: Akdeniz.
Bir gemi: Kağıttan gemi.
Bir soru: "Maveraünnehir nereye dökülür?"
Bir adam: Kardanadam.
Bir ağaç: Kiraz ağacı.
Bir fiil: Güzeltmek.
Bir şair: Yunus Emre.
Bir ses: Annemin sesi.
Bir şarkı: Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar...
Bir dilek: N'olur?

*
bunlar da benimkiler:

bir gün: otuz bir aralık öğleden sonra
bir şehir: ankara
bir renk: eğrelti otu yeşili
bir yemek: hamsili pilav- su böreği- sarma
bir ceket: lacivert, üç düğmeli, düğmeler gümüş rengi
bir çiçek: nergis
bir gül: baş aşağı asılarak kurutulan sarı gül
bir kuş: albatros, göklerin o münzevi dervişi
bir mısra: "kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda"
bir ders: boş ders
bir kitap: erbain
bir gezegen: inadına plüton
bir içecek: su
bir kahkaha: dolu dolu
bir ay: takvimlerde yer almayan, ağustosun on beşi ile eylülün on beşi arasındaki o ay
bir deniz: libya denizi
bir gemi: bandırma vapuru
bir soru: "neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı/ karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak"
bir adam: babam
bir ağaç: at kestanesi
bir fiil: özlemek
bir ses: cama vuran yağmurun sesi
bir şarkı: yar imiş meğer
bir dilek: kalbine ılıklık ver allahım

29 Eylül 2024 Pazar

kadınlar

taşı kuyuya atıyorum: nisa tayfasının erkeklerle aynileşme çabasını anlamıyorum.

*

kadın'a inanıyorum. kadınlara...

güzelliklerine, onlar olmasaydı dünyanın kurak, hayatın renksiz olacağına.

sadece kadın sevdiğim için değil kadınların tarafını tuttuğum için de böyle bu.

tarih boyunca hemcinslerinin üstünlüğünden emin büyüyen erkek çocuklarının aksine asıl kadınların bir üst sınıfa ait olduğunu düşünüyorum. ve sadece erkeklerden ibaret bir hayatın çekilmez ve ruhsuz olacağını.

*

kanunlar önünde mutlak denklik söz konusu olsa da kadınların gündelik hayatın içine tam olarak sokulduğunu söyleyemem. bu anlamda hâlâ çok yol almak gerekiyor. kadınların tek başına, güvenle yolculuk yapabilmesi hâlâ hayal. ama dünya böyle bir yer olsun istiyorum.

başarı hikâyeleri, kadın şirket yöneticileri, milletvekilleri, devlet başkanları ise yanlış örnekler. onlar orada erkekliğin bir temsili gibi varlar.

kürsüye çıkınca erkeklere ait bir beden dili kullanıyorlar mesela. en çok pantolon giymeyi, kıravatta ısrarlı değillerse de bluz yerine ceketi tercih ediyorlar. hiçbir kadın politikacı kürsüde kadın gibi konuşmuyor, kendinden önceki erkek politikacı nasıl konuşmuşsa çok menem bir şeymiş gibi onun taklidini yapıyor adeta.

*

tam burada aklıma bir soru geliyor: "acaba," diyorum. "erkek egemen tarih kadınların şansı, güzelliklerinin garantisi olabilir mi?"

"ne de olsa, binlerce yıldır savaşlara katılmayan, politikada ve devlet hizmetlerinde nadiren bulunan kadınlar böylece hayatın gaddar ve sahte yanlarından uzak kalabildiler. bu da özlerini korumalarını kolaylaştırdı, ruhlarını kirlenmekten korudu."

25 Eylül 2024 Çarşamba

dakika ve skor

"İlahiler okunup dualar edildi; af dilenen dualardı bunlar, düş kırıklığıyla sona ermiş olayları kabullenmeyi, isyan etmemeyi bildiren dualardı. Ama yenilenlerin kaderi böyledir: Olması gereken er ya da geç olur; kaldı ki diğer olasılıkta, zafer olasılığında sonuç trajedi olacak ve yenilenlere şimdi yaşadıklarından çok daha büyük bir yıkım getirecekti. İşte yenilenlerin avuntusu budur."*


*:jamaica kincaid, annemin otobiyografisi

23 Eylül 2024 Pazartesi

kalbi çiçek*

"karanfil elden ele" değil bu. karanfil elden ele gibi. 

pazartesi sabahı "yankı"sı da sayılabilir.

bu şarkı, 'kalbi çiçek'lere gelsin benden. gıdısı olanlar dahil...


19 Eylül 2024 Perşembe

cesaret

o yaz, hasan dedenin son yazı olabilirdi. öyle demişti yakari telefonda. sevgilimle yollara düştük. hasan dedeyi ve babanneyi tanımasa da, yakarilere çok defa misafir olmuştu. havaya asılı hüzne rağmen tıpkı büyük şehirdeki evde olduğu gibi vadiyi vadi yapan tepelerden birinin yamacındaki evde de sıcak karşılandı, iyi ağırlandı.

bir ara evdeki havanın ağırlığından kaçmak için üçümüz çarşıya çıktık. turist gözleriyle insanları seyredip sesleri dinledik ve yürürken sohbet ettik. nasıl olduysa denize açılan o küçük şehrin küçük merkezinden uzaklaşmış olmalıyız ki etrafta insan kalmamıştı.

sadece yirmi metre kadar önümüzde kolkola yürüyen iki adam ve bir kaç adım gerilerinde sohbet ederek onları takip eden, eşleri olduğunu düşündüğümüz iki kadın. hatta bu manzara üzerine eleştirel bir bakışla neler neler konuştuk.

birden bire adamlar iki yana ayrıldı. ellerinde birer tabanca ışıltısı parıldadı. o iki kadın, "yapma kurban olduğum", "sok onu beline" falan diyerek adamlara sarıldı. elinden, kolundan, ceketinin eteğinden tutup uzaklaştırmaya çalıştı.

o kısacık anda, "ne yapıyorsunuz bey amca. yakışıyor mu?" diyerek aralarına girmek ve onları birbirinden ayırmak için fırladım. ama iki el beni tuttu. sonra da, "ben olmasam az ölüyordun", "hayatını bana borçlusun, istediğim her şeyi yapmak zorundasın" diyerek benimle yıllarca dalga geçtiler.

/bu anıyı, ne kadar korkusuz, cesur ve kahraman olduğumu söylemek için anlatmadım elbette. bu hayatta korktuğum bir sürü şey var. iyiki de var./

benimki sadece refleksti. biraz, çok değil beş saniye düşünebilsem asla o hamleyi yapmazdım. kayıtsız kalamazdım ama eli silahlı, o silahları birbirine doğrultmuş iki adamın arasına girip onları ayırmaya kalkmazdım.

babam çok üzülür, annem çok ağlardı. yakari suçluluk duyardı kesin. ailesi yaklaşmakta olan bir kaybın yüküne, gerçekleşmiş bir kaybın ağırlığını eklerdi. sevgilime "dünyanın sonuna bile gitse" eşlik edemezdim artık. mahkeme, cenaze vs. bir sürü sıkıntı olurdu sevdiklerime.

o yüzden şeref yoksunu, aşağılık insanların bir kadına, çocuğa ya da kendinden zayıf birine şiddet uyguladığı haberleri önüme çıkınca seyretmiyorum ama orada var olduğunu bildiğim olaylara karışmamayı tercih eden insanları anlayabiliyorum.

çünkü o şeref yoksunu mahlûkun kim olduğunu ve neler yapabileceğini bilemiyoruz. müdahil olursa başına ne geleceğini de.

ve suçun büyüğünün duruma ivedilikle müdahale etmeyen kolluk kuvvetlerinde olduğunu düşünüyorum. hem de iki defa: ilki asli görevlerini yapmadıkları için, ikincisi de insanlara bir açmazın ağırlığını yükledikleri için.

bir de durup izleyenler, hatta cep telefonlarını çıkarıp videoya çekenler var ki, allahlarından bulsunlar. soysuz yaratıklar.

16 Eylül 2024 Pazartesi

konum - on üç

fallen leaves (2023)* ile porto (2016)** arasında bir yerlerde.


*: aki kaurismäki
**:jim jarmusch

15 Eylül 2024 Pazar

insan değil

bin dokuz yüz elli bir. john fowles'ın tuttuğu günceye* itimat edersek; bir ekim...

iş arayışındaki john fowles nihayet olumlu bir yanıt alır. yeni yıldan itibaren atina'nın güneyindeki spetsai adasında bir okulda çalışacaktır. anargyrios ve korgialeneios kolejleri...

vatanlarından uzakta yaşayan iki zengin yunanlı hayırseverin, spetsai'de doğmuş iki tütün baronunun bağışlarıyla yapılan bu okul geleneksel ingiliz okulları örnek alınarak kurulmuş ve bin dokuz yirmi yedide eric sloman adlı bir ingilizin müdürlüğünde açılmıştır.

gerisini bir zamanlar türkçede moda olan ama şimdi unutulan lawrence durell'dan dinleyelim:

"en iyi aileler oğullarını devlet adamı olacak şekilde eğitilsin diye buraya gönderir ama sonuç daima hep aynı sanki. devlet adamı yerine siyasetçi yani çok farklı tür bir hayvan oluyorlar."


*: birinci cilt 1949-1965, ayrıntı yayınları

10 Eylül 2024 Salı

dakika ve skor

"Arşivdeki fotoğraflarına bakar. Stephen King romanı okuyan bir işinsanının yanında Batman kılığında dalgın bir çocuk yolculuk ediyor. Ona Vicente'nin dört beş yaşlarındaki halini hatırlattığı için bu fotoğrafa bayılıyor, o zaman da şimdiki gibi baş başa yaşıyorlardı, çocuk daima vampir pelerini giyer, korsan kılıcı olmadan sokağa adımını atmazdı. Bir akşam aceleleri vardı, çocuk kılıcını almayı unutmuş, geri dönmek istemiş, Carla buna itiraz etmişti.

Vicente ise yarı ciddi, yarı üzgün, "Geri dönüp kılıcı almazsak seni nasıl koruyacağım peki anne," demişti."*


*:alejandro zambra, şilili şair

8 Eylül 2024 Pazar

günün sorusu: altı çizili satırlar

bazı insanlar neden satırların altını çizmekten kaçınır? donanımlarının vasatlığı ile yüzleşmekten korktukları için mi yoksa iç dünyamı ele veririm diye mi?

6 Eylül 2024 Cuma

mektup

son sıcaklar at kestanesinin yapraklarını kavurdu. neredeyse siyaha çalan kuru yapraklar, yazgılarına uzak düşmüş olmanın acısıyla günlerdir kendilerini bu trajediden kurtaracak güçlü bir rüzgârı, mümkünse ona eşlik edecek bir yağmuru bekliyor.

3 Eylül 2024 Salı

fallen leaves (2023)

ya da "bir film izledim, bir çok filmi andım".

/en başta, anlam değilse de fonetik benzerlikten fallen angels (1995).../

her şeyden önce film yerine hikâye demek isterim bu filme. seksen bir dakikalık, modern zaman dizilerinde ancak bir bölüm olabilecek uzunluğu ile kısa film olamayacak kadar uzun, normal bir sinema filmine göre kısa, edebiyat olsa novella denilebilecek bir hikâye.

has yönetmenlerden aki kaurismäki, usul usul akan, fazlalıkları acımadan atılmış, şiir gibi film yapmış. neredeyse her sahnesi diyalog yerine müzikler eşliğinde perdeye yansıyan, kurgusu eksilte eksilte tamamlanmış, ışık ve renk tercihleri ile yönetmenin ruhdaşı jim carmush'a [only lovers left alive (2013)] selam durduğu bir film.

sıradan iki insan, yapayalnız iki ruh karşılaşır ve aşk olur. ama kavuşamazlar, çünkü adam kadının telefon numarasını kaybeder. [mr. nobody (2009) gelir akla. ama orada sebep, "teksas'ta bir kelebeğin kanat çırpması" iken burada holappa'nın dikkatsizliğinden başka bir şey değil.] tekrar bir araya geldiklerinde ise ansa adamın alkol bağımlısı olduğunu anlar. [bir leaving las vegas (1995) hayranı olarak ben ve sera'yı hatırlamamak mümkün değildi. ama ben ölmek için içerken, holappa hayata tahammül edebilmek için alkole sığınıyor.]

çünkü ansa, hem babasını hem de abisini alkol bağımlılığı yüzünden kaybetmiştir ve alkole anlayışlı yaklaşması mümkün değildir. holappa alkolü bırakıp kadına tekrar ulaştığında, kadın, "gel," der. "hemen gel!"

ama payına yağmurla yıkanan camın ardında, ıslak kaldırımı seyrederek beklemek düşer.

çünkü sevinçle pansiyondan dışarı fırlayan adama tren (muhtemelen tramvay) çarpmıştır. ama bunu bilmeyen kadın bir defa daha makus talihine yenildiğini düşünür ve minimalist yaşantısına geri döner. [perfect days (2023) dediğinizi duyar gibiyim ama bu bir tercih ya da güzelleme değil. aksine mecburiyet. para için bulabildiği her işte çalışmaya hazır ansa'nın hirayama ile yalnızlıktan başka ortak yanı yok. hele elektrik faturasını okuduğu bir sahne var ki, anında tek keyfi olan radyoyu kapatması, bununla yetinmeyip lambayı söndürmesi iç acıttı.]

/evet, dayatılan değil tercih edilen güzel. hayatın her alanında olduğu gibi./

merak etmeyin ama bir araya gelecekler ve bir sonbahar günü parkta, kuru yapraklar üzerinde geleceğe yürüyecekler.

*
en iyi 'hatırlama'yı ise en sona sakladım.

ikinci karşılaşmada (ki bu, tesadüften çok göz göze gelebilmek için sürekli onun gözlerine bakmak gibiydi) ansa holappa'yı evine, akşam yemeğine davet eder. ama bir problem vardır; minimalist(!) yaşantısına ikinci bir tabağa, çatala, bıçağa olanak yoktur. onları satın alırken bütün aşk sözcüklerinin boşuna, aslolanın eylem olduğunu anlıyorsunuz: ansa holappa'yı seviyor, ansa holappa'yı seviyor...

yemeğin peşi sıra adamın alkol sorununu fark eden ansa, babası ve abisinden sonra buna bir defa daha şahit olmak istemediğini söyleyince de kendisine yolun gözüktüğünü anlayan holappa ceketini alıp gider. ve ansa tabağı çatal ve bıçakla birlikte çöpe atar. biraz kırgın ama öfkeden uzak. evet, aşk bitmiştir. ya da, bu ilişkinin bir geleceği yoktur.

bazan bir tabak bile her şeyi anlatıyor aslında. tıpkı konserveler gibi.

[vesikalı yarim (1968), sabiha ve halil'in konserve kavanozlarını rafa dizdiği sahne. bak buradayız, en azından bu konserveler bitene kadar. söz...]

31 Ağustos 2024 Cumartesi

soru - cevap

" - aradan geçen bunca yıl boyunca beni hiç unuttuğun oldu mu?

   - unutuyordum elbette. ama bu insanın yaşadığını, nefes aldığını unutması gibi bir şeydi."*


*: ivan bunin, güneş çarpması - natali

27 Ağustos 2024 Salı

anwar el ghazi

kendisi futbolcu. fas asıllı hollandalı. geçen yıl mainz05'e transfer olunca radarıma girdi. çünkü mainz05 bir liverpool değilse de en sevdiğim takımlardan biri(ydi).

iyi futbolcudur. oynadığı takımlardan, o takımlara verdiği katkıdan da anlayabilirsiniz bunu. ne denli büyük bir karakter olduğunu ise gazze'de olup bitene kayıtsız kalmayarak gösterdi. ve bir kahramanım daha oldu.

tıpkı kendisinin olmayan bir savaşa gitmeyi reddeden muhammed ali, bir çift siyah deri eldiveni paylaşan tommie smith ve john carlos gibiydi. çünkü "katil devlet israil"e verdiği sözden, ettiği sadakat yemininden dön(e)meyen bir ülkede susmayı reddetmişti.

kulübü hemen bir açıklama yaparak bu yiğidin sözleşmesini askıya aldı, göğsünün sol yanında mangal gibi bir yürek taşıyan bu cesur adam sözlerini geri almak yerine arkasında durunca da sözleşmesini tek taraflı feshetti. sebep ise, "kulüp olarak her türden siyasetin dışında kalmak" istemeleri.

oysa aynı kulüp, takımı olduğu ülkenin hatasından ve yazılı anlaşmalara uymayışından doğan ve devam eden bir savaşa karşı neler neler yapmıştı. elbette, "savaşa hayır!" ama utanmasalar insanları neredeyse rus kökenli oldukları için stadyuma almayacaklardı.

anwar el ghazi bir yandan sosyal medya hesaplarını "kötülüğün ana kaynağı israil"e ve masum insanlara yaptığı zulme karşı kullanırken, diğer yandan hakkı olanı almak için mainz05 futbol kulübünü mahkemeye verdi.

twitter hesabımda "süper ligimizde yiğide ihtiyacı olan bir takım yok mudur?" günün sorusu hâlâ taslak olarak duruyorsa dava yüzünden bu sene başka bir sözleşme yapmamayı göze aldığını öğrendiğim içindir.

ve temmuz başındaki mahkemeyi kazandı anwar el ghazi. kulüp temyize başvurdu ama hakim sözleşmenin haksız bir şekilde feshedildiğine, futbolcunun paylaşımlarının ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğine ve mainz05'ün bir milyon yedi yüz elli bin euro tazminat ödemesine karar verdi. 

/hiçbir zaman olur olmaz yerde ve zamanda almanya ya da batı övenlerden olmadım. ama her bir parçasıyla "aşağılık israil"e teslim olmuş bir ülkede hukukun bu kararı ver(ebil)mesi muhteşem. ve saygı duyulası./

ve son haber daha geldi anwar el ghazi'den. hukuki mücadelesinin parayla ilgisi olmadığını söylüyor, kazandığı tazminatın beş yüz bin eurosunu gazzeli çocuklar için bağışlayacağını duyuruyordu.

bir de mainz05'e teşekkür ediyordu. futbol dünyasının gördüğü en güzel çalımlardan biriyle. hatta nanik...

"umarım, tazminat ödememek için tekrar tekrar yaptıkları başarısız girişimlere rağmen, benim aracılığımla gazzeli çocuklar için hayatı biraz daha katlanılabilir hale getirmeye maddi katkıda bulunduklarını bilerek teselli bulurlar."

22 Ağustos 2024 Perşembe

tehlikeli şiirler - yetmiş

tehlikeli şiirler okuyalım leyla
birhan keskin'den mektup mesela 

Sevgilim, sen bunu aldığında
-ki mektup denemez buna-
umarım bağışlarsın beni:
yazamadığım mektuplarda biriktirdim kederimi.

Sevgilim İstanbul'da yaz bitiyor,
bu güz gecelerinde ben, sardunyaların arasında
senin getirdiğin mumları yakıyorum.
Bir fotoğrafa bakıp "deniz" diyorum:
Ne kadar dingin, nasıl sonsuz, olduğu yerde.
Sevgilim beni bağışla,
sana mektup yazamıyorum.
Yüzümün bir yarısı acı çekiyor, mavi
bir fotoğrafta, kızıl bir ufuk
biriktiriyor kış için öteki yarısı
coşkuyla ilgili değil elbet hayatım.

Sevgilim seni bilmemenin kederli gölgesi altındayım.

Deniz "öylece" duruyor, orada, yazda.
Hayat öylesine caydırıcı ki, korkuyorum
Sevgilim…bu dünyayı ben uydurdum
desem, sonrasını diyemiyorum.

Sevgilim, günün belli saatlerinde seni unutmayı deniyorum.

Sen bunu aldığında
-ki mektup denemez buna-
umarım bağışlarsın kederimi, haylazlığımı,
umutsuzluğumu, dalgınlığımı; yani
benden geçtiğinde anlamı sarsılan ne varsa…
Umarım her şey olacağına varıyor der,
ve kabullenirsin
kum nasıl çizmişse incecik bir camı.

18 Ağustos 2024 Pazar

mürekkep yerine limon suyu

beyaz kağıda mürekkep yerine limon suyu kullanarak yazdığımız cümlelerin bir süre sonra görünmez olduğunu çocukken öğrenmiştim. ama nasıl? belki büyük bir heyecanla okuduğum bir kitaptan, belki fen bilgisi derslerinin birinden. bilmiyorum.

çünkü maceradan uzak, sıkıcı hayatına heyecan katmak için kitaplara koşan küçük çocuk da bendim, eğer büyüklerin sözünü dinler, derslerinde başarılı olursa iyi bir insan olacağını sanan çocuk da.

kağıdı ateşe tutunca, yanmakla kurumak arasındaki bir anda yazı okunur olurdu: seni seviyorum baba. iyi ki benim babamsın. bunun için her gün allaha şükrediyorum.

*

altben, ego, gizli ben... freud burada olsa hangisini kullanırdı bilmem. belki, "bırak bu işleri, kalbi kırık cümleler yazmaya devam et," derdi. ama yok, üstelik kalem benim elimde.

adı her neyse, bilimsel karşılığı ne ise o. tam da buna benziyor. bana kalırsa, yazılırken yüzde yetmiş beşi mürekkep yerine limon suyu kullanılmış defterleriz biz. geriye kalan yüzde yirmi beşi herkes okuyor da yüzde yetmiş beş saklı kalıyor. çoğu zaman bizden bile.

bir gün, bir an bir şey oluyor: bir şarkı, bir koku, bir kaza, bir mektup... o şey kağıdı tuttuğumuz aleve dönüşüyor. hiç beklemediğimiz kadar öfkeli, özlemiş, tutkulu, alçak, gaddar oluyoruz.

bizi bile şaşırtıyor bu hâl. daha evvel hiç böyle olmamıştık çünkü. geçmişte ip-uçları arıyor, "bu, ben miyim?" diye merakla aynalara bakıyoruz.

evet, biziz. bir süre önceki beyaz, boş sayfa. sadece bir yangın çıktı, alevler yaklaştı.

14 Ağustos 2024 Çarşamba

dakika ve skor

"Yeniden görüşmeye başlamamız için bir telefon yetebilirdi. Hiçbirimiz kavuşmanın yaratabileceği düş kırıklığını göze alamadık."*


*: édouard levé, intihar

12 Ağustos 2024 Pazartesi

ilk izlenim için tek bir şansın vardır: yirmi altı

peyami safa'nın, edebiyat mahfillerinde "o olmasaydı peyami safa aç kalırdı" denilen müstearı server bedi olarak yazdığı ama yazarken peyami safa olmaktan kurtulamadığı romanı cumbadan rumbaya'da güzeller güzeli karagümrüklü deli cemile yeni kiracılarının önce evlerinde kiracı, daha sonra kalbinin sahibi olacak oğlu selimle ilk kez karşılaşıyor:

"cemile eve girerken kiracının genç oğlu ile göz göze geldi. nedense ikisinin de bakışları birbirine fazlaca yapışmıştı. cemile, "şirin bir oğlana benziyor!" diye düşündü. iki adım yürüdükten sonra başını çevirip bir daha bakmıştı. bu sefer genç kiracının halinde aradığı şey sevimlilik değil, yapmak istediği karışık işlere* yarar beceriklilikti. tekrar göz göze geldiler. cemile bu sefer de, "kurnaz bir oğlana benziyor!" diye düşündü."

selim de onunla**:

akşam ev ziyaretine gelen arkadaşlarına, "azizim... merkezi şu topuğumun bastığı yer olmak üzere bütün karagümrük'ü ve civarını içine alan büyük bir daire çizin, içinde iki tane daha böyle kız bulursanız alnınızı karışlarım." dedikten sonra anlatmaya devam ediyor.

"yüzü de güzel... dedim ya bu taraf mamulâtından değil... bilhassa gözler ve ağız mükemmel... kurnaz ve... hezeyanlı bir bakışı var. gözlerinin içi sayıklıyor... iki defa baktı bana... iki defa. birincisinde çapkınlık vardı. sonra iki adım yürüdü, başını çevirdi, bu sefer... bir şey arar gibi, daha dikkatli ve daha ciddî büsbütün başka türlü baktı."


*: türk modernleşmesine güçlü bir eleştiri ihtiva eden bu romanda karamgümrüklü deli cemile, mahalleden kurtulmak, eski ahşap evden apartman dairesine, başka bir deyişle 'cumbadan rumbaya' geçmek için her şeyi göze almıştır. annesini evi satmaya ikna edemezse, evi yakacak ve sigortadan alacakları parayla nişantaşı'na taşınacaklardır.
**: bütün bunları, kahkahaları merak edip kiraya verilen selamlık dairesindeki sohbeti ahşap kapının ardından dinleyen cemile de duyacaktır.

9 Ağustos 2024 Cuma

ayrılmam*

neden olmasın? nasıl olsa müzik zevkim kötü.

bir kaç hafta önceydi. yaz sıcağından kaçmış, evde, kapı ve pencereleri ardına kadar açmış ama perdeleri sıkı sıkıya kapamış kitap okuyorum. zaman zaman sokağın sesi doluyor olduğum odaya. ya da ben zaman zaman okuduğum kitap bahanesiyle gittiğim uzaklıktan geriye dönüyorum.

ve döndükçe aklıma kemal bey geliyor. 'masumiyet müzesi'nde füsunla geçirdiği "hayatının en mutlu anları"nı hatırlıyorum. ardından, tam da öyle, mahalle ortasındaki bir evde, evin önündeki çocuk parkından gelen çocuk, sokaktan yükselen vasıta sesleri eve dolarken sevişmek yerine kitap okuduğumu düşünerek gülüyorum.

bütün bunların arasında bir şarkıyı ayırt ettim. uzaklaşmadığına göre komşu evlerden birinden geliyordu. ya da sokaktaki binaların ilk katını işgal eden dükkanlardan birinden. belki de sevgilisinin oturduğu evin önüne park eden sevdalı bir yiğit emanet arabasının kapı ve camlarıyla beraber sesi de sonuna kadar açmıştı.

sonrası malum. dinledikçe dinleyesim geldi. şimdi de buraya taşıdım. müzik zevki yükseklere değilse de her türden müzikten haz devşirebilenlere gelsin benden. gıdısı olanlar istisna...



6 Ağustos 2024 Salı

x versus twitter

bakmayın siz X yazdığıma. konuşurken hâlâ twitter diyorum. ve ne zaman X değil de twitter desem, kendimi tıpkı, paradan 'altı sıfır' atılmasının üzerinden yüz sene geçmesine rağmen hâlâ milyarla, trilyonla konuşan teyze ve amcalar gibi hissediyorum

altı, sıfır, atmak falan deyince de aklıma, "altı kasım - altı sıfır diyalektiğine giriş" dersi geldi. bunu hatırlayınca da insan ister istemez, "üç sıfırdan dört üç" ön lisans dersini, "on dokuz mayıs parti bozumu" etkinliklerini hatırlıyor.

bir de, "anelka'nın inönü'de sağ kanattan akışı" var ki sormadan olmaz: bütün güzel kızlar beşiktaşlı olmak zorunda mı?

üstelik, "beşiktaşlı kızlar sonunda bir fenerbahçeliye aşık olur".

ne güzel roman adı olurdu. hele de o kız, her kadın bir rus şaire aşık olur namlı romandan haberdar ise.

4 Ağustos 2024 Pazar

merak

fotoğraf ve notlardan oluşan bir dosyayı, merak ve temizlik motivasyonuyla karıştırırken karşıma mart başında X'de paylaşılmıs bir gönderi çıktı. 'beğen'diğim yetmezmiş gibi bir de ekran görüntüsü almışım:

"bir süredir yeni bir hata üzerinde çalışıyorum temmuz sonuna kadar yapmış olurum sanırım"

şakamı ciddi mi, bilmiyorum. belki de türkçenin en büyük şairine* naziredir. ama önemli değil.

sadece merak ettim. n'aptı? yaptı mı?


*:"çünkü ben çok gizli bir yanlışın
    dehşetengiz yeteneğini ölçmek için
    yepyeni bir hata için iniyorum akdeniz'e"

1 Ağustos 2024 Perşembe

taş fırın notları

kalabalık, şölen sofrası gibi kahvaltı masalarını, masayı toplamadan, sadece öyle masalarda vücut bulan ve insana zamanı unutturan upuzun sohbetleri sevdiğim kadar kahvaltıdan önce taze ekmek ya da pide almak için aylak adımlarla fırına gitmeyi, yol üzerindeki selamlaşmaları, ayaküstü sohbetleri, hatta fırının içinde benden bağımsız gelişen muhabbetleri de severim.

dönüş yolunda ekmeğin ucundan, pidenin kenarından bir parçayı koparıp yemek ise bambaşka bir haz.

bu ara, uzak ama pidesi çok güzel olduğu için gittiğim bir fırın var. tırnak pide diyoruz ama bana kalırsa normal pidenin iki yanından çekilip biraz daha uzatılmış hâli. saat on civarında çıkıyor ve bu, 'kanun değil'.

bazan çeyrek saat beklemek gerekebiliyor. o zaman bir kaç cümleyle sıramı savdıktan sonra bir köşede durup sohbetleri dinliyorum ben de.

o sohbetlerden hoşuma gidenleri unutmazsam, tıpkı duyduğum hâliyle not alıyorum.

alın size o notlar. 'kısa kısa'lar tadında taş fırın notları:

* "balı savmak için yivdinin tohumunun siyahlaşmasını beklicen."

(burada mürver tohumundan bahsediyorlar)

* "bu sene doğru dürüst kar yağmadıki. köyde bile çaruk bavında kar oldu, olmadı."

* deli abdul der ki, "yirmiye kadar evlenemediysen, kırka kadar zenginlemediysen, altmışa kadar ölemediysen bi boka yaramazsın."

(bu sözü çok sevdiğimi, fırına gelen günlük yerel gazetenin sayfalarından birindeki boşluğa tekrar ettire ettire not aldığımı itiraf ederim.)

* "ölme yeter ki! unutuli be insan."

* "iyi bir pideci mutluluk dağıtan bir büyücü gibidir."

(şaka yaptım. bu cümle trabzon'da çardak pide'nin duvarında yazıyor. okuyunca gülmüş, "hiç olmazsa sonunda 'm.kemal atatürk' yazmıyor," diye şükretmiştim.)

* - biraneyi kurşunlayanlar yakalandı mı?
   - yok.
   - kim olduğu belli mi?
   - yüzü görünmüyor ama iri adam işi değil. silahı belinden çekince, tek eliyle tartamıyor tabancayı. iki eliyle tutup ateş ediyor. çok olsun on dört - on beş yaşında.

* "ne yağmur görmüş ıslanmış ne ölüm görmüş uslanmış."

(kütahya yöresindenmiş. kasaya bakan abi can sıkıntısından kopardığı takvim yaprağının arkasını okudu)

* - sela kimindi?
   - nurinin...
   - kaportacı nuri mi? sanayide? hasta diyorlardı.
   - yok. istanbul'dan geldi. hani gaynının garısıyla istanbul'a kaçtıydı. nerdeyse otuz sene var. o ölmüş.

28 Temmuz 2024 Pazar

tanışma - tanıma

hayatın acemisi ya da iflah olmaz romantiklerden değilseniz dünyaya dair her şey gibi aşkın da bitimli olduğunu bilirsiniz.

başlıyorum... "kim ne derse desin aşk ilk andadır, başlangıçtadır," diyerek, "ilk görüşte aşka inanır mısınız?" diye soran muhatabına, "başka türlüsü mümkün mü?" ayarı veren marquez karakterine selam ederek.

o 'ilk an'da anlamak mümkünse de tanımak mümkün değildir karşımızdakini. zaman geçtikçe tanırız. o 'ilk an'da gülerken gözlerinin kenarında oluşan güzelim kırışıklıkları fark etsek de, -söz gelimi- diş macununu ortasından sıktığını daha sonra öğreniriz.

başka bir deyişle aşkın bitme zamanı geldiğinde o 'ilk an'a göre daha iyi tanıdığımız bir insandan ayrılırız. ya da o, daha iyi tanıdığı bizden ayrılır.

soruyorum... bizi tanımadığı için aşık olmuş, tanıdığı için mi ayrılmıştır? mesele tanımak tanımamak değildir de hevesi mi geçmiştir? araya kara kedi mi girmiş, bizi göremez mi olmuştur? karpuza asla hayır diyemeyecek olsa da sürekli karpuz yemekten mi sıkılmıştır? biz aynı kalsak da o mu değişmiştir? "sorun sende değil de bende" midir? sadece zamana mı yenildik biz? daha iyisini mi bulmuştur?

bitiriyorum... dürüst olayım; umrumda değil. ben öldükten sonra, beni öldüren depremin şiddeti umrumda değil.

yine de... evet, yine de... sizi severken artık sevmiyor normal dahi olsa acı değil mi?

hele de tanımak buna sebep olmuşsa.

facia...

26 Temmuz 2024 Cuma

gülücük

göz kapaklarında cennetten kalma bir rüyanın rüzgârı gezindi ve dudaklarında usul usul büyüyen bir tebessümle cennet bahçelerinden bu yana kendisine eşlik eden meleklere, belki de dakikalardır onu seyreden amcasına gülümsedi.

20 Temmuz 2024 Cumartesi

boomerasking

internet ekipler amiri m. serdar kuzuloğlu'na itimat edersek; muhatabına kendini derdini anlatmak için soru sormaya verilen isimmiş.

başka bir deyişle, muhatabınız geri yuvarlasın diye masanın altından topu ona yuvarlamak ya da söz sırası çabucak bize geçsin diye yalandan(!) soru sormak.

şimdi de bir örnekle açıklayalım:

- beni özledin mi?

- çok.

- ama benim seni özlediğim kadar çok özlemiş olamazsın. bazı sabahlar, ya onsuz bir dünyaya uyandıysam, korkusuyla açıyorum gözlerimi. hayatta olduğunu anlayana kadar da büyüdükçe büyüyor korkum. sonra yerini özlemek alıyor. senden yana uzanmak istesem de kendimi tutuyorum. orada koşan, yüzen, kaktüslerin toprağını değiştiren, bulutları seyreden bir adam olduğunu bilmek yetiyor.



zeyl: insan merak etmiyor değil; aynı şeyi, dünya fenerbahçeliler günü bahanesiyle kutlama mesajı atarak yapmanın da bir adı var mı?

17 Temmuz 2024 Çarşamba

deneme

"hayata dair bilgim az olabilir," dedi adam. "ama seni tanıyorum. bensizliği denedin ve başarısız oldun. özlemek değil bu. sevmek, hiç değil."

13 Temmuz 2024 Cumartesi

ilk izlenim için tek bir şansın vardır: yirmi beş

gassan kenefânî, "kıymetlim!" hitabıyla başladığı mektup-öyküde hasta, adım adım ölüme giden bir adamın duygularına ses olur. 

adamın arada "azizem" deyip nefeslendiği bu mektupta, taşıyamaz olduğu duyguları, muhatabına vaktinde söyleyemediklerini ölüp gelip onu bulmadan önce söylemenin telaşı vardır.

doktorunun 'ruhsuz' kelimelerinden kendisi için bir gelecek olamayacağını anlayan adam, tam da kadına "benden sana yar olmaz" demeye karar vermişken kadın ondan hızlı davranmış, istikrarlı bir hayat isteyenlere özgü cesaretle bir başkasının hayatındaki varlığını haber vermiştir. adama ise kala kala suskunluk, bu tercihe saygı duymak ve kelimelere sığınmak kalmıştır çünkü.

adam anlattıkça anlarız ki sonu istediği bitmese de hiç de fena başlamamıştır hikâye. zor geçen çocukluğunun peşi sıra büyümenin zorlu yollarında yürürken birden bire "güzel bir şey olmuş, uzaktaki pırıltının üzerinde üst üste yığılmış bulutlar aralanmıştır".

"Hatırlıyor musun? Küçük bir tören ikimizi bir araya getirmişti. Gözlerim gözlerinle buluştuğunda bir kazmanın göğsümün içinde harekete geçtiğini ve küçüklüğümden bu yana içimde çöreklenen bütün acıları devirdiğini hissettim. Saçların harikaydı. Gözlerin büyüleyici bir siyaha bürünmüştü. Bilinçsizce sana bakarken buldum kendimi. Daha sonra okuduğum hatıralarında yazmıştın bu ânı, bir limana demir atacakmışçasına bakan bu denizciden hoşlandığını."*


*: on iki numaralı yatağın ölümü - cenazemde, s:53, loras yayınları

10 Temmuz 2024 Çarşamba

yaz

"ya baharın ardından yaz gelmezse, diye korkuya kapılmaz ağaç; yaz gelir hep çünkü. ama önlerinde bir sonsuzluk varmış gibi tasasız bir suskunluk ve enginlik içinde bekleyen sabırlıları gelip bulur ancak."*


*: rainer maria rilke

7 Temmuz 2024 Pazar

huy

kendimi severim. hayır, beğenmek değil bu. olana razı gelerek, olandan memnun olmak. ya da olana şükretmek.

elbette kusurlarım var. sayfalar tutmasa da bir sürü satır işgal eder.

ama bir huyum var ki elimde olsa değiştirmek isterdim. belki psikolojik bir rahatsızlıktır, belki almancada tek kelimelik karşılığı vardır ama ben bilmiyorum.

her zaman değil ama bazan güzel bir anın içinde, aklıma nereden geliyorsa o anın biricik ve bitimli olduğu geliyor. o keyifli anın/günün/gezinin/ziyaretin/muhabbetin tadını çıkartmak yerine olan bitenin geçip gittiğini duyumsuyorun. ve o keyif gidiyor, yerini karşı konulamaz bir hüzün alıyor.

bu insanlar belki de bir daha hiçbir zaman bir araya gelmeyecek diyorum. nakş-ı cihan meydanı'nın rüzgârı bir daha alnımı serinletmeyecek, önümüzdeki yaz başımı dalgalara vura vura ufka yüzemeyeceğim belki, seneye buraya geldiğim bu ev, bu masa, bu manzara aynı ev, aynı masa, aynı manzara olacak da ben aynı ben olacak mıyım vesaire... 

elbette anı yaşamayı, anın tadını çıkartmayı biliyorum. o büyük keyfi.

ama bazan...

4 Temmuz 2024 Perşembe

günün sorusu: bakiye

her şey unutulduğunda geriye ne kalır?

2 Temmuz 2024 Salı

federer: twelve final days (2024)

ya da 'iyi aile çocuğu federer'in son on iki günü.

asif kapadia ve joe sabia ikilisinin yönettiği, gelmiş geçmiş en iyi tenisçinin profesyonel kariyerindeki son on iki gününe odaklanan belgesel film bence 'olmuş'.

kurgu, anlatım/senaryo, arşiv görüntülerinin kullanımı vesaire... kısaca sinema adına ne varsa yerli yerinde.

belki oyunculuk biraz soru işareti. hâl ve hareketler, kameranın ve o anların belgesel olacağının farkındaki insanlara ait gibiydi. nasıl desem? hiç kimsenin okumayacağı bir günlük ile yayınlansın diye tutulan günlük arasındaki bariz fark gibi.

yine de yanılgı ihtimalini, roger federer ve ailesinin bizler gibi örtülü gelenekten gelmediğini de akılda tutmalı.

/ama derdim bunlar değil. hem de hiç değil. asıl söylemek istediğimi sona bırakarak devam etmek istiyorum./

* mirka'nın hem belgeseldeki, hem aile içindeki yerine bayıldım. -eğer varsa- ideal evlilik böyle olmalıdır, dedim. erkeğin ön planda olduğu geleneksel bir aile tablosu ama son söz kadının. onun onayını almayan hiçbir eylemin olabilirliği yok.

* evet, federer'in vedasını bekliyorduk. yine de o süreci sanki hazırlıksız yakalanmış gibi yaşadık. enerjisinin tekler maçına yetmeyeceğini tahmin etmek zor değildi. o yüzden partnerinin nadal olacağı bir çiftler maçı hem filmde hem hayatta veda için makul ve uygundu.

son bir kaç dakikaya kadar kurgu, hollywood tarzı bir filmin sonuna yakışacak bir maç vardı kortta. son bir şarkı için korta çıkan federer, yanında adının her zaman birlikte anıldığı nadal, yüze gelip yerleşen acı ifadesi, izleyene hüzün veren, eski günlerin geride kaldığını hatırlatan hatalar, hatta mucize (top fileyi direklere bağlayan düğümün içinden geçti) bir sayı ve nihayet maç sayısı için servis noktasına gelen federer. 

ama amerikalı tenisçi tiafoe çıktı ve partiyi tam anlamıyla bozdu. oyunu bildiği gibi oynadı. hatta direnç koydu. maç federer'in servisleriyle bitmediği gibi maçı da kaybetti federer - nadal ikilisi. başka bir deyişle tarihin en büyük tenisçisi son maçını kaybederek veda etti kortlara.

tiafoe'ya çok kızdığımı hatırlıyorum. ve herkesin benimle aynı fikirde olduğuna emindim. ama maç sonrası soyunma odasında nadal'ın tiafoe için "göt!" diyeceğini, federer'in de "bırak şu götü" mealinde yanıt vereceği, hele de bunun yarı belgesel bir filmde yer alacağını tahmin etmezdim. 

/filmin en keyifli yeri olduğunu itiraf ederim./

* "nadal'dan bahsetmeden federer belgeseli olmaz," cümlesini önceden başka kurardım şimdi ise daha başka. son yıllara kadar "her şey zıddıyla kaimdir" hikâyesi olarak gördüğüm bu ilişkinin, yarışmacı kültürün ihtiyacı olan rekabet için bize öyle gösterildiğini bir defa daha anladım.

oysa kamera önünde hep dosttular. meğer kameraların olmadığı yerlerde de dostlarmış. adeta yirmi yıl boyunca her yere beraber giden, beraber seyahat eden iki yakın arkadaş. ve federer veda ederken ne güzel ağladılar. hem de el ele.

* ama bir kişi var ki her ikisinden de rol çalmış: 'küstah sırp' djokovic...

ama bu yeni bir hikâye değil. daha o günlerde, federer'in veda mektubu ve laver cup'ın son profesyonel turnuvası olacağı kesinleştiği günlerden itibaren.

kaldı ki federer de hem djokovic'e hakkını teslim ediyor, hem hak ettiği sevgiyi neden görmediğini açıklıyor, hem de ona yeterince saygı göstermediği günler için af diliyor belgeselde.

/yeteneği başından beri herkesçe bilinen djokovic'in atp tour'daki ilk yılları pek de takdir edilesi değil. yenileceğini anlayınca kaçan, pardon, "sakatlandım, güneş çarptı, anneme küstüm" diyerek maçtan çekilen bir oyuncuydu. federer de kameralar karşısında buna ayar olduğunu saklamıyordu./

* evet, asıl söylemek istediğim yere geldim...

ne zaman başladı bilmiyorum ama kendimi bildim bileli tenisi seviyorum. ama gerçek bir tenis izleyicisine dönüşmem iki bin sekiz australian open finalleriyle oldu. cumartesi kadınlar finali, pazar da erkekler. arkadaşım o hafta sonu yalnızdı. davet etti. ben de, "hayır" demedim.

finalde tabiî ki tsonga'yı tutuyordum. çünkü siyahiydi ve fena halde muhammed ali'ye benziyordu. ama ilk seti kaybetmesine rağmen maçı djokovic kazandı. ve bu grand slam şampiyonluğuydu. sonra da herkes gibi benim de radarıma girdi. ve işin tuhafı sevdim de. hatta nadal'dan bile çok sevdim.

oyunu sıkıcıydı ama rakibinin iyi sayısını alkışlaması beni mest etmişti. hele de kort dışında çok daha şenlikli biriydi. tam da üniversitede arkadaş olmak isteyeceğiniz türden. "küstah sırp" da onu çok sevdiğimden. yoksa milliyetinden dolayı birinden nefret edecek kadar ruh hastası değilim. faşistler müstesna. sadece nefret değil küfür de ediyorum.

ama korona sürecinde "küstah sırp" gitti, yerine tanımakta ve anlamakta güçlük çektiğim birisi geldi.

/aşı yaptırmamayı anladım ama aşı karşıtlığını bir türlü anlamadım. kaldı ki mecbur olmasam aşı yaptırmazdım. yaptırdığım için de pişman falan değilim.

biyoloji ya da tıpla en ufak ilişkisi olmadığı hâlde "aşı faydalı" diyenlere inanmayıp "aşı zararlı" diyenlere inanan, büyük oyunu çözmüş kitleyi hiç mi hiç anlamadım. anlatmaya çalışanı da dinlemedim.

bizler maymuna dönüşünce ya da kalp krizinden ölünce mutlu mesut yaşarlar artık./

dediğim gibi, sorun aşı karşıtlığı değildi. ama hastalık kapması muhtemel bir kalabalıkta basketbol maçı izledikten sonra çocuklarla etkinliğe katılması, röportaj vermesi ve nihayet kurallar gereği avustralya'ya giremeyeceği kesinleşince de, "testim pozitif çıkmıştı, iyileştim" demesi.

sevenlerinin eline tutuşturduğu iki ucu pis değnek. ya hasta hasta çocuklarla sarmaş dolaş fotoğraflar çektirip röportaj verdi ya da sırf doğal favorisi olduğu turnuvaya katılabilmek sahte belge düzenledi. ben kızmayı, hatta nefret etmeyi seçtim.

ta ki, federer'in son profesyonel turnuvası olacak laver cup'a katılacağını açıklayana kadar. tarihin en başarılı erkek tenisçisi olmasına rağmen takdir görmeyen, federer ve nadal kadar sevilmeyen, hatta oyun bozanlık yaptığı için bir çok tenisseverin nefret ettiği bu adam başrolde nadal ve federer olacağını bile bile, kendisinin de üçüncü adam olacağını bilerek, gölgede, arka planda kalmaya razı gelerek veda partisine katıldı.

olan bitene hiç aldırmadan federer'i onurlandırdı. erdemli bir insan, "küstah sırp" gibi.

29 Haziran 2024 Cumartesi

dakika ve skor

"Okul durmadan -miş gibi yapmaktı, komikmiş, ilginçmiş, iyiymiş gibi yapmak. Öğretmen de kendi radyo programını sunuyordu, gözlerini kocaman açıp hain kurt taklidi yaparak dudaklarını büze büze hikâyeler okuyordu. Herkes gülerken ben de kendimi zorlayıp gülüyordum. Konuşan hayvanlar hiçbir zaman o kadar ilgimi çekmedi. Bu saçmalıkları anlatırken bizi pek umursadığını da düşünmüyordum. Sandalyesinde öyle bir hoplayıp zıplıyordu ki gözüme kaçık ya da alık gibi görünüyordu; bu kuzu köpek hikâyelerini anlatmaktan yüksünmüyordu. Sağımda solumda oturan kızlar onu merakla dinliyor gibi görünüyordu. Biri, benim yanımda oturan, beş dakikada bir arkasına dönüp dalga geçiyor, sonra hop, ciddi ciddi öğretmeni dinlemeye koyuluyor, sonra tekrar aynı şeyi yapıyordu. Ben de onun gibi yaparak oyalanıyordum, başkaları nasıl davranırsa öyle davranmaya çalıştım hep."*


*: annie ernaux, boş dolaplar

26 Haziran 2024 Çarşamba

dut fidanı, yaban mersini ve gül

bir defa daha analım âyine-i mücellâda nihanız namlı öyküyü.

/o öyküde, öykü kahramanı yazara, "puşkin hakkında hafif bir yazı yaz, bitir artık hattat mı rasıt mıdır nedir o adamın hikâyesini," diyen bir editör vardır. onu analım./

sonra da, "blogun bir editörü olsaydı," diyelim bir defa daha.

"blogun bir editörü olsaydı, yaprağına su dokununca kokusunu salan sardunya hakkında hafif bir yazı yaz, bitir artık jet lag mı olmuş, kafası mı karışmış nedir o dut ağacının hikâyesini," derdi."

farkındayım bu bahis uzadı. ama geçenlerde dut fidanının yanına uğradım.

biliyorum; bir başkasının bahçesi, bahce sahibi diğer meyve fidanlarının bakımını en iyi sekilde yaparken onu bilerek ihmal etmiş ama dayanamadım. etrafında büyüyen otları ve dikenleri temizleyip ortaya çıkardım.

böylece ona yapılanları daha iyi gördüm. kırılan dallarını, soyulan kabuğunu, soyulan kabuğunu kendi başına iyileştirme çabasını, kırılan dallarına inat o kırıklarda filizlenen sürgünleri...

sonra aklıma tanıdığım 'en kötücül kadın' geldi. ankara, sokakları numaralarla belirlenmiş ünlü mahalle, oradaki bir teras, terasa açılan kapıya asılı deniz kabukları ve dağlardan sökülüp o terasa getirilmiş yaban mersini...

/"bir kaç yıl mutluydu. ben de mutluydum. ki o biraz da bendi. umudum ölünce başladı o da ölmeye. umutla yaşıyordu sanki. yeniden yeşertmek için uzun uzun nereden başlamamam gerektiğini düşündüm. ama umut yeşertmek zor. kurumaya yüz tutmuş bir yaban mersinini canlandırmak kadar zor. ama hala bir kaç yeşil yaprağım vardı; benim ya da yaban mersininin...(...)şimdi soruna gelelim, yani hafta sonuna; terasta dolandım, çiçeklere su verdim, birkaç yeni tohum ektim, toprağa bulandım. ve sonra yaban mersinin kurumaya yüz tutmuş dallarında bir kaç yaprak başlangıcı gördüm."/

neyse ki, aklıma iki bin on yedi ağustosundan bu yana elime almadığım küçük prens ve gülü geldi de o terastan atlamaktan kurtuldum.

/"insanlar bunu unuttu ama sen unutmamalısın." dedi tilki.

"evcilleştirdiğimiz şeylerden sorumlu oluruz. sen de gülünden sorumlusun..."

"ben gülümden sorumluyum." diye tekrar etti küçük prens./

dutlara zaafım, duta dair bir hikâyem olmayabilirdi. o dut fidanına rastlamayabilirdim. jet lag olduğunu fark etmeyebilirdim. bahçe sahibi onu diğer meyve fidanlarından ayırmayabilirdi. 

ama bunlar oldu. olurken omzuma sorumluluk yüklendi. tıpkı küçük prens gibi.

24 Haziran 2024 Pazartesi

minder

bahçeye girenleri gördüğünde üstünden kalktığı kilim desenli, kocaman minderde en ufak bir kırışıklık ya da çukur görünmüyordu; adeta az evvel orada oturmakta olan genç kadının bedeninin bir ağırlığı ya da maddesi yokmuş gibi.

19 Haziran 2024 Çarşamba

sosyal medyada bir ölüm*

önce noam chomsky'nin ölüm haberi düştü sosyal medyaya. sonra taziyeler, üzüntüler, övgüler, hatta anılar.

yaşı kemale ermiş, biraz bonkör davranırsak entelektüel sıfatından nasiplenebilecek okur yazar tayfa ahlar vahlar eşliğinde 'ışıklar içinde uyu'maya gönderdi ünlü düşünürü.

/bazan bu insanların 'taslaklar'da olası ölümler için taslak mesajlar bulundurduğunu, işaret gelince de 'gönder' deyip sosyal medyaya saldıklarını düşünüyorum. (ama konumuz bu değil.)

bir de, "her ölüm erken," kabul. ama doksan beş yaşındaki birinin ölmesi kimseyi şaşırtmamalı. birinin ölümü insanları üzebilir, onlara yaşlandığını hissettirebilir ama üretkenliği nihayete ermiş, herhangi bir verimden uzak birinin yokluğu yüzünden dünya niçin eskisi gibi olmasın ki? (şükürler olsun ki konumuz bu da değil.)/

hemen ardından eşi valeria wasserman'ın, gazetelere yolladığı "yok öyle bir şey. o iyi." diyen e-postası duyuldu.

meğer, geçen yıl kısmi felç geçiren ve hastaneye yatırılan noam chomsky'nin tedavisi evde devam edecekmiş.

bunu duyunca elimde olmadan güldüm ve refik halit karay'ı andım.

/kurtuluş savaşı aleyhine yazdığı yazılar nedeniyle vatan hainliğiyle suçlanıp, "yüzellilikler" adı verilen muhaliflerden biri olarak beyrut ve halep'te sürgün hayatı yaşamaya mecbur kalan refik halit karay, halep'te yaşadığı o sürgün yıllarında, istanbul gazetelerine "refik halit karay'ın vefat ve başsağlığı ilanı" diye kendisi için taziye ve ölüm ilanları verirmiş.

bu sözde "ölümünden sonra" kendisi hakkında yazılanları okur, evine başsağlığı için gelenleri takip edermiş.

kendi ifadesiyle, hâllerine "kıs kıs gülüyor", sonra da hiçbir şey olmamış gibi, "bir yanlışlık olmuş" deyip hayatına devam ediyormuş.

başka bir deyişle, ölerek hatırlatıyormuş kendini./

belki noam chomsky de öyle yapmıştır. kendini hatırlatmak ya da ölmeden önce öldüğünde peşi sıra denilecekleri duymak istemiştir.


*başlık, james agee romanı ailede bir ölüm'den ilhamla

18 Haziran 2024 Salı

dördüncü

ikste bir paylaşım önüme düştü. "sana özel" başlığı altında bir tavsiye. o şiir filmi sevdiğimi onlar da biliyor demek ki.

yenal bilgici'nin gazete yazısıydı. baştan sona severek okudum. bir şeye bakınca aynı şeyleri gören insanların ruhdaşlığını hissettim.

dahası aynı şeyleri hissetmenin güzelliğini.

*

seyredenler bilir; insanlar arasında dolaşan, yüksek yerlerden dünyayı seyreden, kütüphanelerde ikamet eden meleklerin, özelde ise insan olmak, rüzgârı yüzünde hissetmek isteyen bir meleğin şiiridir bu film.

bruno ganz'ın canlandırdığı, insan olmak isteyen bu melek isteği gerçekleştiği takdirde ilk gün yapmak istediklerini şöyle listeler: kahve içmek, bir türk berberine gitmek ve parmakları mürekkepten kararıncaya kadar gazete okumak…

yenal bilgici buradan yola çıkarak yazmış yazısını. ve başlarken de dediğim gibi baştan sona keyifli bir metin olmuş.

dayanamayıp, "işte bu!" dediğim son kısmı ise büyük bir keyifle (ç)alıyorum:

"bir sofrada olmak isterim. dostların arasında. hikâyeler anlatılsın, hikâyeler anlatayım isterim. yenilsin içilsin, zaman aksın, aramıza başka insanlar, başka hikâyeler katılsın isterim. çoğalalım isterim. çoğalalım ki günlük yenilgilerimizi hükümsüz kılalım. muhabbete değmeyen ne varsa dostluğun büyük zamanında kaybolup gitsin.

gece bittiğinde, sofradan kalktığımızda, yürüyerek, içimde yeni hikâyelerle ve bir şeyler anlatmış olmanın, insanlarla, insanlarımla yan yana durmuş olmanın silinmez hatırasıyla evime dönmek isterim.

evime vardığımda da, listeye eklediğim bu yeni maddeyi uzun uzun yazmak isterim."


merkez üs: https://www.gazeteduvar.com.tr/melegin-uc-dilegi-makale-1698948

14 Haziran 2024 Cuma

kolomb'un yumurtası

kristof kolomb bir ziyafette eline bir yumurta alır ve keşiflerini küçümseyen davetlilere, "bu yumurtanın masada dik durmasını kim sağlayabilir?" diye sorar.

kimse başaramaz. soran bakışlar ona çevrilince de yumurtayı alır, ucunu hafifçe masaya vurarak kabuğu parçalanmayacak şekilde kırar. yumurtanın yassılaşan ucunu tabağına koyar, yumurta dik durur.

"bunu herkes yapabilir," diye itiraz sesleri yükselir. kolomb istifini hiç bozmaz. "doğru," der.

"zor değil. zor olan, bunu düşünebilmektir."

11 Haziran 2024 Salı

gece ve yağmur

kemal varol'dan tarık tufan'a nazire...

bir adam girdi şehre koşarak'tada, "her insanın ömrü boyunca ezberinde tutacağı bir yağmur olmalı," dediği yere.

*

"(...)herkesin, harflerin görünen yüzüne gizlenmiş bir sır gibi parça parça açıldığı, bütün esrarın orta yere döküldüğü, yıllar yılı zihninde tutacak bir gecesi olmalıdır bu dünyada."*


*aşıklar bayramı

8 Haziran 2024 Cumartesi

dostluk da bilgi ve beceri ister

dostluğun aşktan da üstün olduğunu defalarca kez söyledim. dostlukta bir çeşit kutsiyet gördüğümü de. "aşk günden güne azalır, adına 'sevgi' dediğimiz bir 'alışkanlık'a dönüşürken, dostluklar zaman geçtikçe sağlamlaşır, insanı yarı yolda bırakmaz," bile dedim.

/bu aşkın kıymetini azaltan, değerini elinden alan bir bakış değil, dostluğa hakkını teslim eder bir bakış. yoksa, aşk orada ve var. bütün ihtişamıyla.../

gün gelir, "bitmez sandığın" dostluklar da biter ama. alacak verecek mevzusu, kız meselesi, taşınma, kıskanç eş/sevgili değildir sebep. anlatırken, "keşke öyle olsa," deriz zaten.

en kötü zamanlarında yanında olmuş, dinlemiş, ağlarken ağlamış, o sarhoş olup unutmaya çalışırken sekizinci kahveyi içmiş, olur da kusarsa diye leğenler hazır etmiş, tutsun diye tavsiyeler vermiş, desteklemişizdir oysa.

o günler geride kalıp da sular durulduğunda ise bir de bakarsınız bir şeyler olmuş, sanki kötücül bir büyücü parmağını şıklatmıştır. en kötü günlerinde yanında durduğunuz kişi artık iyidir ama ne arar ne sorar. muhtemelen yeni arkadaşları vardır, zamanı ise hiç yoktur.

ona yakıştıramazsanız, kendinize bile itiraf edemezsiniz ama içten içe kullanılıp atıldığınızı hissedersiniz.

oysa onun, 'eski dost'unuzun masumiyetini bilseniz böyle düşündüğünüz için utanır, bırakın kızmayı sizi affetmesi için yalvarırdınız.

hatalarına tanık olmuş, çaresizliğini paylaşmış, utancına eşlik etmiş, zayıf yanını görmüş insanla dost kalabilmek zordur çünkü. güçlü bir karakter, mangal gibi bir yürek ister.

o ne zaman size baksa kimliğindeki zaafları, geçmişindeki karanlığı hatırlıyordur çünkü. daha kötüsü de, bütün bunların insani olduğunu bilmiyordur.

bilmediği için de, insan oluşun parçaları olan kırılganlığı, yetersizliği kendine yakıştıramayan 'dost'umuz yeni denizlere yelken açar.

yaşasın yeni denizler, yeni arkadaşlar.

sadece yelkenindeki yırtıklar, gövdesindeki çatlaklar, boyasındaki dökülmeler fark edilene kadar.

5 Haziran 2024 Çarşamba

hikâyeciler

bazıları küçük bazıları büyük bir sürü hikâye taşırız heybemizde. ve bunları anlatmak isteriz. (şimdi) var olduğumuzun, (eskiden) yaşadığımızın ispatı olsun diye.

yeni bir şehre, ülkeye taşınmış gibi hikâyelerini değiştirmek isteyenler, düzenlemek, yeniden kurgulamak isteyenler de az değildir.

hiç değilse yeni insanlar, yeni kulaklar arzularız yeniden anlatabilmek için.

ilişkileri bilmem ama flört sandığımız şey tam da budur aslında. yeni gelene "beni gör," der, yeni kulağa hikâyelerimizi fısıldarız.

kim bilir? belki de don juan'ı yanlış anladık. çapķınlığını ten için bahane, amacının liste olduğunu sandık.

belki de o, yalnızca hikâyelerini anlatacak yeni bir kulak istiyordu. kadınlar da, "bakire bir kulaktan ibaretti."

2 Haziran 2024 Pazar

kediler, tabaklar, iki yüz liralar, jet lag olmuş dut fidanları

tekmili birden burada. birazdan değil, hemen.

kediler

schrödinger'in ünlü kedisini bilmeyen yoktur. bir kutunun içinde ikamet eden, ölü mü yoksa canlı mı bilinemediği için aynı anda hem ölü hem canlı olan ünlü kedi.

gözlemleme, yani görme şansımız olmadığı için gerçeği bilemez, başka bir deyişle her iki cevabı da doğru kabul ederiz.

tabaklar

sosyal medyada gördüğüm en güzel şakalardan biri olan schrödinger'in tabakları bu durumu çok güzel açıklar.

şimdi bu tabaklar sağlam mıdır? görünüşte evet. peki bunları satın alır mısınız? bence, hayır. çünkü alıp evinize götürmeye kalktığınızda kırılacak hepsi.

edebiyat yaparak söylersek, kırılmanın tohumunu içlerinde taşırlar. ya da "zaten kırık"lar.

başka bir deyişle onlardan tanımlarına uyarak 'tabak olmaklık'ı beklediğimiz anda yok olup gidecekler.

iki yüz liralar

kızılay kalabalığını düşünün. ya da bambaşka bir kalabalık. yerde bir iki yüz lira var.

/tamam, bugün olsa dönüp bakmaz, eğilip almazsınız. o yüzden on beş yıl önceki kızılay kalabalığını hayal edin./

şaka ya da reklam olsun diye basılıp yere fırlatılan o iki yüz lirasiz eğilip alana kadar hem gerçek hem de sahtedir.

asla bilemezsiniz. eğilip aldığınızda tabaklar paramparça olur.

/"kedi ölür" diyecektim ama ortalık karışık. umarım iki yüz lirayı yerlere atmakla da bir şeylere muhalefet etmemişimdir./

jet lag olmuş dut fidanları

bu yazı burada bitecekti ama bu sabah bir şey oldu.

akademinin atletizm pistine yakın olmasından da cesaret bularak jet lag olmuş dut fidanını görmeye gittim.

cesaret; çünkü hâlâ sokaklarda, yani sert zeminde koşmuyorum. gittim; çünkü mevsimi geldi.

arsa ya da meyve bahçesi yerli yerindeydi. yabani ot ve dikenler dizi aşsa da meyve fidanlarına özen gösterildiği belliydi. etraflarındaki boşluğa bakılırsa dipleri kazılmış, gövdelerine kireç sürülmüş falan.

dut fidanı hariç. boyunu aşan yabani ot ve dikenlerin arasında kaybolmuştu. jet lag vak'asından sonra arsa sahibi ondan vazgeçti sandım ama sebep bambaşka galiba. bahçenin tam köşesinde ve yol kenarında olmakla zaten korunaksız fidanın dallarını birileri kırmış, bahçe sahibi de bu iflah olmaz artık diyerek umudu kesmişti.

dut fidanına doğru umutla koşarken, "var ama belki de yok" diye düşünmüştüm. kafamda kediler, tabaklar, iki yüz liralar.

/defalarca söyledim: koşarken yüksek insanlık idealleri üzerine ya da bugün kaç vejetaryen kurtardım ya da yükselen yıldızı meteor olup insanı çarpar mı, çarparsa doğum saati ile aralarında bir bağlantı var mıdır gibi anlatınca prim yapabileceğim şeyler düşünmüyorum. hatta geçenlerde içinde berlin geçen bir fıkra bile düşündüm. hayır, anlatamam. mahrem./

gözlemleme şansını bulunca da tabaklar paramparça, iki yüz liralıklar sahte.

zeyl

hüzünle atletizm pistine geri döndüm. sanki sabahın körüydü ve yağmur yağıyordu.

/evet, chungking express (1994) şiirine gönderme yaptım. evet, çok sevdiğim şeylere 'şiir gibi' demeyi severim. evet, bir zamanlar şiir gibi bir kız sevmiştim. gerçi bir kaç tane de olabilir. hayır, vardılar. şimdi yoklar./

atletizm pistinde bir tane genç kız vardı. 'teen'lerden. temposuna, fiziğine, kılık kıyafetine bakılırsa antrenman için oradaydı.

bir an yıllar önce beraber koştuğumuz adsız küçük kızı düşündüm. bu kızın o olduğunu, büyüdüğünü falan. ama beni unutmuştu.

ben de unuttum güzelim. seni değilse de başkalarını unuttum. iyi unuttum. daha iyi unuttum.

29 Mayıs 2024 Çarşamba

dakika ve skor

"Tüm o arayışım sırasında keşfetmekten kaygı duyduğum diğer kişi gerçekten başka birisi miydi, yoksa sadece kendi yalnızlığıma mı tahammül edemiyordum?
Bu sonsuz hiçlikte dolanıp duruyordum. Bazen de, eğer deli değilsem, dolanıp durmak yerine, şiirselleşiyordum. Kendimi dürüstçe, olayları bu gibi yollarla düşünmeye verdim.
Sonsuz boşlukların bu hiç bitmeyen sessizliği beni korkutuyor. Örneğin, onları da böyle düşündüm.
Bir anlamda, onları böyle düşündüm.
Aslında bu cümlenin altını, üniversitedeyken Pensées [fr. Düşünceler] adlı bir kitapta çizdim.
Ayrıca, sonsuz bir hiçlikte dolanıp durmakla ilgili cümlenin altını, elbette bir başkasının kitabında çizdim."*


*: david markson, wittgenstein'ın metresi

26 Mayıs 2024 Pazar

tehlikeli şiirler - altmış dokuz

tehlikeli şiirler okuyalım leyla
oktay rifat horozcu'dan bir şiir* mesela

Harcını çekiyorlardı yapının,
kara bir don, belden yukarsı çıplak.
Yıldızlarını çekiyorlardı evin omuzlarında,
pencereden görünecek dallarını, komşunun yarısını,
ağaçların arasında kaybolan yolunu,
durulacak yerlerini çekiyorlardı, bütün o noktaları,
aşkı, ki saklanırız çoğu kez sevişmek için,
köşeleri çekiyorlardı, merdiven başını,
mutfağın sofaya vuracak aydınlığını,
bir kızın ölüşünü ansızın
iki kapı arasında, yaz başlangıcı olabilir,
saksılar olabilir, hasekiküpesi, cezayirmenekşeleri,
yalnızlıkları çekiyorlardı, öpüşleri,
karşı çıkışları, susmalara karışan böğürtleni,
bir denizden uzaklara çıldırmanın sevincini,
bükük beli, koltuktakini, sofada yürüyeni,
kaynayan çaydanlığın mutfağa diktiği
o kokulu ağacıkaynayan çaydanlığın mutfağa diktiği
o kokulu ağacı, kabuklarını döktükçe büyüyen, semizotunu masada, maydanozu, domatesi,
kaşığa uzanmayan eli ve lokmayı boğazda düğümlenen,
doğacak oğlanı ölmeden önce
bir nisan yağmurunda avucunda güneşle.
Çay soğumasın, bu reçeli seversin sen,
orasını çekiyorlardı işte, tam orasını,
umutların ömrümüzden döküldüğü yeri
ve ev yükseliyordu yavaş yavaş kaderine doğru.

Onlarsa gün batmadan gidecekler.

*:harç çeken işçiler

22 Mayıs 2024 Çarşamba

soru

evet, bir sorum var. "günün sorusu" değil ama onlar gibi cevap vermekten çok düşünmek için. biraz da, "beş yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz?" tadında.

*

üniversitedeki hâliniz şimdiki hâlinizle ahbap olur muydu? ya da şimdiki hâlinizi görse ne düşünürdü?

/istediğiniz sorudan başlayabilirsiniz. yaşı genç olanlar ya da kendini genç sayanlar buradaki 'o hâl'i daha erkene çekebilirler./

*

ahbaplık konusunda cevabım çok net: yüzde yüz. çünkü, hem üniversitedeki hâlim kendinden büyüklerle ahbaplık etmeyi severdi hem de şimdiki hâlim gençlerle takılmaktan keyif alıyor.

tencere ve kapak hikâyesi yani.

o yaşlarda bugünleri düşündüğümü hatırlamıyorum. hem ilişkilerimi hem hayatımı günleri birbirine ekleyip hafta, haftalardan ay, ayları da yıl yaparak yaşamayı seçmiştim. bir yıl sonraki ben adına kimseye söz veremez, karşıdan karşıya geçerken dikkatsiz bir şoförün bedenimi kendisine armağan zannetmeyeceğini garanti edemezdim.

eğer plan denilebilirse, mezun olmak, para kazanmaya başlamak, erken yaşta baba olup çocuklarımla beraber büyümekti planım. dostlarımla bağımı kopartmadan, diplomalı bir mesleğin emniyetinde tek bir çizgi üzerinde yürümek istiyordum galiba.

elbette girit'e gitmek, new york maratonunda koşmak, chris isaak ya da 'aziz' tom waits konserinde kendimden geçmek gibi hayallerim vardı.

şimdi, o zaman düşünsem ya da hayalini kursam bile aklıma gelmeyecek bir yerdeyim.

deniz feneri yalnızlığı yerine daha kalabalık bir yaşantı tahmin ederdim galiba. ya da kendi kendine konuşmak yerine birilerini peşinden sürükleyen bir adam.

'o kız'la evli olmayışıma şaşıracağıma da eminim. çünkü o zamanlar, onsuz bir hayat düşünemez, eğer onu görmezsem ölürüm sanırdım.

babasına aşık bir kızım olmasını beklerdim. ya da iki. çünkü, o vakitler ideal çocuk sayısının dört olduğuna inanıyordum. ama dillere persenk hâliyle değil. sadece torunlar teyze, hala, amca ya da dayıdan yoksun kalmasın diye iki kız iki erkek.

sonra durulmuş, gideceği yolları tükettiği için değil de yollar bir çembere döndüğü için hikâyesinin başladığı yere dönmüş bir adam olacağımı tahmin edebilirdim.

örnekler çoğalabilir. ama üniversitedeki hâlim bu hâlimi severdi bence. özellikle kendim olarak kalabilmiş olmamı -beni büyük imtihanlarla sınamayan, taşıyabileceğimden fazlasını bana yük etmeyen ohepvarolan'a şükürler olsun- takdir ederdi.

belki beni renksiz bulurdu ama içten içe ilerde benim gibi bir adam olmak isterdi.

o da, "sen kız babası olmalıydın" derdi. "senden annenle, babanla ve kardeşlerinle daha çok vakit geçirmeni beklerdim" de. ne zaman "bekarlar kesinlikle evlenmesin, evliler ise asla boşanmasın" dediğimi duysa bana garip garip bakardı.

benimle koşar, yüzer, maç seyreder, king oynar, kitaplar ve filmler üzerine konuşur, "kitapların ve filmlerin dünyasından çıkmalısın" demeyen bir ahbabı olduğu için mutlu olurdu.

bir de, "iyi ki olmamış o hikâye," derdi. "ohepvarolan seni yıllar sürecek bir ölümden korumuş."

17 Mayıs 2024 Cuma

dakika ve skor

"Roman yazmayı şeytani satranç problemleri kurmaya benzeten Nabokov, edebiyat okumasının ağır iş olduğu kanısındaydı. En iyi romanlarda "asıl çatışma karakterler arasında değil, yazarla dünya arasındadır," diyordu. Edebiyat, yazarın bir evren, bir gezegen, bir coğrafya yarattığı bir alandır Nabokov'a göre; okur da bu alanda yolunu bulma mücadelesi verir. Deha ürünü edebiyatın geleneksel hakikatleri yeniden ifade etmeye, hayattan alınmış gibi duran ayrıntıları tekrarlamaya rıza göstermediğini savunur. Böylesi bir edebiyat, daha önce hiç ifade edilmemiş şeyleri daha önce hiç yapılmamış biçimde yaratmak için bu hakikat ve ayrıntıları yeniden yapılandırır. Elde edilecek ideal sonuç, bitap düşmüş mutlu okur ile yazarı romanın kurmaca dağının tepesinde buluşturmak, "kitap sonsuza dek sürecekmiş gibi birbirine bağlanmış halde" kucaklaşmalarını sağlamaktır."*


*: andrea pitzer, nabokov - yazarın gizli tarihi

16 Mayıs 2024 Perşembe

bulutlu balkon

bakışlarını okuduğu satırlardan kaldırdı, kaldığı yeri kaybetmemek için işaret parmağını arasında tuttuğu kitap kucağında, uzaklara, korunun ardındaki yüksek binalardan arda kalan mavilikte asılı bulutlara baktı.

12 Mayıs 2024 Pazar

artık

geçen gün havuzda... yüzmüş, duşumu almış, spor çantamı yüklenmiş çıkışa yürüyordum. bir hanımefendiyle karşı karşıya geldik.

/belki teyze demeliyim. bence annemden yaşlıydı çünkü. ama 'hanımefendi' anlatıya daha uygun./

o durumda siz ne yaparsınız bilmem ama ben sağa ya da sola hamle etmez olduğum yerde dururum. o da öyle yaptı. o da durunca gülümseyerek yüzüne baktım.

burnunda kesik izlenimi bırakan, kanayan bir yara vardı. muhtemelen yüzücü gözlüğü sebep olmuştu. ama başka zaman, başka yerde olsa sokak kavgasına karıştığını, emniyet kemeri takmadığı için yüzünü ön cama vurduğunu, kapı yerine iyi temizlenmiş bir camdan dışarıya çıkmayı seçtiğini sanabilirdiniz.

eliyle yüzünü yokladı, "gözlük yapmıştır," dedi. ben de bu farkında oluşa güvenerek veda ettim ve yürüdüm. ama peşim sıra söylediklerini duydum.

"merak etmeyin, artık güzel olmadığımı biliyorum."

duymamış gibi yapıp yoluma devam ettim. çünkü, bu söyleyişte hüzün mü vardı, yoksa yaşını başını almış kadınların artık yanlış anlaşılmayacak olmanın rahatlığıyla taşındığı tadından yenmez konfor alanı mı, anlamadım.

umarım ikincisidir.

10 Mayıs 2024 Cuma

rica

"bütün bir kış boyu sadık kaldığım sen,
yazın ateşi içinden duydum
seslenişini - ey sahte bakış,
gönlünün bir kenarında yok et beni."*


*:thomas bernhard, ayın demiri altında

6 Mayıs 2024 Pazartesi

demoklesin kılıçları

tarih kitapları ya da deyimler sözlüğü yalnızca bir tanesini diline dolasa da o kadar çok ki. hele de bugünlerde.

"modernleşme iddiasındaki bir devletin sokaklarında başı boş hayvan olamaz. koşa koşa gittiğiniz, anlata anlata bitiremediğiniz batıda sokak hayvanı diye bir şey yok," diyorsunuz ve "hayvan düşmanı" etiketiyle yaftalanıyorsunuz.

sürçülisan edip ya da bile isteye -oradaki 'adam' er kişi değil insan teki yani birey anlamına geliyor ne de olsa- "bilimadamı" deyiverin cinsiyetçilikten faşizme bir sürü kılıç saplanıyor gövdenize.

"bırakın bu kadar bütçe, laiklik gibi muhteşem bir ilkeyi benimsemiş bir devlette diyanet diye bir kurum olmamalı" dediğinizde dinsiz imansız ilan edilmeniz alacağınız en hafif tepki oluyor.

"balkanlardan, başta girit olmak üzere adalardan, batı trakya'dan anadoluya mecburi göçleri, sebep olduğu acıları, geride kalan kültürel mirası, malı mülkü de konuşalım," diyorsunuz, faşist suçlaması kaplıyor bütün iklimi.

liste uzayıp gider ama en korkuncunu söylemeden bahis bitmez.

"zorbalık ve üç kağıtla kurulan, zorbalık ve soykırımla ayakta durmaya çalışan bir devlet, yani israil yok olsun istiyorum ben. inanç, ırk olarak kendini yahudi diye tanımlayan hiç kimseyle derdim yok. kaldı ki, bana çoğu müslümandan daha yakın yahudi arkadaşlarım var. aynı israil'e düşman pek çok yahudi de.

o yüzden alın antisemitizm putunuzu, demoklesin kılıcı gibi tepemizde sallanan antisemit suçlamanızı, defolun!.."

4 Mayıs 2024 Cumartesi

günün sorusu: sarsıntı

her canlı gibi bir gün öleceğini öğrendiğinde mi daha çok sarsılır insan, yoksa dünyanın kendisinden sonra da dönmeye devam edeceğini anladığında mı?

1 Mayıs 2024 Çarşamba

bir mayıs ve paul auster

bugün bir mayıs, "zenginin malında fakirin de hakkı vardır," diyerek başlayalım söze...

emekçinin, işçinin, parasını helâl yollardan kazanan herkesin bayramı kutlu olsun.

bu vesileyle 'aşk ile bir dahi': katil israil ve işbirlikçileri yok olsun.

*

paul auster öldü. sadece zamanın geçtiğini, yaşlandığımı hissettim. bundan başka üzüntü de hissetmiyorum.

bizim kuşağın yazarlarından olduğu hâlde benim yazarım ol(a)madığı içindir belki. belki de, 'katil israil'in var olmaya çalıştığı topraklarda, toprakların asıl sahiplerine yaptığı zulmü onaylar tavrından.

kitaplarının bazılarını keyifle okudum, yalnızlığın keşfi, birinci bölümdeki* babasının ona bakınca gördüklerini okuyunca şefkat dahi duydum:

"anlaşılan kötü bir evlat olmuştum, bunu şimdi anlıyorum. tam olarak kötü değilse de, en azından düş kırıklığı, bir şaşkınlık ve üzüntü kaynağı olmuştum. oğul olarak bir şair çıkarmış olmasının babam için hiç anlamı yoktu. ne de olsa columbia üniversitesi'nden iki diploması olan bir genç adamın okulu bitirdikten sonra meksika körfezindeki bir petrol tankerinde sıradan bir denizci olarak işe girmesini ve sonra da, mantıksızca, paris'e gidip orada dört yıl boyunca kıt kanaat yaşamasını anlayabiliyordu."

kim bilir tek başına smoke (1995), hatta aradan geçen bunca yıla rağmen içimdeki yerini koruyan, her şeyiyle çok sevdiğim final bölümü bile yeterdi bugün yas tutmaya.

ama içimden öyle gelmiyor. sadece yaşlandığımı hissediyor, dünya sahnesinden bir zulüm destekçisinin daha eksildiğini düşünüyorum.


*:görünmeyen bir adamın portresi

28 Nisan 2024 Pazar

konum - on iki

"kenarın dilberi nazenin olmaz" ile "görgülü evden kız alırsan katır tırnağı kadar soğan doğrar" arasında bir yerlerde.

26 Nisan 2024 Cuma

güzel ihanet

meltem gürle, kırmızı kazak'ın önsözünde söze, "yazmaya o kadar geç başladım ki, hâlâ çok erkendi. yazmaktan korkan herkes gibi ben de önümde sonsuz zaman olduğunu düşünüyordum. bir gün elbette yazacaktım ama henüz gerekli olgunluğa ulaşamamıştım. sonunda küçük de olsa okunabilir bir metin çıkaracağıma inancım tamdı ama belli ki o zaman daha gelmemişti." diyerek başlar ve oradan arkadaşı selami ince'nin ihanetine geçer.

o sıralar birgün gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yapan selami ince bir akşam meltem gürle'yi aramış ve gazetede bir edebiyat köşesi hazırlanmayı önermiş. ikna olsun diye de, istediği her konuda yazabileceğini söylemiş.

yine de ikna olmaz meltem gürle. çünkü, düzenli yazma fikri gözünü korkutmuştur. ama arkadaşının ikna çabası bitmez. nihayet oğuz atay'ın ölüm yıl dönümü için, bir 'oğuz atay yazısı' ister.

endişe etmesine gerek yoktur meltem gürle'nin, nasıl olsa bir defalık bir şey olacaktır. "hadi artık," der. "oğuz atay ile ilgili bir şeyler yaz. sadece bir kereliğine yazacaksın. senin doktora tezi konun zaten."

zayıf noktasından yakalanan meltem gürle ufak bir yazı yazıp gönderir. yazısının yayımlandığı gün gazeteyi eline aldığında, bir de bakar ki, yakın arkadaşı selami ince yolladığı metni elden geçirip köşe yazısı formatına sokmuş, tepesine de internetten bulduğu bir fotoğrafını yerleştirmiş. köşenin üzerinde de "not defteri" yazıyormuş.

hain arkadaş, "artık bir köşen var," demiş. "bundan sonra her hafta yazacaksın."

*

o hain arkadaş olmasaymış, galiba kırmızı kazak da olmazmış.

ama bana blog yazıları, hatta onlar olmasa bile ayrıntı dergi, birinci sayıdaki ruh fakirliği üzerine bir deneme yeterdi.

beni bilirsiniz: içinde deneme geçen başlıkları severim. mesela, gün ortasında ellerin üzerine bir yorum denemesi...

22 Nisan 2024 Pazartesi

günün sorusu: tarafsızlık

her iki tarafın da sadece haksız yanlarını, hatalarını görmek değil midir tarafsızlık?

20 Nisan 2024 Cumartesi

bir film, çok hayat

perfect days (2023) filmini nihayet izledim ve "her popüler olandan uzak durmak gerekmediğini hatırlatan iyi bir örnek," dedim.

tıpkı nietzche ağladığında, kürk mantolu madonna, küçük prens, ismet özel, saramago, didem madak, eternal sunshine of the spotless mind (2004), breaking bad (2008-2013) gibi.

wim wenders, konusuyla, bu konuya çok yakışan anlatım, mekan, karakter ve görsel tercihleriyle mükemmele yakın, üzerine olumlu konuşmayı hak eden bir iş çıkartmış bence.

çok sevdiğim, günler arasında ayraç izlenimi bırakan rüya sahnelerine rağmen belgesel tadındaki film, yönetmenin yaklaşık kırk yıl önce çektiği tokyo-ga (1985) adlı ozu belgeselinin izinden gidiyor ve kahramanı hirayama'nın dünyayı seyretme şekliyle fena halde der himmel uber berlin (1987) şiirini hatırlatıyor.

/evet, film değil şiir. ilk seyredişimde, "ama bu bir şiir," demiştim ve fikrim hâlâ aynı./

hirayama, bile isteye, eksilte eksilte vardığı sade hayatını umumi tuvaletleri temizleyerek kazanan bir adam. ama bu kadar pis bir işi elinden gelenin en iyisini yaparak, keyif alarak yapıyor. işi bitince de kitap okuyor, altmışlı yetmişli yıllardan kalma rock klasiklerini dinliyor, fotoğraf çekiyor ve dünyayı seyrediyor.

yalnız bir adam değil. sadece insanlarla kısa ve öz muhatap oluyor. tıpkı maddesel eksilmede olduğu gibi yalnızlığı da seçmiş, yalnızlıkla baş edebilen, hatta bundan memnun olan biri. keyif aldığı şeyleri yapıyor. sadece bu 'şeyler' vasata keyif veren 'şeyler'e denk düşmüyor.

münzevi değil sade bir hayat onunki. insanlardan kaçmıyor, sadece az ilişki kuruyor. öğle molalarında denk geldiği uyuz kızı saymazsak ilişki kurmada sorun yaşadığı da yok. günahını almayalım ama. kız belki uyuz değil sağır ve dilsizdir.

belgesel gibi demiştim ya. bu, biraz yönetmenin bir el kamerası ile karakterin peşinde dolaşıyor hissi vermesinden biraz da mimari güzellemesi olan columbus (2017) filmini hatırlatmasından.

/columbus'un belgesel değil film olduğunu inkar etmiyorum elbette. kahramanların sanat galerisi ya da müzede gezercesine hakkında konuştuğu, yanında yöresinde sohbet ettiği ve görüntü yönetmeninin nefis karelerle kadraja dahil mimari eserleri saymazsak film iki farklı karakterin büyümesini anlatıyor aslında. ve bunu birinin giderek, diğerinin kalarak yapmasını. üstelik giden genç kız, kalan orta yaşa yaklaşmakta olan bir erkek. genç kız annesini ardında bırakıp hayallerinin peşi sıra gidiyor, adam ise babasının yanında kalmayı seçiyor./

hirayama'nın işi nedeniyle gördüğümüz -ya da ziyaret ettiğimiz- umumi tuvaletlerin hepsi tarzı olan, mimari ve malzeme seçimiyle bulunduğu çevreyle uyumlu sanat eserleri gibi.

/filmin sonunda tuvaletleri tasarlayan mimar/sanatçıların adı da jenerikte vardı diye hatırlıyorum./

yalnızca bulutlardan ibaret bir instagram hesabına sahip biri olarak ağaçları, rüzgârın yapraklara ettiğini, gölgeleri seyretmekten keyif alan hirayama'dan etkilenmemek elimde değildi. "idolümsün hirayama!" paylaşımları yapmadıysam her aklıma geleni sosyal medyaya malzeme yapmadığım içindir. yoksa ortalık "geri zekalı" ile dolardı.

beni en çok etkileyen, yakalayan yer ise yeğeninin hirayama'yı ziyareti oldu. orada iki şeyi anladım çünkü.

ilki, hirayama bu hâli mecbur olduğu için değil seçtiği için yaşıyordu. konforu ve o konforu devam ettirmek için gerekli sorumlulukları da terk etmişti hirayama. sorumluluğu az bir iş seçmiş, az kazansa da heveslerine yetiyor.

ikincisi de, seçimiyle aile içinde eleştirilen, anlaşılamayan, başarısız ve kendini ziyan ettiği düşünülen bir dayının yeğenine kahraman oluşu.

ben hirayama olsam, sadece bu kahramanlık için bile olsa değdiğini düşünür, yeğenimin de tıpkı benim gibi fotoğraflar -üstelik benim hediye ettiğim fotoğraf makinesiyle- çektiğini öğrenince mutlu olurdum.

*

evet, sosyal medyada çok konuşuluyor bu film. neredeyse hepsi övgü. katılıyorum.

ama saçma sapan yorumlar da yok değil. keşke, "filmi beğenmedim şekerim" tarzı olsa.

adamın biri çıkıp, "tuvalet temizlemek de sınıfsal" demiş. hirayama'yı anlamaktan uzak biri, "sosyal devlet sayesinde geçimini garantiye alınca bu tür artistlikleri yaparsın elbet" demeye getirmiş.

ben de, "yönetmen matematikçi. çünkü asal sayıda tuvalet temizliği söz konusu. erbabı bilir, bütün matematikçiler asal sayı sever," demek isterim. şakaydı...

*

benim düşündüğüm ise bambaşka bir şey oldu. hani, filmi ve film kahramanı olarak hirayama'yı çok sevdik, hirayama'yı övdük, övüp duruyoruz ya...

gündelik hayatta karşılaşsak n'olurdu?

içten içe onu takdir eder, onun yerinde olmak ister ama başkalarıyla konuşurken kendisine yazık ettiğini, hayatını ziyan ettiğini söylerdik.

bir hayatı toplumun öğütlediği, hatta emrettiği şekilde değil kendimizi mutlu edecek şekilde yaşamak ne demek anlar mıydık?

çünkü bizler üniversite okumalı, diplomalı meslekler edinmeli, belli bir yaşa gelmeden evi, arabayı almış olmalı, peşi sıra da ikinci eve ya da sene de bir kaç gün kullanacağımız yazlık için banka kredisine başvurmalıyız. bir de dara düşsek bile elimizi sürmeyip başka şekilde darlıktan çıkmaya çalışacağımız banka hesaplarımız olmalı.

ya da hayranlıkla izlediğimiz, seçimlerini övdüğümüz bu adamla evlenmek ister miydik? yoksa 'banyosu olmayan bir evde olmaz' mı derdik? ya da üç aylığına hindistan'a gitmiş gibi sevgili olup üç ay sonunda bol stresli, bol kazançlı, bol etiketli işimize geri döner gibi sağlam bir işi, aileden gelme parası, arabası olan biriyle mi ciddi düşünürdük?

siz cevabınızı düşünün. benimki belli.

ne de olsa, bu dünyada en çok sevdiğim insanın yaptığı sıralamaya göre en sevdiğim ikinci şey bulutlar...

"ben, bulutlar, deniz fenerleri, kitap okumak, koşmak/yüzmek, film izlemek, yemek yemek."

13 Nisan 2024 Cumartesi

alıntının alıntısı

"durgun bir su kadar
güzel bir yüzle durduruldum
duruldum"

diye bir mısra çok okumuştum
çok uzun zaman önce
kime aittir hala bilmem...

9 Nisan 2024 Salı

yeniden okumalar

"hoşlandığımız eserleri mutlaka tekrar okumak gerekir. ikinci, hatta üçüncü okuyuşumuzda evvelce dikkat etmediğimiz güzellikler bulacağız. çünkü bir kitap da bir şehir gibidir: onu anlamak için, turistler gibi içinden otomobille geçmek, hatta sokaklarından bir defa ağır ağır yürüyerek geçmek elvermez. dikkate lâyık yerlerde tekrar tekrar dolaşmak, şehrin içinde bir müddet yaşamak lâzımdır."*


*:andré maurois

6 Nisan 2024 Cumartesi

adalet

her şey, "korkma yaklaş" notuna eklenmiş, o çok bilinen siteyi işaret eden bir linkle başladı.

şarkının bu hâlini beğendim dersem yalan olmaz. mustafa sandal'ın ispanyolca zırvalamaları olmasa 'çok' bile beğenebilirdim.

bahsi geçen şarkıyı çok dinlemiş olmalıyım ki, eskilerden bir şarkıyı da sıraya koydu o ünlü site: gidenlerden...

bir çeşit özlem ve nostalji duygusuyla dinlemeye koyulmuştum ki, "gidenlerden bir tek seni bana ekledim," dediği yerde ben durdum, şarkı devam etti.

bazan artistlik olsun diye "yorgun ve kirli" dediğim geçmişimde şarkıda bahsi geçen "bir tek"ten yoktu benim. hayır, elbette hüzünle ya da acıyla fark etmedim bunu. aksine kendimle gurur bile duydum.

bitenler bitme zamanı geldiği için bitmiş, gidenler gitmesi gerektiği için gitmişti. sebebi ister ben olayım isterse muhatabım, aklımda, fikrimde en ufak bir şey kalmamıştı gidenlerden. ya da bitenlerden.

her şey olup bittiğinde de bir tekini bile kendime eklemeden yola devam etmişim tabula rasa misali. kaldı ki, "üzmem, çünkü ben yarıştırmam".

"adalet, dediğin budur işte." diyerek kendimi alkışladım. kimseye haksızlık etmemişim. vakti geldiğinde hepsini de unutmuşum. "aferin," dedim, hatta klişe olduğunu bile bile uzandım, kendi yanaklarımdan öptüm.

şimdi, "hadi oradan," deyip, nefes dahi almadan, "senelerdir a mıdır, be midir nedir? anlatıp durduğun neydi?" diyecekler çıkabilir.

verip cevabımızı, ufka doğru yürüyelim peşi sıra.

verdiğim kıymeti inkar edecek değilim. ama bizden olmazdı. olmadı da. o gemiye kendi ellerimle bindirdim sandığım, onu ona hiç de uygun olmayan bir hikâyeye ittim diye kendi yolumda biraz mahçup, biraz üzgün, biraz kızgın, yani kısaca kırık yürümekti benimkisi.

ama gün gelip de, o gemiye onu bindirenin ben olmadığımı, bile isteye içine balıklama daldığı hikâyede tam da hayata bakışına ve kimliğine uygun davrandığını, başka bir deyişle masum olduğumu ve onu aslında hiç mi hiç tanımadığımı, hatta uydurduğumu anlayınca geçti gitti.

3 Nisan 2024 Çarşamba

paralel evrenler: on yedi

iki şarkıcı. ikisi de söz yazarı.

biri türk, diğeri amerikalı.

türk olan "bizim mahalle"den. o kadar çok severim yani. amerikalı olansa "gavur dostlarım"dan, yani "öteki çarşı"dan. ikisinin de emeği çoktur bende. hayatıma temasları 'beni ben yapan' şeylerdendir. tıpkı sinema dergisi ya da atilla atalay gibi.

benzerlikleri benim için 'en' olmalarıyla değil sadece, şarkılarından ilk akla gelenlerin vardıkları noktadan çok uzaktaki kaynaklarıyla da içimdeki dostluklarına dostluk katıyorlar.

*

sene iki bin. ya da iki bin bir... bursa karacabey'deki bir konser sonrası, dinleyiciler arasındaki veteriner çiftin davetiyle karacabey harasına giden feridun düzağac orada bir tayla karşılaşır ve sevmek için şefkatle ona yaklaşırken ağzında o ünlü nakarat dökülür: gel tanışalım önce...

kalp kırıklığı ya da sevgilinin olmaması gereken bir yerdeki mevcudiyeti falan değildir sebep. sadece ve sadece bir market alısverişi sırasında bir annesinin küçük kızına söylediklerini duymuştur chris isaak: baby did a bad bad thing.

30 Mart 2024 Cumartesi

üç roman, bir arka kapak yazısı

şu an dag solstad reisin 17. roman adını verdiği romanı okuyorum. bundan önce de son adım'ı okumuştum.

son adım, günümüz türk edebiyatından bir şeyler okumak niyetiyle listeye aldığım romanlardan biriydi. aynı niyetle okuma listesine dahil ettiğim iki romandan, hem istasyon hem de tehdit mektupları'ndan daha iyi olduğunu düşünüyorum. ayhan geçgin'in kalemi de hem birgül oğuz hem de aslı biçen'den daha güçlü geldi bana.

kitapları, herhangi bir bilgiden yoksun, sadece sosyal medya rastlantıları ve övgüleri yüzünden aldım. bir tek aslı biçen hakkında bir fikrim vardı: fransız teğmenin kadını gibi muhteşem bir çevirinin sahibi.

hem istasyon hem tehdit mektupları olmamışlık hissiyle aklımda. yazarlarının da, daha iyi yazabilirdim, diye düşündüğüne eminim.

bu açıdan bakınca, son adım'ın daha olgun bir roman olduğunu, zaman zaman yüksek edebiyat tadı verdiğini söyleyebilirim. kitabı biraz da ali ihsan'ın yolu nereye çıkacak merakıyla okudum.

cevabını aldım. son satırların altındaki boşluğa tarihi not düştüm. peşi sıra kitabı kapatınca arka kapak yazısıyla burun buruna geldim. okudum haliyle. okudukça da başımdan aşağı kaynar sular döküldü.

/merak eden bulup okuyabilir ama kitabın konusunu açık etmeden bir örnekle açıklamayı isterim: örnek romanımızda kahramanımız liseyi yeni bitirmiş ve ne olacağına karar verememiş amerikalı bir genç olsun. bir yılı dinlenmeye ve düşünmeye ayırmak, peşi sıra karar vermek istiyor.

dinleniyor. düşünüyor da. bir kaç ay sonra ailesine yolculuğa çıkmak istediğini söylüyor. çıkıyor da.

yolu türkiye'ye, ege sahillerine düşüyor. gün batımını seyretmek için sahile indiği bir akşam balık ağlarına dolanmış ölü bir yunus görüyor ve diyor ki, "dünyada en az bizim kadar hakkı olan bu canlıların yaşam alanlarını gasp ettiğimiz yetmezmiş gibi bir de dikkatsiz ve bencil davranışlarla ölümlerine neden oluyoruz."

huzur versin düşüncesiyle, ölmüş de olsa yunusu ağlardan kurtarıyor ve kaldığı pansiyona doğru yürüyor. arka kapak yazısı da, kahramanın arayışı, düşünsel serüveni ve sorgulamaları değil yukarıdaki cümle, editör yorumu da, "çevre bilinci, hayvan hakları ve çevre kirliliğinin doğal yaşama etkileri üzerine derinlikli bir roman."

ne olsa küresel ısınma, çevre bilinci, karbon salınımı, hayvan hakları çağındayız./

ne kadar alçakça değil mi? insan elinde olmadan öfkeleniyor. kişiyi yanlış yönlendiriyor çünkü. alenen arka kapak yazısından dolayı kitabı alacakları da kandırıyor.

son adım, özetle, varoluşun boş ve kasvetli uğultusuna ya da müzmin kayıtsızlığına karşı kendi cevabını arayan otuzlu yaşlardaki bir adamın hikâyesi. sorunun da cevabın da içimizde olduğunu, cehenneme dahi gitse insanın kendinden kurtulamayacağını anlatıyor. 

ve arka kapak yazısının bununla bir ilgisi yok. evet, hiç yok.

/birileri çıkıp, "yanlış anlamışsın şekerim" derse, kendilerine sadece okur- yazar olmadığımı hatırlatmak isterim./

arka kapak yazısının mantığını anlayamadığım için içgüdüsel olarak yayın yılına baktım: iki bin on bir. her şeyi konuşabiliriz diye umutlandığımız tarihler...

metis de bu havadan faydalanmak istemiş anlaşılan. ticari niyetle yapılmış olsa romana haksızlık eden soysuz bir tavır bu. demek ki para söz konusu olunca metis de bir kitapları yalnızca marketlerde, kasaya yakın raflarda satılan yayınevleri de.

en kötüsü de şu. belki de en acısı. kahramanı aylak adam'ın c.'si, anayurt oteli'nin zebercet'i, hatta yabancı'nın meursault'uyla ruhdaş bir roman yazan bir yazar eserini genel geçer bir politik gündeme alet etmeyi göze alabilir?

kahramanına bunu nasıl yapar?

27 Mart 2024 Çarşamba

dakika ve skor

"Hatalarını düşünmeye çalışıyorsun. Belki, diyorsun, içten içe ben istemişimdir böyle olmasını, ya da bendeki bir şey, yaşamım bu biçime bürünsün diye kendimden bile gizli çalışmış, elinden geleni yapıp durmuştur. Küçümseme kılığında elimdekileri geri teptim. Elimde kalanlarlaysa hiçbir şey yapmadım.
Başka bir yaşam olanağını hiçbir zaman düşünmedim, gerçekleşir gibi olduğunda ise gerekli adımı, o son adımı atmadım. Aksine kaçtım bundan. Hiçbir şeye gereksinimim yok dedim. Ama gelmesi gerekenin gelip önüme serileceğine de inandım. Belki talihime anlamsızca, körü körüne inandım."*


*:ayhan geçgin, son adım