beklentisiz, birden bire ortaya çıkıveren ve fırtınalar estiren the bear...
keşke ankara'yı da böyle, karakterlerden biriymişcesine kullanan bir dizi çekilse dedirten chicago, her türden senaryo matematiğinden uzak ritmi, tadından yenmez konusu, her sahnesinde shameless (2011- 2021) devam ediyor hissi veren jeremy allen white, bir çok sinema filminden bile daha dolu, tek başına film olabilecek bazı bölümleri, bireysel gelişimi ve dönüşümü anlatırken bir yandan geniş aile anlatısına yaslanması, abi fenomeni, dostluk ve hikâye restorandan dışarı taşar taşmaz karşımıza çıkan 'aşk'ıyla.
/baştan sona anlatmaya kalksam uzun sürer. ama böyle böyle kıyısından köşesinden tırtıklayacağız artık./
tekrar ve tekrar izlediğim o kadar çok sahnesi var ki. ama biz en çok izlediğim ikinci sahneyi anacağız: claire dunlap'ın ortaya çıkışı.
/süpermarkette, market buzdolaplarının önünde, buzdolabının soğuk ışığında küçük, sessiz bir tebessümdür kendisini. giderek kocaman bir tebessüme dönüşür. rengine bir türlü karar veremediğimiz, yorgunluk alameti çizgilerle altı çizilmiş kocaman gözlerle bakıyordur.
gözlerin sadece renkten ibaret olmadığını anlarsınız. görmeye muktedir gözleri vardır kızın. uzanıp şakaklarına düşen bir kaç teli saçı kulağının arkasına itmek istersiniz. eliniz orada kalsın. ki yanağını avucunuza yaslasın./
nefis bir sahnedir. mekan, ışık, diyalog, iki karakter arasındaki elektrik ve dahi oyunculuk muhteşemdir.
konuşma ilerledikçe mahalleden, hatta liseden arkadaş olduklarını öğreniriz; carmy aşçı olmak için uzaklara gidince araya mesafe girmiştir. claire ise tıp okumuş, acil doktoru olmak üzeredir.
carmy'nin sorusu üzerine konu hikâyenin başladığı yere gelir: meğer çocukken claire'in arkadaşlarından biri çitten düşüp kolunu kırmış. diğer çocuklar panikle olay yerinden uzaklaşırken ya da olan bitene bakamazken claire kalıp gelişmeleri takip etmiş.
"yardım etmek mi istedin?" diye soran carmy'ye verdiği, "hayır, sadece anlamak istedim," cevabı ise, işte bu, dedirtecek kadar iyiydi.
bu kız anlamaya talipti. iyiliğe, yardıma, kahramanlığa değil muhatabına, aşka, cezbeye talip.
*
evet, oraya geldik.
ben iyileştirme arzusunu hastalıklı buluyorum. ve bir ilişkinin temeline daha ilk anda konulan bir dinamit olarak görüyorum.
bu arzuyu, obsesif kompulsif bozuklukla aynı kefeye koymuyorum elbette. o başka bir kulvar.
/n'oldu? mükemmeliyetçi demedim diye bozuldunuz mu?/
ilişki ne sebeple ve hangi koşullarda başlamış olursa olsun iyileştirme arzusunun iki son-ucu var bence.
birinci son-uç: iyileşmesi hedeflenen hiçbir zaman sevilmemiş, sürecin kendisine talip olunmuştur. kahramanlık peşinde koşan süper kahraman yani. ya da ilk düğmesi yanlış iliklenen bir gömlek hikâyesi.
ikinci son-uç: gerçekten aşk ile olmuşsa olanlar. kişi karşısındakinin iyileşmesi gereken hâline tutulmuş demektir. iyileşme gerçekleşince "o eski hâlinden eser yok"tur şimdi. ya da bir başka "sen çok değiştin" hikâyesi.
*
şüphesiz, bütün ilişkiler insanı dönüştürür. büyütür, iyiye ya da kötüye götürür.
o ayrı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder