yazlar...
çocukluğumun yazları...
her çocuğun olduğu gibi kalabalık ve mutlu. zamanın havada asılıp kaldığı, günlerin asla bitmeyecek sanıldığı ama çabucak geçtiği...
bizimki gibi şehir merkezine uzak bir ev, başka şehirlerde oturmalar, kış günlerinin kısalığı, okul gibi bahaneler ortadan kalkar, karneler alınır alınmaz başlayan huysuzluklarımız nihayet sonuç verir ve bütün kuzenler bahçe ortasındaki o üç katlı evin bize ayrılan ikinci katına doluşurduk.
bahçe kadar ev de oyun alanlarımızdan biriydi. daha çok bize tahsis edilen ikinci katta değil, anne ve babalarımız gelip ev kalabalıklaştığında odaları açılan, diğer zamanlarda garip bir sessizliğin hüküm sürdüğü üçüncü katta oynardık.
o üçüncü katta içinde çok az eşya bulunan, neredeyse boş bir oda vardı. sabah güneşinin içine dolduğu, öğleden sonra gölgede kalan bu odanın serinliğinde boş bir çeyiz sandığı dururdu. yer yer siyaha dönüşmüş, mavi bir rengi vardı. ve üzerinde usta bir elden çıktığını belli eden işlemeleri. kimseye sormadım ama annanemin olmalı, belki de dedemin annesinin...
boştu... içindekiler annem ve iki teyzemin sandığına paylaştırılıp, arda kalanlar da annanem tarafından bundan sonra benim neyime denilerek akraba ya da komşuların gelinlik kızlarına hediye edildiği için mi, yoksa, değişip duran modaya uyarak alınmış ceviz ağacından yapılma, yüzeyi bir kaç kat sürülmüş vernik yüzünden ışıl ışıl yanan ikinci sandığa aktarıldığı için mi boştu, bilmiyorum.
oyunlarımızdan biri o boş sandığın içine girmekti. birimiz içine girer, saymayı bilenler ona kadar sayar ve kapak açılırdı. ama oyunumuzda çok ciddi bir kuralımız vardı; eğer sandığın içindeki kişi içerden sandığa vurursa kapak hemen açılırdı.
herkes girerdi o sandığın içine: büyükler, küçükler, kızlar, erkekler, kilolular, zayıflar... sadece ben girmezdim. sebep klostrofobi değildi. sandığın içinde bekleyen cinlerden, perilerden de korkmazdım. eğer o sandığın içine girersem hiç kimse sandığın kapağını açmayacak, herkes hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edecek gibi gelirdi bana.
şimdilerde ise o sandığın içine kendiliğimden giriyorum. açmaya çalıştıklarında ise, açılmasın diye tüm gücümle içeriden tutuyorum.
çocukluğumun yazları...
her çocuğun olduğu gibi kalabalık ve mutlu. zamanın havada asılıp kaldığı, günlerin asla bitmeyecek sanıldığı ama çabucak geçtiği...
bizimki gibi şehir merkezine uzak bir ev, başka şehirlerde oturmalar, kış günlerinin kısalığı, okul gibi bahaneler ortadan kalkar, karneler alınır alınmaz başlayan huysuzluklarımız nihayet sonuç verir ve bütün kuzenler bahçe ortasındaki o üç katlı evin bize ayrılan ikinci katına doluşurduk.
bahçe kadar ev de oyun alanlarımızdan biriydi. daha çok bize tahsis edilen ikinci katta değil, anne ve babalarımız gelip ev kalabalıklaştığında odaları açılan, diğer zamanlarda garip bir sessizliğin hüküm sürdüğü üçüncü katta oynardık.
o üçüncü katta içinde çok az eşya bulunan, neredeyse boş bir oda vardı. sabah güneşinin içine dolduğu, öğleden sonra gölgede kalan bu odanın serinliğinde boş bir çeyiz sandığı dururdu. yer yer siyaha dönüşmüş, mavi bir rengi vardı. ve üzerinde usta bir elden çıktığını belli eden işlemeleri. kimseye sormadım ama annanemin olmalı, belki de dedemin annesinin...
boştu... içindekiler annem ve iki teyzemin sandığına paylaştırılıp, arda kalanlar da annanem tarafından bundan sonra benim neyime denilerek akraba ya da komşuların gelinlik kızlarına hediye edildiği için mi, yoksa, değişip duran modaya uyarak alınmış ceviz ağacından yapılma, yüzeyi bir kaç kat sürülmüş vernik yüzünden ışıl ışıl yanan ikinci sandığa aktarıldığı için mi boştu, bilmiyorum.
oyunlarımızdan biri o boş sandığın içine girmekti. birimiz içine girer, saymayı bilenler ona kadar sayar ve kapak açılırdı. ama oyunumuzda çok ciddi bir kuralımız vardı; eğer sandığın içindeki kişi içerden sandığa vurursa kapak hemen açılırdı.
herkes girerdi o sandığın içine: büyükler, küçükler, kızlar, erkekler, kilolular, zayıflar... sadece ben girmezdim. sebep klostrofobi değildi. sandığın içinde bekleyen cinlerden, perilerden de korkmazdım. eğer o sandığın içine girersem hiç kimse sandığın kapağını açmayacak, herkes hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edecek gibi gelirdi bana.
şimdilerde ise o sandığın içine kendiliğimden giriyorum. açmaya çalıştıklarında ise, açılmasın diye tüm gücümle içeriden tutuyorum.
4 yorum:
ve o sandığın içinden sayfa sayfa kağıtlar atılır dışarı...
sandık üstüne sandık niyetine belki...
kim bilir...
bazen gözlerim karanlığa alıştığında mektuplar yazdığım doğrudur. ama postaya verilmez, bir defterin sayfalarında yürür geleceğe.
siz sandığa, kelimeler deftere saklı...
gibi görünür, dışardan bakana...
sadece sandık görünür aslında; yer yer siyaha dönüşen mavi rengi ve usta ellerden çıktığı belli işlemeleriyle.
Yorum Gönder