yalnızlık insanlık kaderidir. ve her insanın bunu fark ettiği, dünya adlı gurbette ne kadar yalnız ve bu yalnızlığın kaçınılmaz olduğunu anladığı bir an vardır.
*
okulumuzun müstahdemi musa bey her eylül başında yeni eğitim-öğretim yılına hazırlık olarak maviye boyadığı demir kapıyı aralayıp üçüncü kez "ablan gelmedi mi daha," diye sorunca, ikinci sınıfa geçtiğim yaz babamın karne hediyesi olarak aldığı saate bir defa daha baktım.
aslında musa abi. uzaktan akrabamız. annanem sabah kahvelerini içerken dedeme, "musa askerden dönmüş. reyhan'ın büyük oğlan. anne oğul ziyarete geldiler. öyle, sessizce oturdu. zaten sessizdi ama askerde daha da sessizleşmiş," dedi. burada sustu, bir yudumluk ara verip öyle devam etti. "cumhuriyet ilkokulu'na hademe alınacakmış. sohbet ederken reyhan söyledi." çok iyi hatırlıyorum. çünkü henüz okula gitmiyordum, yanlarındaydım. dedem, "böyle işlerle yormayın artık beni," diye cevap verince annanem başka bir şey demedi. yaklaşık iki ay bir şey demedi.ah ayşe sultan! ramazan bayramı sebep olmasaydı kim bilir kaç ay daha dedeme bir şey demeyecekti? oysa dedemin siyah takım elbisesini, kar beyazı ipek gömleğini -ki hayatımda daha beyaz bir şey bilmedim-, kırmızı ipek kıravatını herkes bilir. dedem bunları giyer, ankara yollarına düşerdi. annanem daha sonra ahmet dayım'a, "oğlum," demiş. dayım da partinin ilçe başkanıyla konuşmuş. saate gelince, o saat, hayatımın ilk ve tek karne hediyesi olarak kaldı. bir gün öykücüye verdim. çünkü kendi saati tamirdeydi. bir daha takmadım. çünkü o zamanlar "zaman" üzerine düşünüyordum ve eğer saat takmazsam "zaman"ın dışında kalabilirim sanmıştım.
ne diyordum? okulumuzun müstahdemi musa bey... bey değil abi.
okulumuzun müstahdemi musa abi her eylül başında yeni eğitim-öğretim yılına hazırlık olarak maviye boyadığı demir kapıyı aralayıp üçüncü kez "ablan gelmedi mi daha," diye sorunca, ikinci sınıfa geçtiğim yaz babamın karne hediyesi olarak aldığı saate bir defa daha baktım.
şimdi olsa, gülümser, "gelmedi ama beni merak etme, yalnızlığı severim," derdim. o gün yalnızca başımı sağ tarafa çevirdim. musa abi de baktı. ablamın dersi biteli neredeyse iki saat olmuştu. sabah kaybolduğu köşeden, foto fuat -efef diye de bilinir- ile yaman fırını arasından çoktan çıkıp gelmesi gerekiyordu. ama gelmedi.
cumhuriyet ilkokulunun kapısında ve dokuz yaşında, yeniden yalnız kalınca heykele baktım. önünde bir şeylerin kutlaması ya da anmasından arda kalan bir kaç çelenk vardı. bazısında çürümeye yüz tutmuş çiçekler, bazısı kurumuş yapraklarla dolu. yürümeye başladım.
problem taş döşeli dikdörtgen meydanı enine yürümek değildi. heykelin hemen arkasındaki, belediye işçilerinin yaz başında başladığı, düzenlemesini otuz ağustos'a bir gün kala ancak bitirebildiği yeşil alanı ikiye bölen beton yol boyunca yürümek de değildi.
sonunda gelmiştim. kolayca. şehirleri birbirine bağlarken, yukarıdan bakıldığında bir ucunda deniz feneri ve diğer ucunda liman duran bir hilale benzeyen bu şehri de oralara götüren yolun kenarındaydım. ve ne olursa olsun yanımda bir büyüğüm olmadan o yolu karşıdan karşıya geçmem yasaktı. annem aklına geldikçe yolun ne kadar tehlikeli olduğunu hatırlatır, "eğer olur da sözümü dinlemezsen küserim," derdi.
lütfen allahım, annem bana hiç küsmesin. babam da...
son sürat otomobillere, gürültülü tırlara, kamyonlara, bana masallardaki devlermiş gibi gelen otobüslere korkuyla baktım. aralıksız, hem sağdan hem soldan geliyorlar, geçip gidiyorlardı. güçlü bir rüzgar kalıyordu geriye. ne zaman yola yaklaşsam biraz rüzgar yüzünden biraz da korktuğum için geriye doğru bir adım atıyordum. bazan bir boşluk ya da yavaşlık oluyor ama ne zaman yola adım atsam boşluk ve yavaşlık kayboluyor, sanki trafik daha da hızlanıyordu.
galiba orada yüz yıl kadar bekledim. nihayet, bir benzerini hayatım boyunca ancak bir defa daha tekrar edebileceğim bir cesaretle yola atladım ve karşı kaldırıma kadar koştum. koştum. koştum...
yolun karşısına varınca kaldırımın kenarına oturdum. çantamı da yanıma koyup gelip geçen araçları ve dünyayı seyre koyuldum. artık araçlar o kadar kocaman değildi. üstelik yavaşlamışlardı.
ben orada öylece otururken karşı şeritte bir kamyon ani bir frenle nefes nefese duruverdi. babam kaldırım tarafına atladıktan sonra gelen giden araçlara aldırmadan benim tarafıma koştu. geldiğinde ayağa kalkmıştım. sağ dizini yere koyup bana sarıldı. saçlarının dibi terlemişti. ne kadar güzel kokuyordu.
fren ve korna sesleri arasında musa abi geldi bu defa. kocaman elleriyle başımı okşadı. sonra babama baktı. şimdi değil de ancak büyüyünce anlayabileceğimi hissettiğim bir şey söyledi: "dayısını arardım ama babasına haber vermenin daha doğru olacağını düşündüm." babam, dostça omuzuna vurdu, "çok iyi düşünmüşsün," dedi. "sağol."
babamın cevabını da ancak büyüyünce anlayacaktım.
musa abi askerlik şubesini aramış. onlar da telsizle babama ulaşmışlar. babam telsizi elinden atıp, hem ablam hem benim için endişelenerek şehirler arası yola koşmuş. allahtan tanıdık bir kamyon şoförü denk gelmiş de beklememiş. babamın yolda olduğu sırada dayım musa abiyi aramış. beni sormuş. "nilüfer, gönül yengen ve ayşe teyzenle çarşıdaymış. zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişler. kadınlar işte," demiş. musa abi dördüncü kez kapıya gelip bu defa beni göremeyince dualar ederek heykele koşmuş.
ablam izmirli teğmen rıza'ya o çok istediği "bir kaç dakika"yı o gün vermiş meğer. tatlı dilli eniştem konuşmaya başlayınca da zamanı unutuvermiş. ancak bir saat sonra aklına gelmişim. gündüz vakti kül kedisi gibi gönül yengeme koşmuş. gönül yengem. dayıma hâlâ aşık, sevgilisine her doğum gününde mektup yazan yengem. sadece sevgilisine mi? çocuklarına, torunlarına da... hoşuna gider, diyerek bana okutan, beni salya sümük ağlatan yengem. biz büyürken arkadaşımız, sırdaşımız, öğretmenimiz yengem. ablama, "ben hallederim," demiş sadece. "merak etme."
*
babamın elini tutmuş, fenere doğru yürürken kendimi büyümüş hissettim. kendimle gurur duyuyordum. kendi kendime bir söz verdim: yıllar sonra olur da yalnızlık üzerine bir yazı yazarsam söze, "yalnızlık insanlık kaderidir. her insanın bunu fark ettiği, dünya adlı gurbette ne kadar yalnız olduğunu ve bu yalnızlığın kaçınılmaz olduğunu anladığı bir an vardır," diye başlamaya karar verdim.
adını belki de "bir eli tutmadan karşıdan karşıya geçmenin icat edildiği gün" koyarım.
*
okulumuzun müstahdemi musa bey her eylül başında yeni eğitim-öğretim yılına hazırlık olarak maviye boyadığı demir kapıyı aralayıp üçüncü kez "ablan gelmedi mi daha," diye sorunca, ikinci sınıfa geçtiğim yaz babamın karne hediyesi olarak aldığı saate bir defa daha baktım.
aslında musa abi. uzaktan akrabamız. annanem sabah kahvelerini içerken dedeme, "musa askerden dönmüş. reyhan'ın büyük oğlan. anne oğul ziyarete geldiler. öyle, sessizce oturdu. zaten sessizdi ama askerde daha da sessizleşmiş," dedi. burada sustu, bir yudumluk ara verip öyle devam etti. "cumhuriyet ilkokulu'na hademe alınacakmış. sohbet ederken reyhan söyledi." çok iyi hatırlıyorum. çünkü henüz okula gitmiyordum, yanlarındaydım. dedem, "böyle işlerle yormayın artık beni," diye cevap verince annanem başka bir şey demedi. yaklaşık iki ay bir şey demedi.ah ayşe sultan! ramazan bayramı sebep olmasaydı kim bilir kaç ay daha dedeme bir şey demeyecekti? oysa dedemin siyah takım elbisesini, kar beyazı ipek gömleğini -ki hayatımda daha beyaz bir şey bilmedim-, kırmızı ipek kıravatını herkes bilir. dedem bunları giyer, ankara yollarına düşerdi. annanem daha sonra ahmet dayım'a, "oğlum," demiş. dayım da partinin ilçe başkanıyla konuşmuş. saate gelince, o saat, hayatımın ilk ve tek karne hediyesi olarak kaldı. bir gün öykücüye verdim. çünkü kendi saati tamirdeydi. bir daha takmadım. çünkü o zamanlar "zaman" üzerine düşünüyordum ve eğer saat takmazsam "zaman"ın dışında kalabilirim sanmıştım.
ne diyordum? okulumuzun müstahdemi musa bey... bey değil abi.
okulumuzun müstahdemi musa abi her eylül başında yeni eğitim-öğretim yılına hazırlık olarak maviye boyadığı demir kapıyı aralayıp üçüncü kez "ablan gelmedi mi daha," diye sorunca, ikinci sınıfa geçtiğim yaz babamın karne hediyesi olarak aldığı saate bir defa daha baktım.
şimdi olsa, gülümser, "gelmedi ama beni merak etme, yalnızlığı severim," derdim. o gün yalnızca başımı sağ tarafa çevirdim. musa abi de baktı. ablamın dersi biteli neredeyse iki saat olmuştu. sabah kaybolduğu köşeden, foto fuat -efef diye de bilinir- ile yaman fırını arasından çoktan çıkıp gelmesi gerekiyordu. ama gelmedi.
cumhuriyet ilkokulunun kapısında ve dokuz yaşında, yeniden yalnız kalınca heykele baktım. önünde bir şeylerin kutlaması ya da anmasından arda kalan bir kaç çelenk vardı. bazısında çürümeye yüz tutmuş çiçekler, bazısı kurumuş yapraklarla dolu. yürümeye başladım.
problem taş döşeli dikdörtgen meydanı enine yürümek değildi. heykelin hemen arkasındaki, belediye işçilerinin yaz başında başladığı, düzenlemesini otuz ağustos'a bir gün kala ancak bitirebildiği yeşil alanı ikiye bölen beton yol boyunca yürümek de değildi.
sonunda gelmiştim. kolayca. şehirleri birbirine bağlarken, yukarıdan bakıldığında bir ucunda deniz feneri ve diğer ucunda liman duran bir hilale benzeyen bu şehri de oralara götüren yolun kenarındaydım. ve ne olursa olsun yanımda bir büyüğüm olmadan o yolu karşıdan karşıya geçmem yasaktı. annem aklına geldikçe yolun ne kadar tehlikeli olduğunu hatırlatır, "eğer olur da sözümü dinlemezsen küserim," derdi.
lütfen allahım, annem bana hiç küsmesin. babam da...
son sürat otomobillere, gürültülü tırlara, kamyonlara, bana masallardaki devlermiş gibi gelen otobüslere korkuyla baktım. aralıksız, hem sağdan hem soldan geliyorlar, geçip gidiyorlardı. güçlü bir rüzgar kalıyordu geriye. ne zaman yola yaklaşsam biraz rüzgar yüzünden biraz da korktuğum için geriye doğru bir adım atıyordum. bazan bir boşluk ya da yavaşlık oluyor ama ne zaman yola adım atsam boşluk ve yavaşlık kayboluyor, sanki trafik daha da hızlanıyordu.
galiba orada yüz yıl kadar bekledim. nihayet, bir benzerini hayatım boyunca ancak bir defa daha tekrar edebileceğim bir cesaretle yola atladım ve karşı kaldırıma kadar koştum. koştum. koştum...
yolun karşısına varınca kaldırımın kenarına oturdum. çantamı da yanıma koyup gelip geçen araçları ve dünyayı seyre koyuldum. artık araçlar o kadar kocaman değildi. üstelik yavaşlamışlardı.
ben orada öylece otururken karşı şeritte bir kamyon ani bir frenle nefes nefese duruverdi. babam kaldırım tarafına atladıktan sonra gelen giden araçlara aldırmadan benim tarafıma koştu. geldiğinde ayağa kalkmıştım. sağ dizini yere koyup bana sarıldı. saçlarının dibi terlemişti. ne kadar güzel kokuyordu.
fren ve korna sesleri arasında musa abi geldi bu defa. kocaman elleriyle başımı okşadı. sonra babama baktı. şimdi değil de ancak büyüyünce anlayabileceğimi hissettiğim bir şey söyledi: "dayısını arardım ama babasına haber vermenin daha doğru olacağını düşündüm." babam, dostça omuzuna vurdu, "çok iyi düşünmüşsün," dedi. "sağol."
babamın cevabını da ancak büyüyünce anlayacaktım.
musa abi askerlik şubesini aramış. onlar da telsizle babama ulaşmışlar. babam telsizi elinden atıp, hem ablam hem benim için endişelenerek şehirler arası yola koşmuş. allahtan tanıdık bir kamyon şoförü denk gelmiş de beklememiş. babamın yolda olduğu sırada dayım musa abiyi aramış. beni sormuş. "nilüfer, gönül yengen ve ayşe teyzenle çarşıdaymış. zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişler. kadınlar işte," demiş. musa abi dördüncü kez kapıya gelip bu defa beni göremeyince dualar ederek heykele koşmuş.
ablam izmirli teğmen rıza'ya o çok istediği "bir kaç dakika"yı o gün vermiş meğer. tatlı dilli eniştem konuşmaya başlayınca da zamanı unutuvermiş. ancak bir saat sonra aklına gelmişim. gündüz vakti kül kedisi gibi gönül yengeme koşmuş. gönül yengem. dayıma hâlâ aşık, sevgilisine her doğum gününde mektup yazan yengem. sadece sevgilisine mi? çocuklarına, torunlarına da... hoşuna gider, diyerek bana okutan, beni salya sümük ağlatan yengem. biz büyürken arkadaşımız, sırdaşımız, öğretmenimiz yengem. ablama, "ben hallederim," demiş sadece. "merak etme."
*
babamın elini tutmuş, fenere doğru yürürken kendimi büyümüş hissettim. kendimle gurur duyuyordum. kendi kendime bir söz verdim: yıllar sonra olur da yalnızlık üzerine bir yazı yazarsam söze, "yalnızlık insanlık kaderidir. her insanın bunu fark ettiği, dünya adlı gurbette ne kadar yalnız olduğunu ve bu yalnızlığın kaçınılmaz olduğunu anladığı bir an vardır," diye başlamaya karar verdim.
adını belki de "bir eli tutmadan karşıdan karşıya geçmenin icat edildiği gün" koyarım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder