prolog:
"aslan... on üç ağustosta doğmuşum," dediğini duymasaydım, oturduğum yerde öne eğilip masanın sağına doğru bakmayacaktım. o da bir arkadaşımın doğum günü kutlamasında tanıştığım sonra da unuttuğum insanlardan biri olarak kalacaktı.
bir:
ben, bozkır ortasındaki bir metropolün bahçeleriyle ünlü semtindeki apartmanlardan birinin terasında duran park kanepesini ve hemen yanındaki dev saksıda hayata tutunmaya çalışan yaban mersinini gözümün önüne getirmeye çalışırken, o da "bir hafta sonu iki arabaya doluşup dağlara gitmiştik," diye başladığı hikayesine devam ediyor.
"o gün bir yaban mersinine vuruldum. benimle birlikte şehre, evime gelsin istedim... saatler süren bir uğraşının sonunda kökleriyle beraber söktüğümüz yaban mersinini getirip terasımdaki dev gibi bir saksıya diktim. bir kaç yıl mutluydu. ben de mutluydum. ki o biraz da bendi. umudum ölünce başladı o da ölmeye. umutla yaşıyordu sanki. yeniden yeşertmek için uzun uzun nereden başlamamam gerektiğini düşündüm. ama umut yeşertmek zor. kurumaya yüz tutmuş bir yaban mersinini canlandırmak kadar zor. ama hala bir kaç yeşil yaprağım vardı; benim ya da yaban mersininin... sonra sen geldin. kısa pantolon, kolunun altında topun, dizlerin yara bere içinde. en olmaz zamanlarda topunu masanın altından bana yuvarladın. sonra bir defa daha. bir daha... her defasında içimden geçeni müthiş bir zamanlamayla benden önce biliyordun. ağzını açtığında beni konuşuyordun. tıpkı çocukluğumun oyunlarındaki gibi, bir birine tutulan iki ayna ve sonsuza kadar çoğalan görüntümüz. başım dönüyordu... şimdi soruna gelelim, yani hafta sonuna; terasta dolandım, çiçeklere su verdim, birkaç yeni tohum ektim, toprağa bulandım. ve sonra yaban mersinin kurumaya yüz tutmuş dallarında bir kaç yaprak başlangıcı gördüm. şimdi bana gelmeni, sebep olduklarını görmeni istiyorum."
taksiye bindirirken fısıldadı: "galiba, yarın öğleden sonra hasta olacağım."
iki:
hasta ziyareti...
elimde kese kağıdı, içinde kirazlar; kocaman, eriklerden bile daha iri. çünkü "kiraz mevsimi"...
bilmem kaç numaralı cadde boyunca yürüdükten sonra döndüğüm sokağa doğru baktığımda sadece terası gördüm; daha doğrusu terasta, kollarını göğsünde kavuşturmuş biçimde, kocaman gülümseyerek bana bakışını. ben de gülümsedim ve dudaklarımda o gülümseyişle bahçe kapısından girip sakince giriş kapısına kadar yürüdüm; zili çaldım ve açılan kapıyı itip koşmaya başladım.
o kadar hızlı bir defa daha koşacaktım; bir kaç ay sonra kaçarken.
kapıda, aynı gülümseyişle beni bekliyor; kocaman, iki gamze arasında paranteze alınmış. sadece sarıldım. kese kağıdındaki kirazlara rağmen, sıkıca.
sadece bu. olsa anlatırdım ya da alper canıgüz'den çalarak, "sonrası mahrem," derdim.
o kucaklaşmanın ardından, sanki kaybolmamdan, vazgeçip geriye dönmemden korkuyormuş gibi elimden tutup beni salona sürükledi. ardından beni salonun ortasında bırakıp kirazları buzdolabına koymaya gitti.
bana anlatıp durduğu filmleri izlediği televizyon oradaydı işte; yaşlı ve yorgun bir çeyiz sandığının üzerinde. televizyondan artan boşlukta bazıları orijinal, bazıları da korsan çoğaltılmış bir film yığını. son zamanlardaki ilgisini ele verircesine neredeyse tamamı uzak doğu sinemasından. wong kar-wai, elbette. ve bir istisna: almost famuos...
televizyonun üstünde siyah, eflatun ve bordonun dans ettiği, omuzları çıplak bir portre. sağ alt köşedeki 'dem' ise otoportre diyor. resme tövbe etmeden önce yapmış olmalı. onun gibi dersem; "b.r.t.e.ö. dönemi"nden. kitaplığı televizyonun hemen sağında. elimde olmadan karşılaştırma yapıyorum, kesişim kümesi vesaire... canına okunmuş edip canseverler, bu ara elimden düşürmüyorum dediği mevlana divanı, "ansiklopedi yerine sözlük okumayı tercih ederim," deyişini doğrulayan hayatından bezmiş osmanlıca sözlük.
tam fransız teğmenin kadını'nın sarısı solgun cildine uzanmıştım ki, kollarını belime dolayıp sağ yanağını sırtıma dayadı. geldiğini duymamışım; tahta parke döşenmiş zemin çıplak, ayakları çıplak... hangi kitaplara dokunduğumu görmek için çıplak ayaklarının ucunda yükselip çenesini sağ omzuma koydu. sarısı solgun kitabı yerine birlikte ittik.
ben ona, o bana... nasıl derler, birbirimize döndük.
evet, mahrem...
üç:
teras...
güneş gökyüzündeki yolculuğunu tamamlamış, havada üşüten bir serinlik, sokakta ise neredeyse yaza tutunmuş bir akşamın sesleri... serin bir rüzgar teras kapısında asılı rüzgar çanından yansıyıp bedenimize çarpıyor. deniz kabuklarının içindeki deniz sesi de kulağımıza.
rüzgarla deniz kabuklarının dansını dinleyip öylece susarken, oturduğu yerden kalktı ve beni park kanepesinin sağ köşesinde, yaban mersininin hemen yanında yalnız bırakıp içeri gitti. rüzgar çanının altında bir an durup geriye, yarı karanlıkta yaban mersinin yanında oturan adama baktı.
biraz sonra döndü: elinde büyükçe seramik bir kase, içinde buğuya hapsolmuş kirazlar, etekleri rüzgarda uçuşan yazlık, "sevgilimin çıplak omuzlarını öpmek istiyorum"* dedirtecek kadar askılı elbise, ayakları hâlâ çıplak.
eminim tam burada, bir kamera kelimelerden daha çok işimize yarardı:
/gelip park kanepesinin sol köşesine oturuyor, aramızda kirazla dolu kocaman seramik kase... birbirimize bakmıyoruz. gözümüz rüzgar çanında. arada bir kiraz için uzanan ellerimiz tasın içinde çarpışıyor. biliyorum, aynı anda aynı şey aklımıza geliyor ve tebessüm ediyoruz.
sağ kolunu bank boyunca uzatıp benden yana döndü. peşi sıra seramik kaseyi aramızdan alıp solundaki boşluğa koydu. ardından eteğini topladı ve sağ ayağını aradaki boşluğa bıraktı. sol eliyle dizimden, sağ eliyle kanepeden kuvvet alarak kendini benden tarafa çekti, ya da beni kendinden tarafa...
fark eder mi?
olan biteni ondan tarafa bakmadan görüyorum. çünkü gözlerim durmaksızın rüzgarla dans eden rüzgar çanında. deniz kabuklarına saklanmış sesleri duymaya çalışıyorum; fırtınayı, deniz fenerinin şavkını, sadece ayak bileklerinde halhal var diye bir çingene kızı için sevgilisi tarafından terk edilen deniz kızının şarkısını.
nefesi yanağımda. yanağım yangın yeri.
sağ eli boynumda. ben mi ona tutunuyorum yoksa o mu bana, bilmiyorum. ama boynum yangın yeri.
duyulur duyulmaz bir sesle, "çocuk," diyor. kulağım yangın yeri. kalbim yangın yeri.
sol eli bedeninin eşliğinde geriye uzanıyor. iki kirazdan biri benim ağzımda. dudakları kulağıma yaklaşıyor. kiraz dişleri arasında ezilirken kadim zamandan bu yana tuttuğu çığlığı bırakıyor. sanki bir fırtına kopuyor. sonra bir daha. bir daha. bir daha.../
şair, "kiraz mevsimi" konusunda çok haklı.
dört:
yalnız olsam umursamaz, sol ayağımın üzerinde zıplaya zıplaya gidip kapıyı açmaktansa her kim gelmişse vazgeçip gitmesini beklerdim ama yalnız değildim. yakari'nin kapıyı açtıktan sonra, gelenin kim olduğunu bile söylemeden, "ben çıkıyorum" demesiyle kaybolması bir olunca başıma bir şeylerin geleceğini anlamıştım.
orada, odanın kapısında konuşmadan duruyor. yüzündeki şefkati görmemek imkansız. yine de beni böyle görmesini istemezdim; yanı başımda üzeri kitap, dergi, gazete dolu sehpa, içimde ve dışımda kirlilik ve acz hissi, ayağım sargılı bir biçimde yatıyorum. araya giren günleri aşmak için ihtiyacımız olan travma, kötü olay karşısındaydı işte.
bir şey söylemeden yatağın kenarına oturdu. bir süre sonra benden yana eğildiğinde kaçtım. öylece durup sadece kokladı. bu kadarı yeter der gibi, havuzdan su içen güvercinler gibi başını yüzümden kaldırdığında gözlerinde saklanamaz bir parıltı vardı, kirpiklerinde ıslaklık... bakışlarını başka tarafa döndürüp gözlerini sildi. ıslaklık gömleğinin koluna taşınmış.
kalkıp odanın içinde dolaşmaya başladı. nereye koyacağını bilmediği ellerini en sonunda ceplerine soktu ve konuşmaya başladı, sanki bana değil de kendine anlatıyordu: "geçenlerde, kendime kötülük günlerimden birinde, üzerinde kocaman bir "f" harfi olan bir dergi gördüm. felsefe sanmıştım ama futbolmuş. çocuk gelir belki, diyerek sakladım. gelmedin. bazan geleceğine öyle inandım ki, yemekler yaptım beklerken. hepsini bizim sokaktaki kediler yedi sonra."
devam etmedi, sustu.
pencereden manzaraya, duvardaki resimlere bakıp az önce terk ettiği yere yeniden oturdu. uzanıp sehpanın üzerindeki staedtler siyah tükenmez kalemi aldı. bir yandan konuşurken, bir yandan üzerimdeki tişörtü yukarıya, şortumun sol yanını ise aşağıya sıyırdı ve karnımdan sol bacağıma doğru bir şeyler yazmaya çalıştı. kalemin yazmayacağına ikna olunca, çantasından çıkarttığı tükenmez kalemle yeni baştan yazmaya başladı. bastıra bastıra, öfke dolu, acı dolu...
"bundan bir kaç yıl önce. kendime kötülük ettiğim günlerin birinde elime bir tükenmez kalem alıp bütün vücudumu turgut uyar'ın bu dizeleriyle doldurmuştum: "sevgim acıyor/ kimi sevsem/ kim beni sevse"... silinmesin diye de bir hafta banyo yapmamıştım. bu defa benim yerime sen taşı."
beş:
selçuk'la fenerin yan tarafındaki kayalıkta durmuş hiç konuşmadan sudaki babamı seyrediyoruz. başımla denizde yüzen, daha doğrusu oyunbaz kulaçlar atan babamı işaret ettim.
- sence de bu adamın oğlu değil miyim ben?
(bir dakika... ben burayı daha önce anlatmıştım... neyse, fark etmez nasıl olsa..)
buraya geldiğinden bu yana, neredeyse iki haftadır ilk defa gerçekten gülümsedi.
- kesinlikle, dostum.
babamı orada bıraktık ve eve dönmek için merdivenlere yürüdük. selçuk, kayalıktan fenere çıkan beton basamaklarda aniden durup ufuk çizgisini seyretmeye koyuldu. ben de bir kaç basamak aşağıda, ufuk çizgisinde onun gördüklerini görmeye çabalarken sordu:
- onu bir kez olsun aldatmadım. ona hiç yalan söylemedim. o istiyor diye sevmediğim bir şehirde yaşamaya razı geldim. onu her şeyden çok sevdiğim halde neden ayrılmak istiyor?
benden de mi, diye soracaktım ama o sıralar hayatımızda kötü şakalara yer yoktu. ben de doğru bildiğimi söyledim.
- çünkü, seni iyi sevgili yapan ne varsa şimdi seni kötü bir eş yapıyor. hatırlıyor musun, patronunuzun evde canı sıkıldığı için iş yerine gelen, anlamadığı halde işlere karışan eşine tahammül edememiş istifa etmiştin ve bize bunu anlatınca o da dahil herkes sana bir masal kahramanıymışsın gibi bakmıştı. aynı şey şimdi olsa seni en az sorumsuzlukla suçlardı. dur, onun gibi yapacağım: korumak zorunda olduğumuz belli bir standart var.
- haklısın, dostum. üstelik, aynı şey şimdi olsa yine istifa ederim.
daha fazla konuşmadan eve yürümeye devam ettik. içeri girdiğimizde annem, cep telefonumun uzun süre çaldığını, arayanın en sonunda pes ettiğini söyledi. sonra da mesaj gelmiş galiba. selçuk'u annemle bırakıp odama gittim.
doğruydu, mesaj gelmişti; ama bir değil iki tane... uzun süre, telefonumun "gelen kutusu"nda sakladığım, bir gün her şey defteri-iki'ye kaydettikten sonra sildiğim iki mesaj: "çocuk, ufka giden bir serzenişin sergüzeştidir bunlar... biliyorum, aramızdan bir uzakçıl kuş geçti. biliyorum, çünkü kanat sesleri kulaklarımda hâlâ..." / "beni merak etme: yalnızlık büyük bir kucak ve o kucakta herkese yetecek yer var. gerçi bugünlerde o kucakta bana rahat yok, uyutmuyor beni sallayıp sarsıp duruyor... ama geçer. herkes gibi. her şey gibi..."
cevap yazacaktım, ama kelimelerimi yitirmiştim. numarasını tuşlarken, eskiden insanların gözyaşlarını gözyaşı şişelerinde sakladığını hatırladım. aklıma selçuk geldi, telefonu yatağa fırlatıp annemle selçuk'un yanına gittim.
*:mevlüt ömer
"aslan... on üç ağustosta doğmuşum," dediğini duymasaydım, oturduğum yerde öne eğilip masanın sağına doğru bakmayacaktım. o da bir arkadaşımın doğum günü kutlamasında tanıştığım sonra da unuttuğum insanlardan biri olarak kalacaktı.
bir:
ben, bozkır ortasındaki bir metropolün bahçeleriyle ünlü semtindeki apartmanlardan birinin terasında duran park kanepesini ve hemen yanındaki dev saksıda hayata tutunmaya çalışan yaban mersinini gözümün önüne getirmeye çalışırken, o da "bir hafta sonu iki arabaya doluşup dağlara gitmiştik," diye başladığı hikayesine devam ediyor.
"o gün bir yaban mersinine vuruldum. benimle birlikte şehre, evime gelsin istedim... saatler süren bir uğraşının sonunda kökleriyle beraber söktüğümüz yaban mersinini getirip terasımdaki dev gibi bir saksıya diktim. bir kaç yıl mutluydu. ben de mutluydum. ki o biraz da bendi. umudum ölünce başladı o da ölmeye. umutla yaşıyordu sanki. yeniden yeşertmek için uzun uzun nereden başlamamam gerektiğini düşündüm. ama umut yeşertmek zor. kurumaya yüz tutmuş bir yaban mersinini canlandırmak kadar zor. ama hala bir kaç yeşil yaprağım vardı; benim ya da yaban mersininin... sonra sen geldin. kısa pantolon, kolunun altında topun, dizlerin yara bere içinde. en olmaz zamanlarda topunu masanın altından bana yuvarladın. sonra bir defa daha. bir daha... her defasında içimden geçeni müthiş bir zamanlamayla benden önce biliyordun. ağzını açtığında beni konuşuyordun. tıpkı çocukluğumun oyunlarındaki gibi, bir birine tutulan iki ayna ve sonsuza kadar çoğalan görüntümüz. başım dönüyordu... şimdi soruna gelelim, yani hafta sonuna; terasta dolandım, çiçeklere su verdim, birkaç yeni tohum ektim, toprağa bulandım. ve sonra yaban mersinin kurumaya yüz tutmuş dallarında bir kaç yaprak başlangıcı gördüm. şimdi bana gelmeni, sebep olduklarını görmeni istiyorum."
taksiye bindirirken fısıldadı: "galiba, yarın öğleden sonra hasta olacağım."
iki:
hasta ziyareti...
elimde kese kağıdı, içinde kirazlar; kocaman, eriklerden bile daha iri. çünkü "kiraz mevsimi"...
bilmem kaç numaralı cadde boyunca yürüdükten sonra döndüğüm sokağa doğru baktığımda sadece terası gördüm; daha doğrusu terasta, kollarını göğsünde kavuşturmuş biçimde, kocaman gülümseyerek bana bakışını. ben de gülümsedim ve dudaklarımda o gülümseyişle bahçe kapısından girip sakince giriş kapısına kadar yürüdüm; zili çaldım ve açılan kapıyı itip koşmaya başladım.
o kadar hızlı bir defa daha koşacaktım; bir kaç ay sonra kaçarken.
kapıda, aynı gülümseyişle beni bekliyor; kocaman, iki gamze arasında paranteze alınmış. sadece sarıldım. kese kağıdındaki kirazlara rağmen, sıkıca.
sadece bu. olsa anlatırdım ya da alper canıgüz'den çalarak, "sonrası mahrem," derdim.
o kucaklaşmanın ardından, sanki kaybolmamdan, vazgeçip geriye dönmemden korkuyormuş gibi elimden tutup beni salona sürükledi. ardından beni salonun ortasında bırakıp kirazları buzdolabına koymaya gitti.
bana anlatıp durduğu filmleri izlediği televizyon oradaydı işte; yaşlı ve yorgun bir çeyiz sandığının üzerinde. televizyondan artan boşlukta bazıları orijinal, bazıları da korsan çoğaltılmış bir film yığını. son zamanlardaki ilgisini ele verircesine neredeyse tamamı uzak doğu sinemasından. wong kar-wai, elbette. ve bir istisna: almost famuos...
televizyonun üstünde siyah, eflatun ve bordonun dans ettiği, omuzları çıplak bir portre. sağ alt köşedeki 'dem' ise otoportre diyor. resme tövbe etmeden önce yapmış olmalı. onun gibi dersem; "b.r.t.e.ö. dönemi"nden. kitaplığı televizyonun hemen sağında. elimde olmadan karşılaştırma yapıyorum, kesişim kümesi vesaire... canına okunmuş edip canseverler, bu ara elimden düşürmüyorum dediği mevlana divanı, "ansiklopedi yerine sözlük okumayı tercih ederim," deyişini doğrulayan hayatından bezmiş osmanlıca sözlük.
tam fransız teğmenin kadını'nın sarısı solgun cildine uzanmıştım ki, kollarını belime dolayıp sağ yanağını sırtıma dayadı. geldiğini duymamışım; tahta parke döşenmiş zemin çıplak, ayakları çıplak... hangi kitaplara dokunduğumu görmek için çıplak ayaklarının ucunda yükselip çenesini sağ omzuma koydu. sarısı solgun kitabı yerine birlikte ittik.
ben ona, o bana... nasıl derler, birbirimize döndük.
evet, mahrem...
üç:
teras...
güneş gökyüzündeki yolculuğunu tamamlamış, havada üşüten bir serinlik, sokakta ise neredeyse yaza tutunmuş bir akşamın sesleri... serin bir rüzgar teras kapısında asılı rüzgar çanından yansıyıp bedenimize çarpıyor. deniz kabuklarının içindeki deniz sesi de kulağımıza.
rüzgarla deniz kabuklarının dansını dinleyip öylece susarken, oturduğu yerden kalktı ve beni park kanepesinin sağ köşesinde, yaban mersininin hemen yanında yalnız bırakıp içeri gitti. rüzgar çanının altında bir an durup geriye, yarı karanlıkta yaban mersinin yanında oturan adama baktı.
biraz sonra döndü: elinde büyükçe seramik bir kase, içinde buğuya hapsolmuş kirazlar, etekleri rüzgarda uçuşan yazlık, "sevgilimin çıplak omuzlarını öpmek istiyorum"* dedirtecek kadar askılı elbise, ayakları hâlâ çıplak.
eminim tam burada, bir kamera kelimelerden daha çok işimize yarardı:
/gelip park kanepesinin sol köşesine oturuyor, aramızda kirazla dolu kocaman seramik kase... birbirimize bakmıyoruz. gözümüz rüzgar çanında. arada bir kiraz için uzanan ellerimiz tasın içinde çarpışıyor. biliyorum, aynı anda aynı şey aklımıza geliyor ve tebessüm ediyoruz.
sağ kolunu bank boyunca uzatıp benden yana döndü. peşi sıra seramik kaseyi aramızdan alıp solundaki boşluğa koydu. ardından eteğini topladı ve sağ ayağını aradaki boşluğa bıraktı. sol eliyle dizimden, sağ eliyle kanepeden kuvvet alarak kendini benden tarafa çekti, ya da beni kendinden tarafa...
fark eder mi?
olan biteni ondan tarafa bakmadan görüyorum. çünkü gözlerim durmaksızın rüzgarla dans eden rüzgar çanında. deniz kabuklarına saklanmış sesleri duymaya çalışıyorum; fırtınayı, deniz fenerinin şavkını, sadece ayak bileklerinde halhal var diye bir çingene kızı için sevgilisi tarafından terk edilen deniz kızının şarkısını.
nefesi yanağımda. yanağım yangın yeri.
sağ eli boynumda. ben mi ona tutunuyorum yoksa o mu bana, bilmiyorum. ama boynum yangın yeri.
duyulur duyulmaz bir sesle, "çocuk," diyor. kulağım yangın yeri. kalbim yangın yeri.
sol eli bedeninin eşliğinde geriye uzanıyor. iki kirazdan biri benim ağzımda. dudakları kulağıma yaklaşıyor. kiraz dişleri arasında ezilirken kadim zamandan bu yana tuttuğu çığlığı bırakıyor. sanki bir fırtına kopuyor. sonra bir daha. bir daha. bir daha.../
şair, "kiraz mevsimi" konusunda çok haklı.
dört:
yalnız olsam umursamaz, sol ayağımın üzerinde zıplaya zıplaya gidip kapıyı açmaktansa her kim gelmişse vazgeçip gitmesini beklerdim ama yalnız değildim. yakari'nin kapıyı açtıktan sonra, gelenin kim olduğunu bile söylemeden, "ben çıkıyorum" demesiyle kaybolması bir olunca başıma bir şeylerin geleceğini anlamıştım.
orada, odanın kapısında konuşmadan duruyor. yüzündeki şefkati görmemek imkansız. yine de beni böyle görmesini istemezdim; yanı başımda üzeri kitap, dergi, gazete dolu sehpa, içimde ve dışımda kirlilik ve acz hissi, ayağım sargılı bir biçimde yatıyorum. araya giren günleri aşmak için ihtiyacımız olan travma, kötü olay karşısındaydı işte.
bir şey söylemeden yatağın kenarına oturdu. bir süre sonra benden yana eğildiğinde kaçtım. öylece durup sadece kokladı. bu kadarı yeter der gibi, havuzdan su içen güvercinler gibi başını yüzümden kaldırdığında gözlerinde saklanamaz bir parıltı vardı, kirpiklerinde ıslaklık... bakışlarını başka tarafa döndürüp gözlerini sildi. ıslaklık gömleğinin koluna taşınmış.
kalkıp odanın içinde dolaşmaya başladı. nereye koyacağını bilmediği ellerini en sonunda ceplerine soktu ve konuşmaya başladı, sanki bana değil de kendine anlatıyordu: "geçenlerde, kendime kötülük günlerimden birinde, üzerinde kocaman bir "f" harfi olan bir dergi gördüm. felsefe sanmıştım ama futbolmuş. çocuk gelir belki, diyerek sakladım. gelmedin. bazan geleceğine öyle inandım ki, yemekler yaptım beklerken. hepsini bizim sokaktaki kediler yedi sonra."
devam etmedi, sustu.
pencereden manzaraya, duvardaki resimlere bakıp az önce terk ettiği yere yeniden oturdu. uzanıp sehpanın üzerindeki staedtler siyah tükenmez kalemi aldı. bir yandan konuşurken, bir yandan üzerimdeki tişörtü yukarıya, şortumun sol yanını ise aşağıya sıyırdı ve karnımdan sol bacağıma doğru bir şeyler yazmaya çalıştı. kalemin yazmayacağına ikna olunca, çantasından çıkarttığı tükenmez kalemle yeni baştan yazmaya başladı. bastıra bastıra, öfke dolu, acı dolu...
"bundan bir kaç yıl önce. kendime kötülük ettiğim günlerin birinde elime bir tükenmez kalem alıp bütün vücudumu turgut uyar'ın bu dizeleriyle doldurmuştum: "sevgim acıyor/ kimi sevsem/ kim beni sevse"... silinmesin diye de bir hafta banyo yapmamıştım. bu defa benim yerime sen taşı."
beş:
selçuk'la fenerin yan tarafındaki kayalıkta durmuş hiç konuşmadan sudaki babamı seyrediyoruz. başımla denizde yüzen, daha doğrusu oyunbaz kulaçlar atan babamı işaret ettim.
- sence de bu adamın oğlu değil miyim ben?
(bir dakika... ben burayı daha önce anlatmıştım... neyse, fark etmez nasıl olsa..)
buraya geldiğinden bu yana, neredeyse iki haftadır ilk defa gerçekten gülümsedi.
- kesinlikle, dostum.
babamı orada bıraktık ve eve dönmek için merdivenlere yürüdük. selçuk, kayalıktan fenere çıkan beton basamaklarda aniden durup ufuk çizgisini seyretmeye koyuldu. ben de bir kaç basamak aşağıda, ufuk çizgisinde onun gördüklerini görmeye çabalarken sordu:
- onu bir kez olsun aldatmadım. ona hiç yalan söylemedim. o istiyor diye sevmediğim bir şehirde yaşamaya razı geldim. onu her şeyden çok sevdiğim halde neden ayrılmak istiyor?
benden de mi, diye soracaktım ama o sıralar hayatımızda kötü şakalara yer yoktu. ben de doğru bildiğimi söyledim.
- çünkü, seni iyi sevgili yapan ne varsa şimdi seni kötü bir eş yapıyor. hatırlıyor musun, patronunuzun evde canı sıkıldığı için iş yerine gelen, anlamadığı halde işlere karışan eşine tahammül edememiş istifa etmiştin ve bize bunu anlatınca o da dahil herkes sana bir masal kahramanıymışsın gibi bakmıştı. aynı şey şimdi olsa seni en az sorumsuzlukla suçlardı. dur, onun gibi yapacağım: korumak zorunda olduğumuz belli bir standart var.
- haklısın, dostum. üstelik, aynı şey şimdi olsa yine istifa ederim.
daha fazla konuşmadan eve yürümeye devam ettik. içeri girdiğimizde annem, cep telefonumun uzun süre çaldığını, arayanın en sonunda pes ettiğini söyledi. sonra da mesaj gelmiş galiba. selçuk'u annemle bırakıp odama gittim.
doğruydu, mesaj gelmişti; ama bir değil iki tane... uzun süre, telefonumun "gelen kutusu"nda sakladığım, bir gün her şey defteri-iki'ye kaydettikten sonra sildiğim iki mesaj: "çocuk, ufka giden bir serzenişin sergüzeştidir bunlar... biliyorum, aramızdan bir uzakçıl kuş geçti. biliyorum, çünkü kanat sesleri kulaklarımda hâlâ..." / "beni merak etme: yalnızlık büyük bir kucak ve o kucakta herkese yetecek yer var. gerçi bugünlerde o kucakta bana rahat yok, uyutmuyor beni sallayıp sarsıp duruyor... ama geçer. herkes gibi. her şey gibi..."
cevap yazacaktım, ama kelimelerimi yitirmiştim. numarasını tuşlarken, eskiden insanların gözyaşlarını gözyaşı şişelerinde sakladığını hatırladım. aklıma selçuk geldi, telefonu yatağa fırlatıp annemle selçuk'un yanına gittim.
*:mevlüt ömer
2 yorum:
yakari'yi değil atını severdim. bir de şarkısını.
iyi öykü diye başlayacaktım; anı etiketi elimi kolumu bağladı:p
bir zalimlik var ama bu işte,haber verin jandarmaya:p
yakari üniversite ikinci sınıfın ilk haftasından bu yana hayatımızdaki 'yakup hüznü'dür. ve aynı hayat, 'yusuf güzelliği'ni ve züleyhasını (dib'nın tefsirine itimat edersek zelihasını) beklemektedir.
*
öykü, şiir vs. benim işim değil. ben uyduramam. sadece anlatırım. belki okuduğum kitaplara benzesin diye süslerim o kadar.
*
her şey vakti geldiğinde oluyor. (ya da ölüyor.) ben de isterdim o son mesajlara cevap verdirecek tutkunun içimde olmasını. verememek ya da vermemek her şeyin cevabı oldu.
Yorum Gönder