25 Haziran 2019 Salı

london fields (2018)

sevgilim eylül sonu- ekim başı gibi yurt odasındaki dolabının kapağına bir kağıt yapıştırır, haziran sonuna kadar izlediğimiz filmleri oraya not alırdı. bu listeyi gören arkadaşlarından birisi, hayatı boyunca izlediği filmlerin listesi sanmış, sadece o seneye ait olduğunu öğrenince de oldukça şaşırmıştı. üstelik o liste, yalnızca sinemada izlediklerimizin bir listesiydi.

şimdilerde ise neredeyse hiç film izlemiyorum. hayatı, "sinema- masal- rüya" saç ayakları üzerine kurmaktan bahseden bir adamdan buralara gelmek şaşırtıcı olsa da bir araya gelen sebeplerin kaçınılmaz sonucu bu. mesela, vaktim varsa onu kitap okumaya ayırmaktan keyif alıyorum. moda olduğu için değil ama süresi yüzünden dizi izlemeyi seviyorum. üstelik, bir çok usta yönetmeni hasedinden çatlatacak kadar güzel diziler var.

ne zaman canım film çekse, yeni bir filmle risk almaktansa eski defterleri karıştırıyorum. elbette yeni işlerini merakla beklediğim yönetmenler var. wong kar-wai var. yorgos lanthimos, leos carax var. béla tarr, wim wenders, nuri bilge ceylan, semih kaplanoğlu, paolo sorrentino, hatta wes anderson, tom tykwer ve cameron crowe var.

yine de son beş yılda merak ve ısrarla, en çok beklediğim film, adını daha önce hiç duymadığım bir yönetmenin filmi oldu. mathew cullen'in yönettiği, dört- beş yıl önce vizyona girmesi gereken ama, geciktikçe geciken bu filmi, yeni bir orhan pamuk romanı, yeni bir seda ersavcı çevirisi bekler gibi bekledim dersem yeridir.

nihayet, hafta sonu bu bekleyiş sona erdi. cumartesi akşamı londra'da bir park nihayet film olarak karşımdaydı. kitap, daha hakkında hiçbir şey bilmezken, arka kapak yazısında, "kız ölecek," dediği için dikkatimi çekmiş, oyunbaz konusu, martin amis'in kalemine bulaşan zekası ve elbette dost körpe'nin öve öve bitiremediğim çevirisiyle muhteşem bir tecrübeye dönüşmüştü. "kız" ise bambaşka bir hikâyeye. .

bundan yıllar önce kitabın sinemaya aktarılacağını duyunca heyecan ve endişe karışımı bir duygu hissetmiştim. yönetmeni 'bir' tim burton değildi ama neden big fish (2003) tarzı muhteşem bir sonuç ortaya çıkmasındı ki? oyuncu listesindeki billy bob thornton ve johnny depp göz kamaştırıyor olsa da bu kadar katmanlı bir konudan neler, haçın dört köşesinden hangisi ya da hangileri ihmal edilecekti?

cevabı almak uzun süre mümkün olmadı. vizyona girişi sürekli ertelenen film, iki bin on beş toronto uluslararası film festivali'nde prömiyerini yapamadan, hatta gösteriminden bir gün önce festivalden çekildi. yönetmen yapımcılara bilgisi dışında filme sahne ekledikleri, yapımcılar amber heard'a filmi tamamlamadığı, amber heard da yapımcılara sözleşmesinde öngörüldüğünden daha fazla çıplak sahnede yer almış gibi görünmesi için dublör kullandıkları için dava açtı. johnny depp ve amber heard şiddetli geçimsizlik yüzünden boşandı. bütün bunlar yetmezmiş gibi yirmi altı ekim iki bin on sekizde amerika'da vizyona giren film, gişe tarihinin en kötü ikinci açılışını yaptı.

dörtnoktadört imdb puanıyla şimdiye kadar izlediğim en düşük puanlı film olduğu kesin. filmin iyi olmadığını kabul ediyorum ama o puanı hak edecek kadar da kötü değil. öncelikle derdini anlatamayan, kafası karışık bir film. bir çeşit ön okuma yapmadan, başka bir deyişle kitabı okumadan filmi anlamak çok zor.

martin amis'in seksenlerin sonunda bir milenyum öngörüsü olarak yazdığı roman beyaz perdeye aktarılırken sin city (2005) taklidi, zamansız bir filme dönüşmüş. kitabın aksine karakterler arasındaki denge bozulunca erotik yanı ağır basan, böyle olunca da hem nicola six'in derinliğini göz ardı eden, hem de keith ve guy'ı hiçe sayan bir film ortaya çıkmış.

ben olsam biraz uzamasını göze alarak kitabı birebir ele alırdım. hatta bir kaç bölümlük bir dizi yapardım.

roman göz önüne alındığında hakkı teslim edilen tek karakter, okurken de beni çok eğlendiren ve martin amis'in kendisiyle dalga geçtiği ingiliz yazar mark asprey (ilk harflere baksana) olmuş. ki amerikalı bir yazar olan anlatıcı, new york'taki döküntü evini onun saray yavrusu eviyle bir süreliğine değiştirmiş, bir süreliğine londra'ya taşınmıştır.

her şeye rağmen billy bob thornton ve johnny depp isimlerinin hakkını veriyor. filmin stilize atmosferi, nicola six'in neredeyse her sahnede değişen, maharetli ellerden çıktığı belli kıyafetleri başta olmak üzere kostüm tasarımı neredeyse kusursuz. romanda olduğu gibi anlatıcıya yine hayran kaldım. guy'a şefkatim, keith'e nefretim baki.

kitaptan bana kalan, biri edepsiz diğeri duygusal iki sahnenin filmde de yer almasına sevindim.

yine de, bu film olmasa da olurmuş.

Hiç yorum yok: