16 Şubat 2013 Cumartesi

üçleme: "aşk"ın öyküleri

on dört şubat, bütün 'sevgililer günü' dayatmalarına rağmen 'dünya öykü günü'dür de. modern zamanların "tüketin" emrine karşı duranlar için ise en çok 'dünya öykü günü'dür.

*

eğer referans olarak kurgu edebiyat alınırsa, okuma serüvenimin bir dönemini sadece öykü okuyarak geçirdim. bu tercihte öykücü kadar, "roman sayıyla kazanılan boks maçları gibidir, oysa iyi bir öykü maçı nakavtla kazanır," diyen julio cortazár'la aynı fikirde oluşumun da etkisi vardı. bu yüzden kitaplığımın o günlerde oluşan, zaman zaman emrah serbes işi erken kaybedenler gibi eklemelerle çoğalan bir "öykü" bölümü vardır.

çeşitli yayınevlerinin dünya ve türk edebiyatından yaptığı seçkilerden belirli bir konu etrafında şekillenen öykü antolojilerine, ülke ya da ulus öykücülüğünün yetkin örnekleri olduğunu söyleyen kalın ciltlerden ününü başka bir alanda tesis etmiş yazarların öykü kitaplarına kadar bir çok kitap.

nasıl olsa bir araya gelmiş bu günde, 'beni ben yapan aşk öyküleri'ni düşündüm. ve yolum bu üçlemeye çıktı.

*

işimi kolaylaştırmak için önce kendime bazı kurallar koydum: kitaplığa gidilip raflar yorulmayacak ve öykümüzün satırları deliler gibi çizilmiş, başlığının yanına "yürek"ler kondurulmuş olsa bile anıları tozlanmışsa öyle kalacak.

beyaz geceler gibi novella sayılabilecek, öyküden uzun romandan kısa eserleri de eledim. biliyorum, aragon duysa kırılır ama, böylece cemile de elenmiş oldu.

yine oscar wilde'ın gerçek olamayacak kadar güzel, cânım hikâyelerine de "masal" etiketi yapıştırınca onlar da kafamı karıştıramaz oldu.

*

işte "aşk"ın en sevdiğim üç öyküsü. ve her zaman olduğu gibi bir tane de 'paha biçilemez' var listede.

bir: meçhul bir kadının mektubu - stefan zweig... yıllar önce sahafta bulduğum, varlık yayınları'ndan çıkma behçet necatil çevirisinden okuduğum bu öyküyü unutamayacağımı daha o an anlamıştım. belki de tutku denilen o yakıcı duyguyu bu öyküyle, "meçhul" bir kadının rehberliğinde öğrenmeye başladım. ne vakit o duyguyu unutacak olsam bu öyküyü yeniden okudum. yeniden. yeniden...

ünlü bir romancı tatilden eve döndüğünde, "beni hiçbir zaman tanımamış olan sana!" hitabıyla başlayan bir mektup bulur. kadın henüz küçük bir kızken, komşuları olan bu adama aşık olmuş ve ölene kadar bu aşkı kalbinde taşımıştır. artık vazo boştur ve yazar her doğum gününde "meçhul"den gelen beyaz güllerden mahrumdur.

iki: boyacıköy'de kanlı bir aşk cinayeti - murathan mungan... başlığın yanındaki boşluğa kaç tane yürek sığdırabilirim diye hesap ederken, hiçbir sayının yetmeyeceğine kanaat getirmiş iki kelimelik bir değerlendirme notu düşmüştüm: "aşkın tarifi". sadece gelmiş olana değil, gelecek olana da sadakati anlatır bu öykü. bezm-i elestte verilmiş sözün mutlaka tutulacağını hatırlatır. ve bir hatırlatma yapar; aşk "cinnet" gibi gelir, kendinizi "karanlık taraf"ta bulmak ise an meselesidir.

genç adam durakta otobüsün gelmesini beklerken karşıdaki balık lokantasının önünde bir gelin arabası durur. gelin, damat ve yanındakiler lokantaya girer. genç adam gelini görür. ya da hatırlar. sonrası cinnet hali. sonrası delilik. hikayeden geriye genç adamın sayıklamaları kalır: "seviyordum, öldüresiye seviyordum."

üç: köpeğiyle dolaşan kadın - anton çehov... bu öyküler içinde en taze olan. çok değil, bir kaç yıllık mazisi var. sıradan bir hikaye olarak başlayan bir maceranın önüne ne çıkarsa yıkacak bir sele dönüşmesini anlatır. ama o sel giderek etkisini yitirecektir. okura ise hiçbir şeyin ilk günlerdeki çoşkusuyla kalamayacağını anlamak kalır. bir ilişki eğer dönüşemezse, "aşk"ın kaderinin biraz da bu olduğunu anlatır.

her zaman köpeğiyle dolaşan bir kadın bir tatil beldesindeki erkeklerin dikkatini çeker. evli olmasına rağmen bu kadını elde etme hakkını kendinde gören erkeklerden biri bu amacına ulaşır. sosyete kurallarına göre, orada bitmesi gereken ilişkileri şehre taşınır. bir yığın şeyle beraber eskisi gibi kalamayan duygularıyla da başetmek zorundadırlar artık.

paha biçilemez olan ise, hiç tartışmasız ahter-suhte, hû ve lâle - nazan bekiroğlu... doksan dört, yaz başlangıcı. ne bulursam okuduğum, dünyadan değilse de hayattan çıkış yollarını araştırdığım zamanlar. bunun için başta edebiyat olmak üzere, sanattan başka yol bilmiyorum. bir de, deli gibi yüzüyorum. elimde dergâh'ın haziran sayısı. çay bahçesinde limanı gören bir masaya oturmuştum. havada öyle bir şey vardı ki, şimdi bir şey olacak, diye geçiyordu içimden.

ve okumaya başladım. okudum. yine okudum. sonra bir defa daha... o gece yarısı, okuma odasında yukarı aşağı yürüyüp bir defa daha okurken emindim artık, aşkın bütün hâllerine şahit olmuştum.

geceleri birisi dokunmuş gibi uyanan genç kalfa, sisler içinde bir masal adası gibi kendisine görünür olan saray-ı âmire'yi seyrederken, odalardan birinde genç enderun ağasını görür. bu görmek ancak lâle-i rumilerden birini görmek düzelecek kara sevdaya dönüşecektir. o ilacını beklerken, köşkün hemen yanındaki mezarlığın genç bekçisi, bu gecesini ve gündüzünü pencere önünde geçiren ince ve mavi hayale inanılmaz bir biçimde aşık olur. işin kötüsü, çarenin kendisinde olduğunu bilmiyordur. genç kalfaya gelince, beyaz atlı prensin beyaz atlı prens olduğuna inanmaz.

hiç kimse inanmaz.

2 yorum:

Hayal Kahvem dedi ki...

merhaba vnf,
yazdığınız öykülerden sadece ve fakat ne yazık ki paha biçilmez olarak nitelendirdiğinizi hiç bilmiyorum. nazan bekiroğlu'nu hiç okumamışım. şimdi fena halde merak ediyorum.okuyunca tekrar buraya yazmayı düşünüyorum.

yazı konunuz öykü ama... benim canım şimdi ne yazmak istedi biliyor musunuz buraya? yukarıdaki öyküler tadında bir şiir. melek özlem sezer'in nefser adlı şiiri. şöyle...

"Gidiyor Nefser
O su içtiğimiz çeşmenin
Taşları birer birer

Yazacak daha ne kaldı sanki
Alnında çoğalmış oysa çizgiler

Senin söğüt saçların var Nefser
Gözlerin birer bal rengi fener

Hangi ağzı kadeh bildinse
Şarabın dermanını tükettin
Sen ki en iyi susmayı bilirsin
Susacak neyimiz kaldı Nefser?

Sen gittiğinden beri
Değişen bir şey yok mahallede
Yalnız hayli akşam oldu işte o kadar

Balkondan sarkıp bağırarak
Eve çağırmıyor artık anneler
Ama bizim bırakamayacağımız
Hangi oyun kaldı tadı damakta Nefser?

Kapanıp bir odaya günlerce
Aşktan meşkten konuştuğumuz
O sefil, derbeder, görkemli günler...
Ne ki sarılacak olsam şimdi birine
Gövdemin yerinde hissiz bir nesne

Çıkmıştın bir gün telaşla merdivenleri
Kapıyı fırtınayla yıkıp yere, demiştin:
-Öylesine âşık oldum birdenbire ama kimseye

Senin aşkını alıp nasıl da dolaşmıştık gündüz gece
Gözümüzde buluttan sürme, gökyüzünde seken iki serçe
Söylesene, aşk uğruyor mu yine öyle sebepsiz yere
Nefser sahi gövden duruyor mu hâlâ kalbinin içinde?

İşte böyle Nefser
Gençlik dediğin bir hileydi belki de"

selam ve sevgiyle:)

verbumnonfacta dedi ki...

n.bekiroğlu'nu bir kitabı dışında çok severim. ve okumayı seven herkese tavsiye ederim. ve ne kadar şanslısınız, o hikayeyi ben asla "ilk defa" okuyamayacağım.

şiir öykü güzelmiş. yine de şairine sormak isterim; alt alta değil de yan yana yazsa ne kaybeder bu öykü?

selam ve sevgi buradan da olsun.