6 Şubat 2017 Pazartesi

öcüler

prolog:

bu yazıyı yaklaşık bir yıl önce yazdım. ama kendi kendime koyduğum "dördüncü bölümün peşi sıra" kuralı yüzünden bu günlere kaldı.

*

"öcüleri küçükken bizi korkutmak için uydurduklarını sanıyordum.
yanılmışım."*

bir.

nazar değmesin diye belli etmemeye çalışıyorum ama iki bin on altı benim için fevkalade başladı ve başladığı gibi de gidiyor. sanki ağırlıklarından kurtulmuş rengarenk balonlar gibiyim. hafif, hortumun ucundaki fıskiyenin döne dolaşa ıslattığı çimenler üzerinde çıplak ayaklar, sıcak yaz gecelerinde temiz ve serin nevresimler...

bu günlerin keyfini çoğaltan şeylerden biri de, ezber bozan web dizisi öcüler. ev yapımı elmalı kurabiyeler gibi. belki birinin şekli diğerine uymuyor ama tadı, nefis... sadece üç bölümle gönlümüzün oscarlarını, altın kürelerini şimdiden kazandı. oscar demişken, neydi o leonardo dicaprio çılgınlığı? eğer "oscar goes to leo" olmazsa üçüncü dünya savaşı çıkacak, iklim değişecek, akdeniz olacak falan sandım. akademi üyeleri akl-ı selim çıktı da euro-dolar paritesi yerli yerinde, borsada kâr satışları...

aklıma estikçe tekrar ve tekrar izliyorum. dizi sabit kalsa da ben aynı ben olmadığım için her defasında yeni bir seyrediş oluyor nasıl olsa. evet, bu fikri calvino'dan aldım; "aradan geçen yıllar içinde kitap aynı kalırken okur bambaşka bir insana dönüştüğünden bu ikinci okuma yeni bir okuma anlamına gelir," dediği yerden.

daha en başta, "güzel olamayacak kadar gerçek" diyen mottosuyla dikkat çeken dizi için bir çok sıfatı bir arada kullanmak mümkün: keyifli, ferah, protest, gizemli, ezber bozan, entelektüel vs... en çok hak ettiği sıfat ise "rafine". çünkü her bir sahne, kelime ya da jest belli bir eğitimin, kültürün, birikimin, dünya görüşünün imbiğinden süzüldükten sonra orada ve var.

aynı zamanda "öcüler"i görmezden gelmeyi tercih eden, görse de hafife alan kim varsa onlara yapılan bir nanik, serseri bir tebessüm. çünkü o "öcüler", kendilerini hafife alanların dipnot ve arka kapak yazılarından öğrendiklerini kaynağından öğrenmiş olarak oradalar. kabul, kafaları biraz karışık, gitmekle kalmak arasında araftalar. bana kalırsa doğru yoldalar.

dalgacı tavırlarından, sivri dillerinden nasibini almayan neredeyse yok. verdikleri kalıcı rahatsızlığın farkındalar ama kendilerine yakışanı yapıyor, özür falan dilemiyorlar. onların ki, önlerine çıkan kim varsa -ki buna kendileri de dahil- yanlarından eksik etmedikleri bir aynayı yüzüne tutmak. tam da bu yüzden aldıkları eleştiriler. belki bu yüzden, kendileri anne ve babaları misafirliğe gittiğinde küçük kardeşini hiç pataklamamış, çekmeceleri karıştırmamış, misafiri olduğu evin aynalarında parmak izi, koltuk altlarında toz aramamış, işaret parmağının ucuyla burnunun içini yokladıktan sonra bulduklarıyla küçük dünyalar yapmamış, cuma hutbesini dinlerken borsayı ya da okula yeni gelen genç edebiyat hocasını düşünmemiş, en önemlisi rakip takımın hiçbir zaman var olmamış annesine edep adına ne varsa unutarak, üstelik şizofrence sayılacak ilgilerini koro halinde ya da tek tek söylememişler gibi sözgelimi esma'nın sinkaflı kelimelerine takmaları.

ama onları anlıyorum. buna takılmakla, okuyup evlenip tek bir çizgiye indirgediklerini hayatlarını, bileziklerini, halaylarını, toplumun sırtlarından iterek yüz yüze getirdiği adama ya da kadına elest bezminden bu yana aşıkmış gibi yapmalarını, suskun akşamlarını, sevgisi hiç olmamış şehveti sönmeye yüz tutmuş dokunuşlarını görmezden gelebilirler. ne de olsa büyüsek de çocukluk yerli yerinde ve biz görmezsek o da bizi göremez.

tokiden ev, doktordan araba taksiti, koltuk takımına uygun halı, çocukların özel okulu, ürün yerleştirmeli dizileri, reklam panosu kostümleri, örtüleri, sünnete göre değil modaya göre sakal.

bir buçuk.

bu güzel diziden sadece övmek ve içimdeki öfkeli adamı konuşturmak için bahsettiğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz.

beni takip edin.

iki.

her şey normaldi aslında. emek verilmiş, bana da keyif veren bir işi aklıma geldikçe izliyordum. vakti geldi, üçüncü bölümü de izledim. bir defa daha. sonra bir defa daha.

birden onu gördüm; aslı'nın gözlerinde başından beri var olan ışığı... hemen bir romanın en başına döner gibi hikayenin başına döndüm. sadece altını çizdiğim yerleri değil başka yerleri de yeniden okudum.

bir düğünün orta yerinde elindeki örgüden başkasıyla ilgilenmeyen, hemen yanında çitlenen çekirdekten yiyebilmek için bile çaba göstermeyen bir tip. amerikadan gelmiş, işsiz güçsüz, ölürüm de dönmem dediği doktora yarım, sanatını icra edebileceği mesleki alanlar kısır, döndükten sonra bir umut diye facebooktan arayıp bulduğu sınıfın iyi çocuklarının alayı çoktan evlenmiş, belki bir şey çıkar diye arkadaş düğününe gelmiş.

üstelik yalancı. uçak türbülansa girmiş de oradan örtülü çıkmış. yalan. ben o kadar türbülansa girdim hiç bir şey olmadı. sadece bir defa korkudan ölüyordum o kadar. ölmediysem ve eğer bugün bunları yazıyorsam yanımdaki koltukta oturan sicilyalı katolik teyzenin duaları sayesinde.

"yok! ben küfür etmiyorum," dediği an yok mu. yalan. ona bakarsan "fuck" da küfür. "b.k" diye yazman o kelimenin "bok" diye okunmasına engel değil. ama "hanım hanımcık kız" imajı için küfre mesafeli olduğunu vurgulamak şart. esma'nın 'boğaziç'li bir kuzeni varsa ve üstelik yaşı da yaşına uygunsa kaçmasın. etrafa hazır, "ben atkılar, kazaklar örer sevdiceğimi üşütmem" mesajı da vermişken hiç küfür edilir mi?

sonra seyirciye konuşması yok mu? baş döndüren bir tebessümün eşlik ettiği "arada kaçıyor"la gerçek niyetini saklama çabası falan. bu seyirciye oynamak değilse nedir? bu kameraya bakmalar bitmek bir yana artarak devam edecek, üçüncü bölümle zirve yapacaktır. gelecek bölümlerden birini romeo ve juliette'le tamam etmezse ne olayım: yarayla alay eder yaralanmamış olan... üçüncü bölümde neden esma yok sanıyorsunuz? kayıp eşya bürosundan araklanmış, tozlu, eski bavul konusunda esma'ya cesaret vermek iyi bir yöntemdi. böylece kızda kamera karşısına geçecek yüz kalmadı haliyle. dördüncü bölümün kurgusunu da onun yapacağı söyleniyor.

neymiş, annesi dediği için hediye olarak borcam almış. riyakarlık diz boyu. o kadın amerika'ya gitme diye o kadar yalvardı sana. o zaman dinledin mi ki borcam al deyince alacaksın. babasıyla küs gittiğine de eminim. tıpkı, adamcağızın bir sene boyunca emesen konuşmalarında kameranın önüne geçmediğine, ilk altı ay yemek masasının sandalyesinde hiç konuşmadan sadece konuşanları dinlediğine emin olduğum gibi.

tam bu sırada, kendi kendime sorduğum, "bu kız amerika'dan neden döndü?" sorusunun cevabını buldum: cinayet. lütfen dikkatli bakın, bakışlarında sakladığı katili siz de fark edeceksiniz.

tamam tamam. abartmış olabilirim ama uyumayı tercih edip derslere gitmediği, uyanık olduğu zamanlarda da nutella kaşıklayıp ailemizin seri katili dexter'ı izlediği kesin. hause m.d. izlediği ise üçüncü bölümdeki "kapı kolu sorusu"ndan belli. üçüncü sezon yedinci bölüm. pes... elbette aklımda tutmuyorum. sadece iki asal sayıyı cümle içinde kullandım. bir de, senaryo gereği ağzı iyi laf yapan zeki adamlar ilgimi çekmiyor.

ne diyordum? "bu kız amerika'dan neden döndü?" aşk ile "o zaman kahrolsun mu kapitalizm" deyişine bakan birisi occupy wall street etkinliklerinde polislere turgut uyar'dan kırlardan geliyorlar'ı okuduğu ve böylece amerikan taşrasına mesaj verdiği için sınır dışı edildiğini sanabilir. elbette ingilizce. elbette kendi çevirisi. sümbülteber'i ne olarak çevirdi acaba?

toplam üç bölüm olmuştu. aslı yalancıydı, seyirciye oynuyordu, akıllıydı, anarşistti ve hatta "meşhur"du. ve korkarım seri katil olma ihtimali de vardı. esma son bölümde yoktu.

iki buçuk.

aslı. aslı. aslı.

buraya kadar gelebildinse biraz daha yürüyebilirsin. if you see dead people, beni de görebilirsin.

üç.

evlen benimle aslı! ördüğün tüm çoraplar tam benim başıma göre.

Hiç yorum yok: