9 Nisan 2010 Cuma

bir masada iki kişi: otuz saniye

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- yaklaşık otuz saniye.

- bağışla ama anlamadım. otuz saniye olan ne?

- elimi tuttuğun ilk andan elimi bırakıp pencereden dışarıya, çok uzaklara bakmaya başladığın ana kadar geçen süre.

- sürenin önemli olduğunu düşünmemiştim.

- yapma. ikimizde biliyoruz.

- neyi?

- otuz saniyede buradan çıktık, beni eve bıraktın. belki içeri girdin ve bir şeyler ikram ettim sana. belki bir öpücük, kaçamak bir dokunuş. birbirimizi sık arar olduk, hatta evliliğe dönüşen ya da dönüşmeyen bir ilişkimiz oldu. ama bir şey oldu sonra. çok yukarılardan bir cam vazo düştü, tepeden bir çığ yuvarlanmaya başladı. kaldıramadık ve her şey bitti. daha buradan çıkmadık ama sen her şeyi otuz saniyede yaşayıp bitirdin.

*

yanılıyordu, otuz saniyeden fazla sürdü: iki yıl sekiz ay yirmi bir gün ve yaklaşık on saat... bir sabah havaalanında oturmuş onu new york'a götürecek uçağın kalkmasını beklerken, telefonunu kapatmadan önce attığı son bir mesaj geldi: sadece şehir değil, bütün coğrafya sana emanet...

Hiç yorum yok: