16 Eylül 2009 Çarşamba

son gün

yaşamın ne denli şaşırtıcı, 'yaşamak' ın ne denli heyecanlı olduğunu sonradan öğrenen herkes gibi ben de erken tanıştım kitaplarla. okuyordum çünkü insanlara anlatacak bir şeylerim olsun istiyordum. hayatımdan, kendimden bahsedemezdim çünkü ben dahi sıkılıyordum.

yazarın tanrı rolüne soyunup karakterler, başka evrenler oluşturması ne kadar güzeldi, bir mucizeye şahit olmaktı. bunu ben de yapmak isterdim. ayrıca yazdığım kırık dökük şeyleri okuyanlar 'yetenek' denilen bir özellikten bahsedip, onun bende de olduğunu söylemiyorlar mıydı?

ama öyle olmadığını, eğer o 'şey' e sahipsem bile bunun tek başına yeterli olmadığını anlamam uzun sürmedi. ben hiçbir şey yazamazdım; belki mektup.

kitapları, okumayı, yazar hikayelerini seviyordum. bu yüzden de hiç olmazsa bunlara yakın olabileyim diye aldığım eğitimden başka bir meslek seçtim kendime. editör olacaktım.

bir gün 'kader attığımız her adımla gerçekleşiyor' diyenleri haklı çıkaracak bir şey oldu. sıkı sıkıya takip ettiğim, neredeyse sayfa numaralarını bile okuduğum edebiyat dergilerinden birinde bir ilan gördüm ve kelimenin tam anlamıyla çarpıldım. yayınevinin adını bilmiyordum, yeni ve küçük bir yayıneviydi ama ''mac'e takla attırabilecek elemanlar arıyoruz...'' diye başlayan o ilanın ardından çalışmak istediğim yerin neresi olduğunu kesinlikle biliyordum.

gerçi ben de yazar olma hevesindekilerin hep yaptığı gibi daktilo kullanıyor, baştan ayağa asil bir siyahı giyinmiş remingtonumu herkesten kıskanıyor, onu bitimsiz bir aşkla seviyor olsam da bilgisayardan anlardım.
ertesi gün patronum olacak kişinin karşısındaydım; irfan bey... ilk fırsatta emekli olmuş bir askerdi. insanı gören bakışları, kişiyi özgürleştiren bir yanı vardı. ne istediğini biliyordu. çok şey yaşamış, çok şey görmüştü. başlangıç ve bitişlerle dolu hayatının her anını yeniden yaşamaya hazırdı. korkmuyordu. üstelik iş ilanının metnini de o yazmıştı.

gerisinin bir önemi yoktu artık; yeni açılan küçük bir yayın evi olmanın, şimdilik önümüzü görememenin, hiçbirinin..

irfan bey ise diplomam ve geçmişim dışında, bu işe tutkuyla bağlanışımı farkettiğini ve araya kimseyi sokmadan dostoyevski okuyabilmek için rusça öğrenme hayalimden etkilendiğini söyleyecekti bir süre sonra.
ben işe başladım, herkes çok çalıştı. bugün yayınevi artık piyasanın en iyilerinden biri haline dönüştü. günler, aylar, yıllar boyu aynı manzarayı izleyip önce büyüdük, ardından olgunluğa yol aldık.

ben konuşamasam bile okuduğumu anlayacak kadar rusça öğrendim. karmazov kardeşler'i ilk defa okuduktan sonra her şeyden nefret ettim; bir daha asla 'ilk defa' okuyamayacaktım.

irfan bey bir tekkeye gidip gelmeye başladı. yine de hep aynı adam kaldı. gülmekten, güldürmektan haz alan, güzel kadınları ve güzel yemekleri seven, insanı daima özgürleştiren yanlarıyla.

bir gün bana "çocuk," demişti. "etrafıma bakıyorum da insanlar yaşlandıkça kendilerine bir çıkış bir kurtuluş yolu arıyor. hindistan'a gidip oraya yerleşmekten bahseden arkadaşlarım var. zen öğretilerinden başka bir şey konuşmayanlar, huzuru budizmde bulduğunu söyleyenler var. benim o kadar uzağa gitmeme gerek kalmadı. sadece bu."

dün ben ve sevgi onun odasındaydık. hepimizden genç olmasına rağmen benim bıraktığım işi en iyi yapacak olanın sevgi olduğunu bir defa daha söyledim. ben de onun pozisyonuna geçer, büroda olmama gerek kalmadan bana düşen işleri yapabilirdim. zaten işi bırakmıyordum, sadece büroda olmayacaktım.

o halde geriye her hangi bir problem kalmıyordu.

ve şimdi masamı toplamış, yıllardır oturduğum masanın çıplaklığında bunları yazarken bazan başımı kaldırıp pencereden görünen çatılara ve bir parça denize bakıyorum. biraz da geçmişe.

biliyorum, yine burada çalışırdım.

Hiç yorum yok: