9 Eylül 2011 Cuma

rekabet

s. melek yıldız (batı almanya-bonn,1985): federal almanya büyükelçiliğinde görevli türk baba ile aynı yerde memur olarak çalışan alman annenin tek çocuğu. on yaşından bu yana istanbul'da yaşıyor. sıradan olduğunu düşündüğü hayatında gurur duyduğu tek şey, istanbul erkek lisesi mezunu olmak. eğer ölmezse, iki bin on beş yılından sonra yayınlansın istediği, vazgeçmek ve unutmak üzerine yazılmış, şehvetin de bulaştığı karanlık öykülerden oluşan bir dosyası var.
almanca ve ingilizce bilen s. melek yıldız, çevirmenlik de yapıyor.

*

günümüz yönetmenlerinin dijital kamerayla çektiği filmler, üzeri tozla kaplanmış eski fotoğraflar gibi puslu, seyredene bir tülün ardından bakıyormuş hissi veren, titreşen siyah beyaz görüntüler gibi.

loş, neredeyse karanlık, yağmur ormanlarının geniş yapraklı yüksek ağaçlar yüzünden ışığın zar zor ulaşan alt kısımları gibi başka odalara açılan kapılardan gelen ışıkla biraz olsun aydınlanarak dış kapıya ulaşan, sanki sonsuz uzunlukta bir koridor.

gece karası kapıda gözetleme deliğini işaret eden bir ışık. kapının ardında sabırsız fısıltılar. ve yere düşen anahtarlığın merdivenlerde yankılanan, kapıyı aşıp içeriye kadar gelen sesi.

nihayet açılan kapı, koridordan tünelin ucunda yoğun bir ışık. bir de omuzları ve sırtı açık askılı elbisesiyle bir kadın. ve yeniden ışık; saçların omuzda örtemediği yerlerden aşağıya, kollara ve nasılsa belde unutulmuş gamzeye doğru bir nehir gibi usul usul akan bir ışık.

peşi sıra, kapıyı kapatıp içeriye giren, ayakkabı ve giysiler için oraya konulmuş mobilyanın aynasında kendini seyre dalan kadının arkasında duran bir adam. artık o da, aynanın derinliğindeki saklı yerde, kadının yanında.

yüzü kadının saçlarına gömülmüş, sanki su altındaki uzun bir bekleyişin ardından yüzeye çıkmış ve suyun altında geçen süre boyunca yalnızca bunu hayal etmiş gibi alınan derin bir nefes. her nefesi son nefes olmasından korkarak alan adam, beldeki gamzede başlayan ve sırt boyunca devam eden bir yolculuğa çıkan sağ el.

sağ el yolculuğun sonundaki saç örtüyü kaldırınca kokunun asıl kaynağına konulan öpücük. ki bu, sağ ele, yolculuğun boşuna değil, demektir. bir daha, bir daha... sonra da, sırtını aynanın derinliklerine yollayan, yüzünü ona dönen kadının dudaklarını.

sonrası bir mücadele...

giysilerin her adımda azaldığı bir yürüme...

bir erotik rekabet...

yenilenin de galip geleceği, zafer ve mağlubiyet arasındaki sınırların ortadan kalktığı bir savaş...

ve içimizde, aynadaki saklı yerden ayrılıp, kelimenin tam anlamıyla birbirini duvardan duvara çarparak koridor boyunca yol alan ve önümüzden geçip giden iki beden adına bir mutluluk...

(o ikisi bu yaz öğleden sonrasının gölgede kalmış arka odasına yol alırken, biz de ağır ağır dış kapıya doğru ilerleyelim. yavaşça açtığımız kapıyı peşimiz sıra yavaşça kapatıp, sessizce dışarı çıkalım. merdivenlerden başka şeyler düşünmeye çalışarak inerken -söz gelimi, üzerinde yaz güneşinin parıltılarıyla usul usul akan nehirle apartman arasındaki sokağı-, her şey bir defa daha, hikayenin başında bahsi geçen yönetmenlerden birinin filmine dönüşüyor olsun: yaşantıya eklenen an parçaları gibi şimşek çakımını hatırlatan görüntü bombardımanı. tıpkı gecenin karanlığında yanıp sönen fener ışıkları gibi. beyaz çarşaflar üzerinde iki beden. ama yüzleri göremiyoruz, bedenler de görüntüye parça parça giriyor: kadının boynuna ter yüzünden yapışmış bir kaç tel saç, ayak bileklerini okşayan bir erkek eli, erkeğin sırtına iz bırakan tırnaklar, kendi ışığını yayan aydınlık gibi çok güzel iki el, kadının sırtından beldeki gamzeye doğru yola çıkan bir kaç damla ter...)

orada, bu yaz öğleden sonrasının gölgede kalmış arka odasında ise, kırışık beyaz çarşaflar üzerine devrilmiş iki beden. uzun yoldan gelmiş atlar gibi terli ve yorgun.

kim galip kim mağlup belirsiz.

bir tek, yatağın kenarına neredeyse düşecekmiş gibi yüz üstü uzanmış kadının yerdeki halının desenlerinden de uzakları gören gözlerinde bir parıltı...

Hiç yorum yok: