27 Aralık 2010 Pazartesi

iltifat

orhan pamuk, manzardan parçalar'da annesinin benim adım kırmızı'yı nasıl yazmış olduğuna şaşırdığını anlatırken "öteki romanlarımda, anneme göre şaşılacak bir şey yoktur, onları benim hangi hayat malzemesiyle yazdığımı bilir, anlar. benim adım kırmızı'da ise, anneme göre, onun tanıdığı her şeyini bildiği oğlunun nasıl yazdığını bir türlü anlayamadığı bir yan vardır... bir yazarın da bence hayatta karşılaşabileceği en büyük iltifat budur: annesinden, kitaplarının daha akıllı ve parlak olduğunu işitmek," der.

 * 

bu itiraf bana karamazov kardeşler olmasaydı tarihin en iyi romanı ödülünü hiç düşünmeden vereceğim sefiller'in büyük yazarını hatırlattı; victor hugo'nun kendisine o minvalde sorulan bir soruya verdiği cevabı.

"karlı bir kış gecesiydi. eş dostla yiyip içmiştik. mesafe kısa diye, evime yaya olarak dönüyordum. fena halde sıkışmıştım. hızlı adımlarla, malikanemin bahçe kapısına vardım. kapı kilitliydi. var gücümle uşağıma seslendim. defalarca haykırmama karşın beni duyduğu yoktu. sidik torbam atlas okyanusu büyüklüğüne ulaşmıştı. altıma kaçırmak üzereydim. yaşlılık işte. çaresiz, bahçe duvarına yanaştım, etrafa bakındım, görünürde kimse yoktu, pantolonumu indirdim ve işemeye başladım. tam o sırada arkamda bir at arabası durdu. hiç kıpırdamadan, sessizce işiyordum. arabacı nefret dolu bir sesle, "seni haddini bilmez, buruşuk orospu çocuğu! o işediğin, sefiller'in yazarı victor hugo’nun duvarıdır!" dedi. işte, hayatımda duyduğum en iltifat dolu söz buydu."

11 Aralık 2010 Cumartesi

bir masada iki kişi: dokunuş

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- için rahat olabilir, sana dair ne varsa unuttum.

- şaşırmadım. çünkü her şey gibi unutmak da zaman meselesi.

- ama bir şey var ki, hep aklımda.

- bir tane şey... yine de çok şey kalmış... merak ettim, benden geriye kalan o 'bir' şeyi.

- dokunuşun...

- desene, tırnak izlerimiz sadece tende mi kalır sanıyorsun, demeleri boşuna değil.

- bunu yapma... o ayrı bir hikayedir ve konumuzla ilgisi yoktur.

- öyleyse hangi dokunuş benden geriye kalan?

- aslında üç taneydi: sen kapıdan ilk ben geçeyim diye geriye çekilirken sanki bana yolu göstermek istercesine belimin üzerine koyduğun avucunun orada saatlerce kalan sıcaklığını unuttum önce. sonra yoğun trafikte karşıdan karşıya geçerken, ben korkuyorum diye, ama bana belli etmemeye çalışarak, araçlar ne taraftan geliyorsa o tarafıma geçerken bir omuzumdan bir omuzuma geçen dokunuşlarını.
ama sinemada ya da konserde, söz gelimi sağ yanında oturmuşken ve kucağına bıraktığım sol elimi sol elinle tutarken, diğer elinin sağ omzumda oluşunu, sadece parmak uçlarının omzumdan aşağıya yaptığı gezmeleri unutamadım.
o dokunuşların beni düştüğüm dipsiz kuyulardan geriye çağıran fısıltısını.

*

o söyleyemedi ama ben söyledim: genciz... onu da unuturuz.

10 Aralık 2010 Cuma

mandalina

bütün bunları yazdığım salonun penceresinden bakınca, annemin ‘o toprakta, hele de o rüzgarda asla büyümez’ uyarılarına kulak asmayıp yıllar önce bahçeye diktiği armut ağacının hemen yanında meyveye durmuş portakal ve mandalina ağaçlarını, biraz daha dikkatli bakarsanız hemen yanlarındaki nergisleri görürsünüz. nergislerin topraktan başını kaldırdığını da.

bugün bahçeye çıkıp o mandalinalardan topladım. henüz patlamamış oluşuna aldırmadan bir kaç sap da nergis...

ve şimdi ince uzun cam bir vazonun içine koyduğum nergislerin odayı dolduran kokusu elimdeki mandalina kokusuyla yarışırken, ben de günün sorusu tadında merak ediyorum: 'mandalina kokusu çok hoşuma gidiyor' mazeretine sığınarak saatlerdir elimi yıkamıyor oluşum, beni pis bir adam yapar mı?

9 Aralık 2010 Perşembe

iki tane başlangıç ya da salinger' in dickens' a cevabı

david copperfield'e "ben doğdum. acaba hayatımın kahramanı olabilecek miyim?" diyerek başlayan charles dickens'a j.d. salinger'in cevabıdır:

"anlattıklarımı gerçekten dinleyecekseniz, herhalde önce nerede doğduğumu, rezil çocukluğumun nasıl geçtiğini, ben doğmadan önce annemle babamın nasıl tanıştıklarını, tüm o david copperfield zırvalıklarını filan da bilmek istersiniz, ama ben pek anlatmak istemiyorum."*


*: gönül-çelen

7 Aralık 2010 Salı

bir nehrin kıyısında durmak

aynı nehir.

üzerinden sanki yıllar geçmiş bir mayıs eskisinde olduğu gibi sırtımı bir defa daha şehre dönüp kıyısında durduğum nehir.

o mayıs gününün sabahında, kuzeyden güneye inen bir trenle kendisine eşlik ettiğim, güneş yansımalarına ev sahipliği yapan nehir. günün akşamında aynı yolu bu defa ters yöne giderken üzerinde yıldız izleriyle bana eşlik eden nehir.

ophelia'ya mektuplar'ı okuyordum. kulağımda müzik, üzerimde 'v' yaka gri tşört.

günün, yani yolculuğun da sonuna doğru, içimdeki yok olma isteği gidecek o kadar yol varken hiçbir yere gitmeyip istasyonda kalma arzusuyla birleşmiş, bir istasyon kanepesinde saatlerce oturmuştum. sadece, saatin kaç olduğuna aldırmadan telefon açıp, çok uzaklardaki birilerine ağlamak istiyordum: kayboluyorum, beni bu yitik öyküden kurtar artık...

istasyondaki saatlerin sonunda hayat masala galip gelmiş, masal yerine hayatı seçip insanların arasına yürümüştüm. ve eski zamanlardan kalma küçük bir kız çocuğu bir anne şefkatiyle eşlik etmişti o yürüyüşe.

ve şimdi; aynı şehre, nehirle yanyana değil de bir atın dolu dizgin kıyıya koşmasına benzer biçimde gelirken, aylardan aralık...

yol boyunca daha kalın bir şeyler giymediğim için kendime küfür ettim, kulağımda müzik, bulmaca çözüp fernando pessoa ve şürekâsı'nı okudum.

geldim. çünkü hatırlamak istedim, hatırlarsam neler olacağını merak ettim.

yine sırtımı şehre dönüp nehre baktım ve anladım; nehir aynı nehir, şehir de. ama ben aynı adam değilim.

anladım ki, biz değişmesek de içimizdekiler değişip duruyor. tıpkı bir top-ten listesi gibi içimizin sıralaması da değişip duruyor. bir zamanlar bir numara olanlar gün geliyor ve liste dışı kalıyor.

nehre sırtımı döndüm, şehre yürüdüm.

orada beni bekleyenler vardı.

2 Aralık 2010 Perşembe

seyfettin*

birden ortaya çıkardı.

incecik parmakları, şeffaf yüzü, üzerinde uzunçarşı'dan kaçmış bir parkayla bazan amerika'dan, bazan mançurya'dan gelirdi. parkasını yusuf'a satar, karşılığında gülücükler alır, o gülücükler erenler'in sarımtırak kubbesinden gül yaprakları gibi dökülürdü.

arkadaşları o alamet sobanın etrafına, ona sokulup, "anlat hele," der, o da anlatırdı. torbasında filimler, haberler, kitaplar, olmayacak arzular, patavatsız laflar, şakalar, fındık fıstık, en çok da koska mamulü kuş lokumları olurdu.

naz çeker, gözyaşı siler, dert dinlerdi. hiç olmadık yer ve zamanda, "kalkın sinemaya gidelim, karababa tekkesi'ne gidelim," derdi. birgün kanlıca sırtlarında ertesi gün çukurbostan'da olurdu.

yalnızlıktan korkar, yalnız yaşar; tabiatıyla dağınık bir manzara arzederdi. sanki mecrasını bulamamış, hangi denize akacağı meçhul bir dereydi...

pişmanlıklarla dolu kavgaları, geri dönüşü zor küskünlükleri, acımasız kahkahaları vardı. biraz şairliği, biraz da japon estamplarına ve bitpazarı antikalarına düşkünlüğü...

anlayacağınız, çizgiden çıkan bir yanı vardı: hep kendisi olarak kalmış, toplumun koyduğu kuralların, dayattığı kurumların hiçbirine teslim olmamış, yani kendisi için bir hayat kurup onu başkalarında kıskanmaya, insanlar arasına mesafe koymaya çalışmamıştı.

belki de marmara kıraathanesi'nin son atlısı idi. onunla birlikte yitip gitti.



*:mustafa kutlu, seyfettin'i severdik

günün sorusu: evlilik

masalların, romantik komedilerin, hatta yeşilçam klasiklerinin 'mutlu son' u olan evlilik, gerçek hayatta da öyle midir?

30 Kasım 2010 Salı

eski zaman defterleri

okul nihayet bitmiş, bir kaç ay geçmişti.

bir gün bavulumu topladım, otobüs terminaline gidip bilet aldım. otobüse biner binmez uyumuşum. arada bir yol kenarındaki evlerin solgun ışıkları, otobüsün solladığı kamyonların fren lambaları, karşıdan gelen araçların farları...

uyandığımda, ancak tatillerde kullanabilecek olmama rağmen annemin bozulmasına izin vermediği, aylarca -bazan yıllarca- incecik ışık çizgilerinden ve tozdan başka kimsenin girmediği, arada bir penceresi açılıp havalandırılan, on bir yaşında evden ayrılan oğlu döndüğünde kendini bulabilsin, yine orada çocuk olabilsin diye koruduğu ve böylelikle oğlunun bir gün eve döneceği, belki de zamanın akışını durdurabileceğine dair umudunu muhafaza ettiği, ablam evlendiğinden bu yana sadece bana ait olan odadaydım.

bir süre tavanı seyrettikten sonra bu satırları yazdığım salona gelmiştim. o zaman duvarlar şimdiki gibi beyaz değil, açık, neredeyse solgun bir maviydi. (ne zaman başladı, duvarlarda beyazdan başka bir renge tahmmül edemeyişim?)

orada durup eski zamanların seslerini dinlerken annem geldi. birine ancak evinde sorulabilecek o soruyu sordu: aç mısın?

o sabah yapıldığı belli su böreği ve yaprak sarması. biraz da çay...

peşi sıra odaya gittim. kapıyı kapadım. yatağa uzandım. yorganı başıma çektim.

yeniden uyandığımda sabah, saat erkendi. o kadar erkendi ki bizimkiler uyanmamıştı. sessizce dışarı çıktım. bahçeye, şehirleri birbirine bağlayan yoldan ayrılıp bahçe kapısına kadar gelen toprak yola baktım. sohbet edecek bir kaç balıkçı umarak fenerin yan tarafındaki kayalıklara yürüdüm.

hiç kimse yoktu. ama bakışlarımı doğmakta olan güneşe çevirdiğimde yanıldığımı anladım. denizde yansıyan güneş ışıklarının çizdiği yolun bittiği yerde, yani güneşle aramda giysilerini çıkaran biri vardı. ama böylesi anlarda nesnelerin çizgi ve sınırlarını silikleştiren güneş kim olduğunu görmeme engel oluyordu.

ben o tarafa yürürken o suya girdi. ışıktan yol boyunca kulaç atmaya başladı. sanki güneşe gidiyordu. usul usul attığı kulaçlarla önce uzaklaştı, sonra kayboldu.

onu bir daha görmedim. kayalıkta bıraktığı giysileri annem birilerine verdi. ama giysilerin hemen yanında duran, üzerine rüzgar uçurmasın diye büyükçe bir taş konulmuş ve aynı defterden koparıldığı belli sayfaları hâlâ saklıyorum.

ve onları en üstte duran sayfadaki isimle anıyorum: eski zaman defterleri...

tasvir meselesi

dostoyevski sev(e)meyenlerin dillerine doladığı eleştirilerden biri de yazarın eserlerinde çevre ve tabiat tasvirine yeterince yer vermeyişidir.

sinema ya da televizyonla büyüyen bir neslin bu eleştiriyi anlayabilmesi mümkün görünmese de odasında bir kitap ve anlattıklarıyla başbaşa kalan on dokuzuncu yüz yıl okuru hiç şüphesiz okuduğu kitaptan hayallerine biraz yardımcı olmasını bekliyordu.

ve ben de karamazov kardeşler, suç ve ceza, budala, delikanlı, ezilenler, ecinnniler gibi çok hacimli romanlarının hacmini daha da çoğaltmamak için çevre ve tabiat tasvirlerine özellikle yer vermediğini düşündüğüm dostoyevski' nin (her ne kadar anlattıkları bu açığı kolayca kapatıyor olsa da) neredeyse her kitabından sonra içimde büyüyen hissi duymasını isterdim:

ucuz ya da pahallı eşyalarla dolu bir odada bir kaç arkadaşınızla konuşurken, sohbetiniz, hayalleriniz ve iç konuşmalarınız size yetmediği için yerinizden kalkıp pencereye gidiyorsunuz. çünkü biraz güneş, bir kaç yaprak, sokak lambasının solgun sarı ışıkları ya da kar görmek her şeye iyi gelecek.

ama perdeyi açıyorsunuz; sadece duvar. meğer başından bu yana pencere sandığınız duvarı örten perdelermiş.




vnf' nin notu: sayfanın en altında başka bir kalem ve başka bir elle yazılmış bir cümle, bir uyarı: ama yine de lâpa lâpa kar yağıyordur dışarda.

29 Kasım 2010 Pazartesi

pessoa'nın öldüğü yıl

bin dokuz yüz otuz beş...

yirmi sekiz kasımda ateşi çıkan ve şiddetli karın ağrıları çeken pessoa, lizbon'daki sao luis dos franceses hastanesi'ne kaldırılır. ertesi gün ingilizce olarak son sözlerini yazar: i know not what tomorrow will bring.*

yarın ölümü getirir... akşam sekiz sularında, büyük olasılıkla aşırı alkolün sebep olduğu hepatit krizinden ölür.

iki aralıkta prazeres mezarlığı'na defnedilir; burada orpheu grubunun hayatta kalan üyelerinden biri küçük bir kalabalığa, kısa bir konuşma yapar.




*: yarının ne getireceğini bilmiyorum.

26 Kasım 2010 Cuma

suç tamam, ya ceza?

sanırım aradan geçen yaklaşık on yıl beni değiştirmeye yetmemiş.

hâlâ raskolnikov namlı roman kahramanı rusu sevmiyorum. tüm zamanların en büyük yazarı dostoyevski'nin suç ve ceza adlı romanını da.

bugün de en çok aynı yeri, raskolnikov'un nereden okuduğunu hatırlayamadığı cümleleri seviyorum: "yüksek bir yerde, bir kayanın üzerinde ancak iki ayağımı koyabileceğim kadar daracık bir yerde yaşayacak olsaydım, dört bir yanım uçurumlarla, okyanuslarla çevrili olsaydı, fırtınalar, zifiri karanlık olsaydı her yanım, kimsecikler olmasaydı yanımda, o daracık yerde öylece bir ömür, binlerce yıl,sonsuza dek yaşamak isterdim! yaşayabilsem, yalnızca yaşayabilsem, yaşayabilsem! ne olursa olsun yaşasam!.."*

ama raskolnikov, napoleon örneğinden yola çıkarak cinayetine bir bahane bulmaya çalışırken farkettim ki, cinayet cinayettir. ve şimdiki ben, ilk defa izliyor olsaydı, se7en ve the silence of the lambs'ın enteletüel katilleri john doe ve dr. hannibal lecter'ı bu kadar sevmezdi.

*

raskolnikov'un makalesini yazdığı, bazan kendi kendine bazan porfiriy petroviç'le konuştuğu bu bahis, bana fransa'da yayınlanmış bir raporu hatırlattı: artık tutukluların bir borcu ödemek için kapatılmışlık duyguları yok, onun yerine şartlı salıverilmeyi bekleyen dışlanmışlar, yaralılar gibi yaşıyorlar. tutuklular, eylemlerindeki sorumlulukları küçültmek, önemsizmiş gibi göstermek ve cezalarının iyice azaltılması için suçu daima karşındakine, özellikle de topluma atıyor.



*: raskolnikov "ölüm cezasına çarptırılmış biri sehpaya çıkmadan bir saat önce şöyle söylüyor, ya da düşünüyordu," diyerek hatırlamaya çalışıyordu.

yirmi altı kasım

bir kadın: merdivenler inen, merdivenler çıkan. ruhu ve kostümleri yaşlı, bedeni genç.

ve şimdi o kadının bedeni ruhuna bir adım daha yaklaşırken benim aklıma gelen ise, kıyıya vuran dalgalarla yıkanan çakıl taşları.

sonra bir isim: üç defa...

15 Kasım 2010 Pazartesi

günün sorusu: vietnam sendromu

acaba, bazı şirketlerin takım ruhunu geliştiriyor diye çalışanları arasında düzenlediği paintball turnuvalarından sonra o çalışanlar vietnam sendromu gibi bir şey yaşıyor mudur?

14 Kasım 2010 Pazar

shiki shiki baba*

anlatması uzun sürecek bir hikayede adına "koşu" dediğim bir iş yapardım. bir çeşit mektup.

bazan bir şiirden bir mısra, bazan altı çizili bir satırla çıkardım yola. bazan da beni ben yapan bir filmden, bir replikten.

yolculuğun çember gibi başladığı yerde bittiği de olurdu, bambaşka bir denizin kıyısında da...

*

bizi the lord of the rings'le başka bir dünyaya götüren peter jackson'ın cennet tasvirlerini merak ettiğim için beni heyecanlandıran filmi the lovely bones'u nihayet izledim.

cennette çalan müziklerden birini tanıyordum:cocteau twins-alice

bu parçayı stealing beauty' de de dinlemiştim. o filmi süsleyenlerden biri de portishead grubunun en sağlam işlerinden glory box değil miydi?

aynı grubun palermo shooting'de izleyenlere eşlik eden bir başka şarkısı vardı: the rip.

anlattığınız hikaye palermo shooting gibi italyaya dokunuyorsa filmin müzikleri beirut'un postcards from italy'si olmadan eksiktir.

beirut mu? çalınacak bir sürü şarkıları var ama biz sidiçalarda en son çalınanını dinleyelim.

üstelik tanıdık...

*beirut, shiki shiki baba

8 Kasım 2010 Pazartesi

suç ve ceza ve sardunyalar ve tüller

yo, hayır. değişmedim, değişmiyorum.

söze "dostoyevski" diyerek başladıktan sonra "suç ve ceza" diye devam edenlerden hâlâ köşe bucak kaçıyorum.

hâlâ kahramanı raskolnikov olan bir romanı sevebileceğimi sanmıyorum.

benim için en büyük dostoyevski romanı hâlâ karamazov kardeşler.

bir kaç hafta önce kasım ayını düşünürken aklımdan ilk geçen yine karamazov kardeşlerdi. ama farkettim ki neredeyse ezbere biliyorum. üstelik elim murat belge'nin önsözünü yazdığı ve iki bin iki yazının hatırasıyla yüklü iletişim baskısı suç ve cezaya gitti.

belki "aradan geçen yıllar içinde kitap aynı kalırken okur bambaşka bir insana dönüştüğünden bu ikinci okuma yeni bir okuma anlamına gelir," diyen italo calvino haklıdır ve üzerine süveter ya da yelek giymese de son günlerde gömlek giymeyi tercih eden bu adama raskolnikov'un söylecekleri vardır.

aşağıda da görüldüğü gibi.

*

raskolnikov, kendini bir roman kahramanından fazlası yapacak olan cinayetini mükemmelleştirmek gayesiyle saha çalışması yapmak için "arka kapağında kabartma bir yerküresi" bulunan "eski, yassı, gümüş" cep saatini tefeci alyona ivanova'nın evine rehin bırakmaya gittiğinde girdiği küçük odanın "pencerelerinde sardunyalar, tül perdeler" olduğunu ben de onunla birlikte farkettim.

şaşırdım. peşi sıra bu şaşkınlığıma şaşırdım. sanki, petersburg da olsa bir yaz günü başka türlüsü mümkün olabilirmiş gibi.

kasım

simon kuper'in türkçe'ye futbol asla sadece futbol değildir adıyla çevrilen footbal against the enemy kitabı nasıl bir neslin futbola bakışını tahakkümü altına almış, o nesil bu adı anmadan futbol konuşamaz olmuşsa her kasım ayı geldiğinde de insanlar iki binlerin başında sinemalarda gösterilen ve izledikleri her filmin ardından 'sinemadan çıkmış insan'a dönüşen bir nesle rağmen imdb notu 6,0 olan sweet november'ın bu coğrafyadaki adı kasımda aşk başkadır'ı anmadan yapamıyor.

oysa kasım, sokak lambalarının kaldırımlara yakamoz bıraktığı bir mevsim başlangıcına denk gelen, dostoyevski okumadan geçilemeyen günlerden başka bir şey değildir.

kaldı ki büyük yazar karamazov kardeşlerde uyarır bizi: kasım günleri ne kadarcıktır ki zaten...

31 Ekim 2010 Pazar

sanat

"sanatı yumuşakça size destek olup kendinize güveninizi artırmak için yaratılmış bir şey olarak düşünmeyin. sanat bir brassière değildir. en azından bu sözcüğün ingilizcede taşıdığı 'sutyen' anlamında. ama brassière' in fransızcada 'can yeleği' demek olduğunu da unutmayın."*


*: julien barnes, flaubert' in papağanı

28 Ekim 2010 Perşembe

belki

geçmişimde 'belki' yok benim.

geleceğimde 'belki'.

24 Ekim 2010 Pazar

yakamoz

biraz soğuk hava iyi gelir diyerek kendimi vurduğum sokaklarda fark ettim ki, takvimler sokak lambalarının kaldırımlara yakamoz bıraktığı mevsimi gösteriyor.

21 Ekim 2010 Perşembe

aslında

"asıl sözlerimiz söylenmemiş kalanlar, başkalarının duymadıkları ve, eğer söyleyebilmiş olsak, hem onları hem de kendimizi şaşırtacak olanlardır."*


*: abdülhak şinasi hisar, çamlıcadaki eniştemiz

serseriler kıralı ibrahim*

dün galata rıhtımında dolaşan garip kıyafetli bir adam herkesin nazarı dikkatini celbetmiştir. arkasında eski bir kaput, ayaklarında kalın kunduralar ve başında da deve tüyü renginde ketenden şekilsiz bir kasket bulunan bu adam karışık sakallı, uzun tırnaklı ve garip tavırları ile de ayrı bir husisiyeti haizdi... bir çok kimsenin merak ile yakından tetkik ettikleri bu adamın başındaki kasketinde arap harfleri ile ve siyah mürekkeple, serseriler kıralı ibrahim yazılı idi.


*: 12 haziran 1929, cumhuriyet gazetesi

18 Ekim 2010 Pazartesi

günün sorusu: gölge

ya yeryüzüne uzanan gölgelerimiz değil de asıl göğe ulaşmaya çalışan bizler birer gölgeysek?

antalya: bir festivalden fazlası (sonra)

pek de kısa sayılamayacak hayatımda türk sinemasını etkileyen üç tane devrime şahit oldum: seksenlerin sonunda yeniden açılmaya başlayan sinema salonları, eşkıya ve en nihayet geçtiğimiz günlerde sona eren altın portakal film festivalinde ulusal uzun metrajlı film yarışması' yla taçlanan büyük sinema patlaması...

*

seksenli yılların sonu doksanların başında rahat koltuklar, klimalar ve sağlam ses-görüntü sistemleriyle yeniden açılmaya başlanan sinema salonları, oynattıkları 'devamlı' filmlerle nezih bir yer olmaktan çıkmış sinemalara eski itibarını yeniden kazandırıp, 'film sinemada izlenir' çok haklı sözüyle sinemaseverleri bu salonlara davet etmişlerdi.

daha çok film gösterebilmek için icat edilen cep sineması komedisi, büyük şirketlerin kendi filmlerinden başkasına izin vermeyerek zor durumda bıraktığı bağımsız ya da yarı bağımsız filmler ise bu devrimde dökülen kardeş kanıydı.

*

eşkıya ise uzun süredir üretim ve seyirci sayısı bakımından büyük bir çöküş yaşayan ve elinde kalan ne varsa hollywood şirketlerine kaptıran türk sinemasının kaderini değiştirdi. aynı zamanda kendisini burjuva sınıfının buhranlarına kaptırmış türk sinemasının neden seyirci tarafından benimsenmediğini dost düşman herkese gösterdi. çünkü, batıya uzanmaya çabalasak da köklerimiz doğudaydı ve masallara ihtiyacımız vardı. edebiyatta yapmıştık ama sinemada 'varoluş' umuzu sorgulamak için henüz erkendi.

tüm zamanların izleyici rekoru kırıldı. türk filmi izlenmez yargısı yıkıldı. tek kötü yanı ise yavuz turgul gibi usta bir yönetmenin sonrasında sadece eşkıya taklidi filmler (gönül yarası ve senaryosunu yazdığı kabadayı) yapması, büyük oyuncu şener şen' in sonraki filmlerinin eşkıya' nın yeni macerası gibi durması.

*

doksanlı yılların ikinci yarısında nasıl pop müziği patlaması yaşanmışsa benzer biçimde on yıl sonra sinema patlaması da yaşandı. belki bu patlama kraltv muadili bir kanal doğurmadı ama gerek dijital kamera kullanımının düşürdüğü maliyetler gerek kültür bakanlığı ve sponsorların desteğiyle her türk entelinin içinde 'yol filmi çekmek' diye bir aslan yattığı ortaya çıktı.

bu patlama olmasaydı polis, takva, organize işler belki çekilecek ama sonbahar özcan alper' in zihninde bir gün gerçek olmayı bekleyen bir hayal olarak kalacaktı. biz de türk sinemasının son on yıldaki en iyi işinden mahrum kalacaktık.

ve bu yıl... altın portakal film festivali ulusal uzun metrajlı film yarışması' nda yaşları yirmi beşle otuz beş arasında değişen genç yönetmenler çoğunluktaydı. öyle ki derviş zaim, orhan oğuz, sinan çetin, tayfun pirselimoğlu' nun filmleriyle yarışan bu yönetmenlerin dokuzu ilk filmleriyle oradaydı.

üstelik bu gençler ödüllerin 'çoğunluk' unu da aldılar.

festivalin asıl galibi ise venedik film festivali’ nde ‘geleceğin aslanı’ ödülünü kazandıktan sonra kendi seyircisi önüne ilk kez altın portakal’ da çıkan ve yarışmada 'en iyi film' , 'en iyi yönetmen' ödüllerini kazanırken, başrol oyuncusu bartu küçükçağlayan' a da 'en iyi erkek oyuncu' ödülünü kazandıran çoğunluk oldu. çoğunluk da yönetmen seren yüce' nin ilk filmi. ve seyredenlere göre sonbahar' dan sonraki en iyi ilk film.

belki bu gençlerin kaderi de tek albümlük (hatta tek şarkılık) saltanatları olan şarkıcılar gibi olacak. yine de geriye sonbahar, uzak ihtimal, vavien kalsa bile değmez mi?




notgibi: bazı münafıklar yaş itibariyle şahit olabileceğim halde otoparka dönüşen, yerlerine apartman dikilen yazlık sinemaları neden listeye almadığımı soracaktır.
orada akan kan lehimize değildi ki devrim olsun.
olsa olsa darbedir.

15 Ekim 2010 Cuma

antalya: bir festivalden fazlası (önce)

ırk, etnisite, soy, milliyet, uyruk vb. kelimelerin uydurma, bunlar ve benzeri ne varsa saçma olduklarına inanırım.

ve bu saçmalıktan çıkacak bütün akım, düşünce ve felsefelerden nefret ederim.

*

bunları söyledim, çünkü bundan yıllar evvel arizona dream'in soundtrackini dinleyince varlığından haberdar olduğum, o filmi gördükten sonra da zamanın benim için kısıtlı koşullarına rağmen diğer filmlerini de izlediğim ve peşi sıra dostlarım arasına kattığım emir kusturica'nın beni nasıl incittiğinin kayıtlara geçmesini istiyorum.

beni inciten şey, taraf tutmaksızın bile sadece bir savaş olduğu için hatırlamaktan nefret ettiğim yugoslavya'nın parçalandığı olaylarda, emir kusturica'nın açık ve seçik bir şekilde hele de etnik temellere bakarak taraf olması(ymış).

kastettiğim, bosnalı bir müslüman ailenin çocuğu olarak doğan saraybosnalı kusturica'nın, "aslında sırp olduklarını, türklerle baş edebilmek için dinlerini değiştirmek zorunda kaldıklarını" ileri sürerek, iki bin beş yılında vaftiz olup ortodoks'luğa geçmiş olması değil.

o savaşta katliamlar yaşanırken ve bosna halkı açıkça soykırıma hedef olurken halkına karşı akıl almaz bir duyarsızlık ortaya koymakla kalmamış, savaşta (ve dolayısıyla katliamda) 'taraf olmuş ve savaş suçlusu olarak yargılanmakta olan radovan karaciç ve savaş suçlusu olarak aranmakta olan general ratko mladiç ile saf tutmuş olması.

savaş sırasında, şu an lahey’de uluslararası savaş suçları mahkemesi'nde yargılanmakta olan dönemin sırp güvenlik örgütü'nün başındaki jovica stanişiç ile sarmaş dolaş fotoğrafları yayımlanmış ve hatta savaş suçlusu slobodan miloşeviç'in 'sinemacısı' sıfatını elde etmiş olması.

"-miş'li geçmiş zaman" kullandım çünkü izlediğim en hüzünlü film olan dolly bell'i hatırlıyor musun ve çok kültürlülüğe güzelleme niteliğindeki babam iş gezisinde (ona büyük bir hayran kitlesi kazandıran çingeneler zamanı, onu tanımamı sağlayan arizona dream, bir çok aydın sözgelimi zizek tarafından 'sırpçı' bulunarak yerden yere vurulsa da güzelliğinden bir şey yitirmeyen undergraund, her anı şenlik black cat white cat'ten bahsetmiyorum bile) filmlerinin yönetmeni kusturica'nın bosna yirminci yüzyılın en son katliamına maruz kalırken faşizan bir duygunun etksiyle hem de katil konumundakilerin tarafında olduğunu bilmiyordum.

bunun sebebi sadece sinemasıyla ilgilenmek, gazetelerin haber sayfalarına güvenmediğim için bu ve benzer haberleri okumamış olmak, o zamanlar şimdi olduğundan daha çok hayat cahili olan yanım olabilir. kurbanı oynayan* sırbistan'ın tuzağına düşüp taraf olursak bunun sebebi olarak bosnalıların müslüman oluşları görünmesinden korkmuş da olabilirim. çünkü, oradaki insanlar sadece bizimle olan tarihi bağlarından ötürü bile muazzam bir alçaklığın hedefi olmuşlardı.

bunları bilmeyen, belki de bilip aklına bile getirmeyen biri olarak uluslararası antalya altın portakal film festivali juri başkanlığına bu sene emir kusturica' nın geleceğini öğrenince çocuklar gibi sevinmiş ve onur duymuştum. ama bal'dan da tatlı herkes kendi evinde'nin yönetmeni güzel adam semih Kaplanoğlu o rüyadan uyanmamı sağladı.

kusturica'nın oluşan kamuoyu baskısı sonrasında ülkeyi terk ederken düzenlediği basın toplantısı ise son söz söyleme meraklısı ergen kız çocuklarını hatırlatsa da benim gördüğüm riyakar bir adamdan başkası değildi.

*

evet, emir kusturica... hala izlediğim en hüzünlü filmin yönetmeni sizsiniz ama artık dostum değilsiniz. tıpkı türkçenin en büyük şairi olduğu halde kullandığı ifadelerle sevdiğim insanlardan bir kaçını ve onların ailelerini inciten ismet özel gibi.




*: kurban yalanı için bakınız: masumiyetin ayartıcılığı (pascal bruckner, ayrıntı yayınları) celladın masumiyeti-sırp propagandasında kurbanlaşmacı kimlik başlıklı altıncı bölüm.

14 Ekim 2010 Perşembe

açılış

sıradan bir öykü için kahraman denemesi:

bütün sorularına yanıt bulduğunu düşünen bir adam günün birinde yanıtlanmamış bir sorusu daha olduğunu farkeder ve yanıtı merak eder.

13 Ekim 2010 Çarşamba

şili'de ilkbahar

ortaokul yaşlarındaki beni hatırlıyorum...

tatil dönüşlerinde arkadaşlarla yazın ne yaptığımızı konuşurduk. benim hikayem senelerdir aynıydı: karneler alındıktan sonra bütün kuzenler bahçe ortasındaki o üç katlı evin bize ayrılan ikinci katına doluşurduk. ve bir bakardık ki eylül gelmiş.

bazı arkadaşlarım ise iş yerinde babasına yardım etmiş olurdu, bazıları da bir esnafın yanında çalışmış...

nasıl da hayran hayran dinlerdim onları. on iki - on üç yaşındaki çocuklar kocaman adamlarmış gibi görünürdü gözüme. onlar büyümüş ben çocuk kalmışım gibi hissederdim. suçu hep iyi olan notlarımda arar, notlarımdan, derslerden, okuldan nefret ederdim. kabul, içten içe o arkadaşlarımı kıskanırdım da.

yıllar geçti. büyüdüm. hayatımın hiçbir döneminde kendimi yelpazenin 'sol'una ait hissetmedim.(kendimi nereye ait hissettim ki ben?) yani hayatı hak, emek, özgürlük üzerinden tanımlamadım ama yaz dönüşlerinde o arkadaşlarıma duyduğum hayranlık hep aynı kaldı.

*

ilkokulu bitirdikten sonra büyük şehirlere gidip inşaatlarda çalışan ve vakti gelince askere giden oradan da cenazesi gelen fakir gençler, tekstil imalathanelerinde yüz kontör için bir ay boyunca çalışan genç kızlar, karın tokluğuna çalıştıkları tersanelerde ihmal edilmiş güvenlik yüzünden ölen işçiler yüzünden çok küfür ettim.

ama en çok içimi yakan maden kazaları oldu.

(babam dostlarını unutmayan, araya şehirler, yıllar girse bile bunların arkadaşlarıyla arasına girmesine izin vermeyen bir adamdır. o zamanlar ilkokul dördüncü sınıftaydım. bir gün kitapların arasında bulduğum defteri babama gösterdiğimde içinde asker arkadaşlarının adresleri olan defteri sevinçle elimden aldı. bütün gün defterdeki isimleri anlattı. ardından oturup birer mektup yazdı. şu an gelen cevapları hatırlayamasam da birini hiç unutmadım: zarfın üzerinde zonguldak damgası vardı. tükenmez kaleme yabancı bir çocuk yazısı babalarının bir maden kazasında öldüğünü yazıyordu. babam o gün hiç kimseyle konuşmadı.)

belki bu yüzden ailelerine daha iyi bir hayat verebilmek için yerin altına inen bu insanlarla ilgili bir kaza haberi duyduğumda kahrolur, elimde olmadan ohepvarolana dua ederim.

*

bu defa hikaye mutlu sonla bitti. şili'de beş ağustostan bu yana yerin yedi yüz metre altında mahsur olan madenciler gün ışığına çıkmaya başladılar.

bu sabah bilgisayarı açtım. buna dair haberleri okudum. babasını görünce ağlamaya başlayan çocukla ben de ağladım.

ve bu yazıya başladım.

yazının ortalarında bir yerde şili'de mevsimin ilkbahar olduğunu hatırladım.

8 Ekim 2010 Cuma

atışma

st.tom waits mikrofona geçip tango till they're sore söylerken, ne vakit sıra şarkının "i'll tell you all my secrets / but i lie about my past"* diyen yerine gelse hemen yanındaki mikrofona 'boss' gelir ve dead man walkin'i anarak kahredici icrasıyla rol çalar: "sister, i won't ask for forgiveness / my sins are all i have"**



serbest çeviri:
* : sana her şeyi anlatacağım. ama geçmişim hakkında hep yalan söylerim ben.

**: boş ver günah çıkartmayı hemşire. günahlarım benim her şeyim.

4 Ekim 2010 Pazartesi

tavla

tavla oynuyoruz.

bizi çok eğlendirdiği için değil, konuşmamak için.

bizimki konuşursak dönüşü olmayan cümleler kurmaktan korkarak başka bir şeyle meşgul olmak. aramızda suskunluk, havada elle tutulabilecek bir gerginlik…

"bu size ait efendim," diyerek az önce kırdığı pulu elime uzattı. yüzüne bakmadım ama dudaklarına konmuş tebessümün varlığından eminim. gamzeleri her zamanki yerde bir girdap gibi beni içine çekmeye hazır, havayı süpüren upuzun kirpikleri ay çiçeği tarlaları gibi.

ama benim de silahlarım vardı: çok uzaklardaki bir adamın o uzak gülümsemesine, dudağındaki o hafif kıvrılmaya tek bir cümle eşlik etti; "kırık bir kalbin yanında bir kırık pulun ne önemi var ki?"

2 Ekim 2010 Cumartesi

o sahne: masumiyet (1997)

bizzat zeki demirkubuz' un, "suça aşık bir adam, adama aşık bir kadın ve kadına aşık bir baska adam" tek cümlesiyle tarif ettiği film.

derken, o üçüne belki de onların kefaretini ödesin diye küçük bir kız (çilem) ve hayat yorgunu bir adam (yusuf) da katılır.

*

zagor: olan biten ne varsa sebebi. sadece adı var. bir de filmin sonunda tv ekranında gözüken bir vesikalık fotoğrafı...

uğur: zagor'a meftun. ona yakın olabilmek için şehir şehir dolaşıp onun uğruna pavyonlarda çalışır, fahişelik yapar. sol elinde bir diyet, bir yemin: alyans...

bekir: uğur'un peşinde oradan oraya. uğur'un zagor'a olan aşkı, hatta ona yakın olabilmek için vücudunu satması bile vazgeçiremez onu tutkusundan; yolu yok, çekecek. isyan etmenin faydası yok, kaderi böyle...

çilem: annesi uğur olsa da babası hikayedekilerden başka biri. doğuştan sağır. sanki hikayenin günahı omuzlarında. başında dikenli tel, sırtında çarmıh...

yusuf: biraz 'camus kahramanları' gibi. ne gelecek planı ne küçücük bir hayal; hiçbir şeyi yok hayatında, beklenti dahil. bir gün, "sevdim be abla" der, akıntıya o da kapılır. "yolu yok, çekecek usul usul yürüyecek"tir.

*

yolculuklarda, otel lobilerinde ölen zamanlar, kendiliğinden açılan ama bir türlü kapanmayan 'bozuk' kapılar, siyah beyaz televizyonlarda sonsuza kadar süren filmler, 'iyi aile çocukları'nın sadece sokaktan bildiği küfürler, biri diğerinin öyküsünde tutsak insanlar…

*

konu masumiyet olunca o sahneyi tahmin etmek güç değil. güçlüdür, soluk alıp vermenize dahi izin vermez, filmi görenlerin aklından bir türlü çıkmaz. dayak yemiş gibi. ama yara bere içimizde.

yusuf, bekir'in peşi sıra gittiği piknikte biraz ilerde kendi kendine oynayan çilem'e bakarak sorar, bekir de az önce sardığı cigaradan derin derin nefes çekip bir yandan da anlatır.

her hangi bir sohbetin bir yerinde söz dönüp dolaşıp haluk bilginer'e gelince şapka çıkartma fırsatıdır o sahne:

"-çocuk neden sakat abi?

-doğuştan... doğuştan denmez aslında. hamileyken babasından ağır bi dayak yemiş.

-babası nerde?

-sinop'ta.

-hapishanedeki? geçen gün uğur ablayı hapishaneye giderken gördüm...

-sevgilisi...

-onun için mi bu şehirdesiniz? ha?

-uzun hikaye karışık... bu kaltakla aynı mahallede büyüdük. mevlanakapı'da. babası zabıtaydı. alkolik hasta bi adamdı rahmetli, erkenden de gitti zaten. bu anasıyla yoksul, perişan... bizim tuzumuz kuruydu, hacı babam yapmış bi şeyler. bi de zagor vardı. (tam burada insafsız bir müzik başlar) bizim eski evin kiracısının oğlu. babası filimciydi yeşilçamda. cepçilik, arpacılık, her yol vardı itte. ama sevimli, yakışıklı oğlandı. bizimkine aşık etmiş kendini. ben efendi oğlanım, okul mokul takılıyorum o zamanlar. öylece büyüdük gittik işte. ne bok varsa? hep askerliği beklerdim. dört sene kaldı, üç sene kaldı... sonunda o da geldi gittik. bizde de herkes bunu bekliyormuş; gelir gelmez yapıştılar yakama. ev düzüldü, kız bulundu, çeyiz falan filan... nikahlandık. iki taksi bi dükkan verdi peder. dükkanda koltuk moltuk satardım. bi gün bu orospu çıkageldi. hiç unutmam, görür görmez cız etti içim. böyle basma bi etek dizine kadar, çorap yok, üstünde açık bi bluz, saçlar maçlar... pırlanta anlayacağın. şunun bunun fiyatını sordu, dalga geçti benimle. kanıma girdi o gün. tabii taktım ben bunu kafaya. ertesi gün bi soruşturma... dediklerine göre yemeyen kalmamış mahallede. ama asıl zagor' a kesikmiş. zagor’ da kaftiden içerde o sıra. bi gün, süslenmiş püslenmiş; zırt geçti dükkanın önünden. yazıldım peşine. tuhafiyeciye gitti, pastaneden çıktı; minibüs otobüs, geldik sağmalcılar’ a; benim içimde bi sıkıntı. işi anladım tabii: zagor’ u ziyarete gidiyo. bi tuhaf oldum, piçi de kıskandım. uzatmayalım çaresiz evlendik ötekiyle. o ara zagor içerden çıktı. sonra bi duyduk; kaçmış bunlar. altı ay mı bi sene mi; kayıp. hep rüyalarıma girerdi orospu. o gün dükkana gelişini hiç unutamadım. benimkine bile dokunamaz oldum. sonra bi daha duyduk ki iki kişiyi deşmiş zagor: biri polis, ikisinin de gırtlağını kesmiş. karakolda beş gün beş gece işkence buna. arkadaşlarının öcünü alıyorlar. kaltağa da öyle... önce öldü dediler zagor'a, sonra komalık. ankara'da oluyor bunnar. bizimki bi gün çıkageldi mahalleye. zagor içerde, en iyisinden müebbet. bi sabah dükkana geldim, baktım bu oturuyo. önce tanıyamadım. anlayınca içim cız etti. cız etti de ne? tornaya değmiş gibi oldu. çökmüş, zayıflamış, bembeyaz bi surat... ama bu sefer başka güzel orospu. orhanın şarkıları gibi. kalktı böyle, dimdik konuşmaya başladı. dedi para lazım, çok para. zagor'a avukat tutacakmış. ilerde öderim dedi. esnafız ya bizde, "nasıl?" diye sormuş bulunduk. orospuluk yaparım dedi, istersen metresin olurum. içime bişey oturdu ağlamaya başladım, ama ne ağlamak! işte o gün bu günden beri bu orospuyla tam yirmi yıl geçti. uzatmayalım, zagor’a müebbet verdiler. ama rahat durmaz ki piç! ha birini şişledi, ha firara teşebbüs; o şehir senin bu şehir benim, cezaevlerini gezip duruyo. orospu da peşinden. sonunda dayanamadım: ben de onun peşinden... önce dükkan gitti, ardından taksiler. karı terk etti, peder kapıları kapadı. yunus gibi aşk uğruna düştük yollara. iş bilmem, zanaat yok. bu durmuyo hiç. ilk yıllar ufak kahpeliklere başladı, sonra alıştı. gözünü yumup yatıyo milletin altına. gel dönelim diye çok yalvardım. evlenelim, pederi kandırırım, zagor'a bakarız: yok. kancık köpek gibi izini sürüyo itin. n'aptı buna anlamadım. kaç defa dönüp gittim istanbul'a. yeminler ettim. doktorlar, hocalar kâr etmedi. her seferinde yine peşinde buldum kendimi. bi keresinde döndüm, biriyle evlenmiş bu, hamile... beni abisiyim diye yutturduk herife. nedense rahatladım, ohh dedim, kurtuluyorum. bu da akıllanmış görünüyo. yüzü gözü düzelmiş, çocuk diyo başka bişe demiyo. sinop'ta oluyo bunlar. ben de döndüm istanbul'a. doğumuna yakın, zagor bi isyana karışıyor gene. hemen paketleyip diyarbakır cezaevine postalıyorlar. çok geçmeden bizimki depreşiyo gene; o haliyle kalk git sen diyarbakır'a, üç gün ortadan kaybol... herif kafayı yiyo tabii. dönünce bi dayak buna: eşek sudan gelinceye kadar. kızın sakatlığı bu yüzden. sonra çocuğu doğuruyo. uzun zaman anlaşılmamış. ortaya çıkınca bi gece esrarı çekip takıyo herife bıçağı. çocuğu da alıp vın diyarbakır'a, zagor'un peşine. allahtan herif delikanlı çıkıyo da şikayet etmiyo. ben o ara istanbul'da taksiden yolumu buluyorum. epey bi zaman böyle geçti. yine her gece rüyalarımda bu. zagor'un diyarbakır cezaevinde olduğunu duymuştum o sıra. bi gece bi büyükle eve geldim. hepsini içtim. zurnayım tabi. bi ara gözümü açıp baktım: karlı dağlar geçiyo. bi daa açtım, başımda bi çocuk, kalk abi, diyarbakır'a geldik diyo. baktım, sahiden diyarbakır'dayım. bi soruşturma... kale mahallesi vardır oranın, bi gecekonduda buldum, malımı bilmez miyim? görünce hiç şaşırmadı. hiç bişey demedik. o gece oturup düşündüm. oğlum bekir, dedim kendi kendime, yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle, yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi. o gün bugün usul usul yürüyorum işte.
"



notgibi: belki okumak yerine izlemek için...

28 Eylül 2010 Salı

ay ışığı

tsui-yen, her sabah daha gün doğmadan uyanıp yaptığı işi yaparken yani avluyu süpürürken birden durdu, elindeki çalı süpürgesini duvara yasladı ve geride bıraktıklarına bir kez olsun bakmadan manastırı terketti.

yıllar sonra geriye döndüğünde yaşlı hocası sordu ona:

'yaşamın özü nedir?'

tsui-yen dolaştıkları bahçeye, son defa çiçeğe durmuş güllere bakıp cevap verdi:

'ay ışığıyla yıkanan gecelerde hiçbir şey kumsala düşen gölgesinden ağır değildir.'

mevsimin son gülleri arasında huzurla dolaşan yaşlı hoca aniden durup ayağını yere vurdu ve öfkeyle konuşmaya başladı:

'yaşlanmışsın; saçların beyazlamış, dişlerin dökülmüş ama sen hala yaşamın özü nedir, bilmiyorsun.'

tsui-yen büyük bir utançla başını önüne eğdi. ağlıyor, yere yüzünden yaşlar dökülüyordu. bir süre sonra başını kaldırmadan 'bana, yaşamın özü nedir, söyler misiniz..' diye sordu hocasına.

'ay ışığıyla yıkanan gecelerde' dedi hocası, 'hiçbir şey kumsala düşen gölgesinden ağır değildir.'

26 Eylül 2010 Pazar

bir masada iki kişi: amnezi

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- söylesene, beni hiç mi sevmedin?

- sevdim. 'haddinden fazla' sevdim.

- o zaman bu hale neden geldik?

- unuttum çünkü.

- bu kadar kısa sürede? yoksa, kara tahtaya bir elinle yazarken diğer elinle yazdıklarını silmek gibi bir çeşit bellek hastalığı mı senin ki? amnezi?

- insan sadece geçmişi unutmaz ki. bazan geleceği de unutur. eşikten adımınızı içeri atmaz, o köprünün üzerinden karşıya geçmezsiniz. an gelir, hayatınızda hep olacak sandığınız, olmasını istediğiniz birisi aniden olmayıverir.

*

hep olduğu gibi. benim unutmalarım daima böyle oldu...

22 Eylül 2010 Çarşamba

atilla atalay

neden bilmem, ne vakit onu anlatsam söze 'genç yazar' diye başlıyorum. oysa altmış üçte doğmuş. belki o da yaşı olmayanlardan biri olduğu için. belki de her şey değişir ve kirlenirken orada bir yerlerde hep aynı kaldığından.

fırt ve gırgır dergilerinden başlayan yolculuğunun ürünleri önce telos peşi sıra iletişim yayınları vasıtasıyla kitaplaştı. bugünlerde türlü dergilerde yazarken bir yandan da bloglar denizinde amiral gemisine komuta ediyor.

eray, haftanın lakırdılukurdusu, sıdıka, sıkılhan... bunları da bilirim ama onu daha çok hıbır mizah dergisinde ergün gündüz' ün çizgileriyle resimlenen, mizah yüklü kitaplarının sonuna her defasında bir iki tanesini eklediği öyküleriyle bilmeyi seviyorum.(hayaller kahyası ve kabin böcüü istisna. çünkü baştan sona bu öykülerden oluşuyordu.)

'iki cami arasında beynamaz gibi' diyenlere "sen takılma usta, bırakıcam bu işleri. opera yazıyorum. liberettonun yarısındayım, bi aryayı da bizzat seslendiricem. bu bakımdan sesimi yormamam lazım. kapatalım bu mevzuları. (kalbin böcüü)" demesine bakmayın siz, 'komikçi kitapları' nın sonuna eklediği bu 'hisli öyküler' ondaki mizah - hüzün kardeşliğinden başka bir şey değildir.

"bazen konuşamaz, diyemez oluyorum... kalemi sıkıyorum,elime yapışıyor... tüm dünya üzerime geliyor... kalemleri gökyüzüne fırlatıp duvarlara tükürüyorum... 'beklerler' deyip 'o gülünçlü yazılardan' yazarken, elimdeki kalemi kocaman bir direk gibi hissediyorum...

ben o direkle, kan ter içinde, bir o tarafa bir bu tarafa savrula savrula debelenirken, birileri şaka yapıyorum sanıp gülüyor... anlatamıyorum.(şakacı)"

aşkın en yakıcı, en samimi öykülerini ondan dinledim. tahmin edilemeyecek kadar sadelikle anlattığı bu öyküler bir daha kaybolmamak üzere içimde bir yere saplanıp kalıverdi: gidiş geliş, seslerim, ebekulak, fondip, öpücük balığı, fabrıga, ağlama dolabı, insan kalma alıştırmaları...

şimdi ise bir türlü doğru dürüst çalışmayı başaramayan makinalarda hıbır dergilerinden birer sayfayı fotokopi ettiğim günler, büyümeye çalışırken oynadığım oyunlarda onun cümlelerinden yardım umduğum zamanlar aklıma geliyor: birileri size 'ben sana ne yapabilirim ki?' diye sorar. cevabı ancak kendi sesinizle verebilirsiniz "çok şey..." sesleriniz uzaklarda kalmıştır.

ondan öğrendim bir sınıf dolusu çocuğun öksüz kalmasını, yavru bir kedi yutmayı, yalnızlık aletlerini, okulun en kazık dersine kafayı takıp tek vuruşta haklamayı, gözlerimin üzerine bir çift mavi göz örtüp uykulara dalmayı, başımı bir otobüsün buğulanmış camına yaslayıp bozkırı tek başına yaşayan bir ağacın yerinde olmayı, öyküsünü yazmak yerine yaşamak gerektiğini, ki yazsak bile beş para etmeyeceğini.

bir gün alacağım cevabı bile bile ona sormak isterdim: gerçekten başınızdan geçti mi?

"anlatılan sizin hikayenizdir."

bizim hikayemiz.

20 Eylül 2010 Pazartesi

hayat

"hayat, cinsel ilişkiyle bulaşan ölümcül bir hastalıktır. (jacques dutronc)"

"doğar doğmaz kavgaya giriyoruz, ölünce çıkıyoruz bu kavgadan. (jean-jacques rausseau - yalnız gezerin düşleri)"

bebek daha doğar doğmaz saldırıya uğrar. ciğerlerine dolan havanın saldırısıdır bu. aynı zamanda erken bir uyarı. bebeği ağlatan da bu uyarının saldığı korkudur. (anonim)

"doğmamak elimde olsaydı eğer, böylesine gülünç koşullarda bulunmayı kesinlikle kabul etmezdim. (dostoyevski - budala)"

"var olmak, kefaret ödemektir, birinci kişi adılıyla konuşma küstahlığının bedelini sürekli olarak ödemektir. (pascal bruckner - masumiyetin ayartıcılığı)"

"öyleyse kim kurtacak beni varolmaktan? (fernando pessoa - huzursuzluğun kitabı)"

*

zeyl: "yüce tanrı, bazı şeylerin olmamasını ister, ama engelleyemez bunları, çünkü kendisi kararlaştırmıştır. (dino buzzati - tanrıyı gören köpek)"

16 Eylül 2010 Perşembe

spoiler

spoiler müessesesine inanmam.

*

bulmaya değil aramaya, varmaya değil yol almaya talip bir kalbim olduğunu imadan uzak bir dille defalarca söyledim.

bu sadece kendimi vurduğum yollar için değil, kitaplar ve filmler hatta bütün bir sanat için de bu şekilde.

*

küçük çocukların 'ölü insanlar' gördüğü, iki kişinin aslında bir kişi olduğu ve elemanın kendi kendini yumrukladığı, sinemaya herhangi bir katkıda bulunmayan ve tek özelliği katilin uşak oluşundan ibaret üçüncü sınıf filmleri bir kenara bırakırsak bir filmin konusunu bilmek o filme dair seyir arzumu hiçbir zaman engellemedi.

çünkü bir filme oyuncunun, yönetmenin, senaristin konuyu anlatan özetlerde geçemeyecek ufacık bir katkısının film sonrasında söyleyeceğimiz ilk sözü 'iyi ki izlemişim' haline dönüştürebildiğini de iyi bilirim.

kaldı ki, çocukluk kahramanım mike hammer' ın sonunu ve suçluyu bildiğim maceralarını her defasında heyecanla okurdum.

*

yine vasata yakın herhangi bir sinema izleyicisi, daha filmi izlerken, esas oğlanın o kurşun yağmurundan kurtulacağını, nihayet birbirini bulmuş iki yalnız ruhun arasına daha filmin sonu gelmeden bir çeşit yanlış anlamanın gireceğini ama olayların mutlu sonla biteceğini, mükemmel kurgulanmış bir suçun adaleti mahçup etmemek adına küçük bir ayrıntı yüzünden cezasını bulacağını ve elbette kahramanın dünyayı kurtaracağını bilir.

bilmek insanları film izlemekten nasıl vazgeçiremiyorsa, tanıtım yazıları ya da tavsiye edenlerin geçtiği özetler de vazgeçiremez.

*

bu olayın bir diğer boyutu ise, italo calvino'nun klasikleri önce gençlikte ardından olgunluk çağlarında okumamızı tavsiye eden makalesinde dedikleri; aradan geçen yıllar içinde kitap aynı kalırken okur bambaşka bir insana dönüştüğünden bu ikinci okuma yeni bir okuma anlamına gelecektir.

biz de her defasından başka insanlar olarak filmleri seyrederiz ya da kitapları okuruz. o halde her film her kitap yeni, her seyrediş her okuma ilk defa.

*

hâlâ fikrimdeyim: spoiler müessesesine inanmam.

12 Eylül 2010 Pazar

humboldthain parkı

koşu yolunda vaktinden önce sararıp dökülmüş yapraklar, gül bahçesinde açamadan dallarında asılı kalmış güller...

ve ben seni deliler gibi özlüyorum.

9 Eylül 2010 Perşembe

günün sorusu: luzır

kendisine mutsuz süsü veren bireyin, başına hiçbir kötü olay gelmediği, hiçbir özel felaket yaşamadığı halde mutsuzu oynaması ve böyle yapmakla gerçek mağdurların yerini gasp etmesinden daha utanç verici ne olabilir?

8 Eylül 2010 Çarşamba

behzat ç.

daha önce polisiye romanlardan yola çıkarak emrah serbes, son harfiyat ve behzat ç. üzerine bir iki şey söylemiştim.

ve okurken beni heyecanladıran, türkiyede polisiye romanın geleceğine dair umutlarımı yeşerten her temas iz bırakır ve son harfiyat'ın dizi olacağına dair ortalıkta dolaşan haberler üzerine de bir kaç tahmin ve 'dilek ve temenni'de bulunmuştum.

yazar emrah serbes, o günlerden sonra okuduğum bir konuşmada üçüncü ankara polisiyesinin müjdesini verirken, dizi fikrinin serdar akar'dan çıktığını, senaryoyu yakın arkadaşı ercan mehmet erdem'in yazdığını ama arada fikirlerini paylaşacağını söylüyordu.

sanırım o da benim gibi diziden çok film yanlısı.

behzat ç. yi ise erdal beşikçioğlu canlandıracak. en başta favori olarak nejat işler, plase olarak haluk bilginer'i işaret etmiş olsam da hal ve gidiş notumun düşme ihtimaline aldırmadan, reha erdem'in can yakan filmi hayat var'da sessiz sedasız oynadığı rolüyle zihnimize kazınan erdal beşikçioğlu'nun tam da behzat ç. olduğunu kabul etmeliyim.

erdal beşikçioğlu'nun kaybolmak ya da üçüncü şahıs olmak istediği halde ona başrol veren hayatı bir köşede sessiz sedasız durarak protesto eden behzat ç. rolüne ne kadar uygun olduğunu anlamak için dizinin tanıtım fragmanını bir defa izlemek yeter de artar.

tanıtım fragmanı beni sadece behzat ç. rolündeki erdal beşikçioğlu ile heyecanlandırmadı. aniden çalmaya başlayan ankara havası ile hikayenin, dolayısıyla kitabın sarcastic yanının kaybolmasına dair endişelerim de ortadan kalktı.

durum gösteriyor ki; sonbahar için "ailemizin seri katili" dexter'dan sonra seyredecek bir dizimiz daha oldu.

yine de soruyorum: hani reno-toroslar?


merkez üs: http://www.startv.com.tr/BehzatC/

6 Eylül 2010 Pazartesi

pazartesi sabahı

sabah, bir günü peşinden sürükler, pazartesi ise bir haftayı. bu demektir ki, her şey pazartesi sabahının peşi sıra gelir.

pazartesilerin bir şeye başlamak için en iyi sebep sayıldığı şu iklimde 'gerçekten' yaşadığınız yılları elli ikiyle çarpın.

eşitliğin karşısındaki rakam bu güne kadar kaç fırsatı heba ettiğinizdir.

3 Eylül 2010 Cuma

pervane niye kendini yakar?*

yönünü ilkel zamanlardan bu yana bir ışık kaynağına bağlı kalarak belirleyen pervanenin gözü çok sayıda borucuklardan oluşur ve bu borucuklardan her biri ışığı tek bir yönden alır. bu yüzden pervane uçarken güneş ya da ayı bir borucuğun içinde muhafaza eder, yani uçmak istediği yön ile 'ışık' a olan yön arasındaki açıyı uçuş boyunca sabit tutar.

bir başka deyişle, güneş ya da ay olabildiğince uzakta olduğu (dilerseniz 'paralel doğrular sonsuzda kesişir' aristo emrine uyabilmek için sonsuz diyelim) için yörüngenin her noktasında 'ışık' a doğru istikametler paraleldir. bu durum da pervane için iki nokta arasındaki uçuşu düz bir çizgi haline dönüştürür.

ancak pervane uçuşunu yönlendirmek için yanlışlıkla ay yerine başka bir ışık kaynağını seçerse (mum, lamba vs.), ışık kaynağı yakın mesafede olduğu ('sonsuzda' kuralı ihlal edilmiştir artık) ve ilkel zamandan bu güne taşıdığı eski alışkanlıkla uçuş sırasında ışık ile arasındaki açıyı sabit tuttuğu için uçuş yörüngesi eğrilir.

tam burada matematiğe başvurursak bize logaritmik spiralden bahseder: buna göre, eğer pervane hareket açısını doksan dereceden büyük seçerek uçuşuna başlarsa ışık kaynağından uzaklaşır, doksan dereceden küçük seçerse de bir spiral çizerek ışık kaynağına yaklaşır. doksan derece seçtiğinde ise ışık kaynağının etrafında bir çember boyunca döner.

her zaman böyle olmaz elbette; ışığa yaklaştıkça, ışık kaynağının büyüdüğünü, ısının arttığını farkeden pervane uçuş açısını değiştirip ışık kaynağından uzaklaşır. sonra yine açıyı doksan dereceden küçük seçerek yine yaklaşır. sonra... bu olay böyle devam eder.

ateşe karşı aşkı sonsuz olan pervaneler ise uçuş yörüngelerini değiştirmez kendilerini ateşe atıp yakarlar.

bunu zaten biliyoruz.



*: bu başlığın bir gün anlatmayı istediğim bir hikayesi vardır diyerek, bir devam yazısına şimdiden göz kırpalım. hatta başlığı bile hazır: realitenin çiğ romantizme galebesidir.

1 Eylül 2010 Çarşamba

bavul

bavulumuzu ya birileri 'gitme!..' desin diye toplarız ya da gerçekten gideceğimiz için.

'mış' gibi yapıyorsak bir süre sonra eşyalar eski yerine yerleştirilmeye başlanır. yok, arzumuz gerçekten gitmekse hangi ikna kelimeleri, hangi kolumuzdan tutup geriye çevirmeler işe yaramıştır ki?

yani birileri bavulunu toplamaya başlamışsa yapacak bir şey yoktur, yapacaklarımız hiçbir şeyi değiştirmez. en iyisi balıklara yem vermek, kedinin kasesine süt koymak, köpeği gezmeye çıkartmaktır.

27 Ağustos 2010 Cuma

yaz geçer

geçip giden şu yazı özledim şimdiden...

send me a postcard

kült ne demekse tam da onun karşılığı olan the big lebowski'yi izleyenler, kahramanımızın ("bu bizim öykümüzde ahbap oluyor." hem nedir ki bir kahraman?) üzeri yeşil pas lekesi dolu arabasına ve creedence kasetlerine kavuştuktan sonrasını muhakkak hatırlar: lookin' out my back door...

bu sahneden sonra, "elimizi arabanın tavanına vurarak dinlenecek şarkılar" diye bir sınıflandırma yapmamak elde değildir.

işte, o şarkılardan biri: shocking blue tüm sevenleri için söylüyor, send me a postcard...

19 Ağustos 2010 Perşembe

çocuk

kocaman bir gülümsemesi, "yağmurun ellerinden bile" küçük elleri vardı.

ay çiçeği tarlalarını hatırlatan kirpikler, gözlerinin göğünde saklı bulutlar.

ve o gökyüzü, ancak saçlarına tutunmakla mümkündü.

bir de, "çocuk" derdi bana. çocuk...

bilirim, geçmiş geriye gelmez. ama o "çocuk"lardan üçünü kendime sakladım. belki de hayatın o anına tutunmak, başarabilirsem nasıl olduğunu hatırlayabilmek için.

*

bir... günün daha çok zamanını beraber geçirelim diye daha gün doğmadan buluştuğumuz, ilk rastladığımız açık pastanede kahvaltı yapıp sürekli bir şeyler anlattığımız günler:

dün akşam senden sonra bindiğim taksinin şoförü maç dinliyordu. bu ara fenerbahçe için işler iyi gitmiyormuş. yol boyu maç dinleyip futbol konuştuk. çocuk, bana neler yaptığını görüyor musun?

iki... bazan hayat çizdiğimiz yoldan akmaz. geçmesi beklenen bir takvim uyuşmazlığı vardır. ama geçmez. başka denizlerde, başka iklimlerde olmak zorunda kalırsınız. kelimenin tam anlamıyla 'hayat olmuştur'. öyle ki meşguliyetler bir telefona bile izin vermez. o günlerden birinde bilgisayar ekranına düşen bir mesaj:

neden kendini benden esirgiyorsun çocuk?

üç... bilirsiniz, doğa kuralıdır; mevsimler değişir, gün batar, kuşlar geriye döner. o kendi arkadaşlarıyla ben de benimkilerle. telefon çaldı. açıp açmamak arasında bir tereddüt yaşadıktan sonra açtım:

belki biraz sarhoşum ama ne söylediğimi biliyorum. gidişinin ayak seslerini duydum çocuk.

13 Ağustos 2010 Cuma

on üç ağustos

adam, yılların verdiği alışkanlıkla bu on üç ağustos sabahı da erkenden uyandı. ilk iş olarak neredeyse ezbere bildiğine aldırmadan, yıllar önce henüz üniversite öğrencisiyken gözleri su yeşili ile deniz mavisi arasında gidip gelen dünyanın en güzel 'beste'sinin kitaplığından çalınıp kendisine armağan edilen kitaptan küçük prens'i bir defa daha okudu.

kitabın son sayfası da bittiğinde aklından alper canıgüz'e ait cümleler geçti: "dünyada yazılmış en güzel aşk hikayesidir küçük prens...uzak bir gezegende yaşayan çiçeğine aşık bir deli oğlandır kendisi..."*


*:gizliajans

6 Ağustos 2010 Cuma

suskunluk

belki de kabul etmeliyiz; suskunluk da dilin olanaklarından biri. susmak da konuşmaya dahil ve "o anlatır" diyerek üç noktaya sığınmamız boşuna değil.

en güzel hikayeleri aslında susarken anlattığını iddia eden adam böyle der.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

altı çizili satırlar: son hafriyat

emrah serbes' i murat menteş ve alper canıgüz' ün yanına kaydedeli oldukça uzun zaman oluyor. o günden bu yana yazdıklarını merakla bekliyorum. iyi bir yazar, yazdıkları ilgimi çekiyor çünkü.

kaldı ki hakkında bildiklerim sadece aşağıdaki altı çizili satırlardan ibaret olsaydı bile yine okurdum onu. bu adam iyi anlatıyor diyerek.

"gönül' ün zilini çaldı.

'kim o?'

sessizlik. 'ne olur aç,' demekti.

gönül kapı deliğinden bakıp tanısın diye otomatı yaktı. kapının demir kilidi kalktı, yavaşça açıldı.

gönül, başını biraz geriye atıp tanımak ister gibi baktı. buraya yolu düşmeyeli uzun zaman olmuştu başkomiserin. tanıyınca, ceketinden nazikçe tutarak içeri çekti. gönül' ün sırtı duvara yaslıydı. bir soluk mesafesinde durdular. saniyeler elle tutulabilirmiş gibi uzadı, hissedilir oldu, yoğunlaştı, hatta birkaçı ansızın donuverdi. behzat ç. donmuş saniyeleri kırıp gönül' ü boynundan öptü,yüzünü ense kıvrımına yasladı, kokusunu uzun uzun çekti içine. tabutun kapağı açılmış da aylar sonra nefes almış gibi bir his. eliyle belini kavradı. diğer el, omuzdan geceliği sıyırdı, dolgun göğsü avuçladı. soluklar birbirine karıştı, dudaklar birleşti, olaylar gelişti.

sabah..."
*


*:iletişim yayınları, 2008

bir ankara polisiyesi

emrah serbes, daha otuzunda bile değil...

ama olgun bir yazar edasıyla bu coğrafyada olmaz dediğim bir şeyi olduruyor; tadından yenmez ankara polisiyeleri yazıyor.

kemal tahir'in f.m. ikinci müstearıyla yazdığı "aslından daha iyi olmakla itham edilen gavur işi" romanlar arasında çok beğendiğim mayk hammerler olsa da, önüne aldığı new york haritasına bakarak bir gecede yazıldığı rivayet olunan bu maceralar bizden bir şey taşımaz. tıpkı, mickey spillane'in yazdığı bir hikayenin tercümesi gibidir.

oysa emrah serbes' in yazdıkları o kadar bizden ki. başta esasoğlan behzat ç. olmak üzere, cinayet masasının elemanları oldukça gerçek resmedilmişler: behzat ç. nin genç devriye arkadaşı harun, vekaleten emniyet müdürlüğü yapan tahsin, ziraat mühendisi olarak iş bulamadığı için polis olmuş çevre duyarlısı cevdet, nişanlandıktan sonra ayrılan ve bu tarz ayrılıkların her an açığa çıkmaya hazır gerilimiyle ortada dolaşan eda ve selim, yıllanmış polisler hayalet ve akbaba, hatta soruşturmayı yürüten iki müfettiş... sanki kapı komşumuzmuş gibi bizden ve gerçek.

okurken yazarın gözlem yeteneğine de tanıklık ediyoruz. aynı yetenek diyaloglarda da kendini gösteriyor. öyle ki, içteki dairenin dışında kalan bütün kahramaların adının bahattin oluşuna, sürekli kitap alıntılarıyla konuşan şule'deki günlük hayata uymayan yanlara aldırmıyorsunuz. çünkü kitabın inkar edilemez mizahını besleyen unsurlardan bir haline dönüşüyorlar.

planlı cinayetin nadirattan olduğu, ankara gibi suç oranının oldukça düşük olduğu bir şehir için seçilen konu da yapıştırma ya da taklit hissi uyandırmıyor: eğer ailenizin bütün fertleri kanlı bir baskınla, bir çeşit yargısız infaz sonucu öldürülürse eminim sizin de aklınızdan intikam planları geçer.

"türk polisini ne olursa olsun korumak" ve "adalet"ten yana olmak gibi sinema ya da edebiyatta sık rastladığımız, sanat eserinden tat almamıza engel olan bir yanlışın peşinden gitmeyişi, özellikle çevik kuvvetin göstericilere karşı takındığı acımasız tutumun anlatıldığı sahneler benim için romanın değerini arttıran noktalardan bir tanesi oldu.

*

bütün bunların yanında, son harfiyat, 'nostaljik' bir roman. sadece bir zamanlar size ait bir şehri romana konu ettiği için değil, hala ankarada yaşayanlar için de öyle. tıpkı,

-ted kolejin önündeydik.
-hangi ted kolej?
-kaç tane kolej var? kolejdeki kolej işte.
-orayı belediye aldı. koleji incek' e taşıdılar.

diyaloğunda olduğu gibi sakarya'nın ortasında bulunan ama artık doldurulmuş havuz, yıkılan havagazı fabrikası, adı artık köyüm red kit olan cebeci dörtyol'daki red kit birahanesi, doldurulan mamak çöplüğü, artık carrefour olan bir zamanların gima'sı, eski ormancılar lokali'nin altındaki yeni sahne, her tarafı kazılmış gençlik parkı benzer biçimde anılarak roman zaman zaman saygı duruşuna dönüşüyor.

*

son harfiyat'ı uzun zaman önce okumuş, üzerine bir şeyler karalamak istediğim halde bir türlü eyleme dökememiştim. ama behzat ç. nin bir dizi karakteri olarak ekrana geleceğini duyunca bu istek içimde yeniden büyüdü.

sanırım birileri, "emrah serbes, döneminin en iyi yazarlarından biri. ben olsam, ona hemen bir senaryo sipariş eder, hiç değilse mevcut senaryoların diyaloglarını yazdırırdım. insanların aslında nasıl konuştuğunu hatırlamaya vesile olurdu," diyen sevin okyay'ı duymuş.

"kitaplardan aldığım telif onları yazarken içtiğim sigara parasını karşılamıyor. sigarayı azaltmam gerek," diyen emrah serbes'in para kazanmasını, yazarlıktan kazandığı parayla hayatını devam ettirmesini ben de çok isterim ama dizi değil de sinema filmi asıl tadından yenmez sanki.

hiç olmazsa dizi uzasın diye saçma sapan olay ve karakter ilaveleri olmasın. hikâye tıpkı dexter'da olduğu gibi senede bir sezon ve on iki ya da on üç çarpı kırk dakikada anlatılsın.

son olarak, kitabı okurken gözümün önüne gelen behzat ç. onur ünlü'nün "polis"i musa rami'ye benzese de bana dizi için en iyi tercih nejat işler'miş gibi geliyor.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

fırtına

fenerin yan tarafındaki kayalıkta nedense hep böyle sabahlarda karşılaştığımız ihtiyar balıkçı ağzından hiç eksik olmayan sigarasından derin bir nefes aldı ve kayalara vuran dalgaları işaret ederek, "eğer kıyıda yaprak kıpırdamazken sahile dalgalar vuruyorsa bu açıkta fırtına var demektir," dedi.

sonra sustu.

sanki sonsuza kadar konuşmayacakmış gibi sustu.

30 Temmuz 2010 Cuma

rose garden*

"bütün eski şarkılar güzeldir, öyle olmasalar unutulup giderlerdi" tartışılmaz gerçeği için güzel bir örnek.

en az, "ama beni yanlış anladın," kadar sağlam bir defans: kusura bakma ama ben sana gül bahçesi vaat etmedim.

*lynn anderson, rose garden

günün sorusu: kötü

özenle yaratılmış bir aşk yanılsamasının arzu nesnesi olmaktan daha kötüsü olabilir mi?

29 Temmuz 2010 Perşembe

ırmağın öteki yakası

düşünde üçüncü gece de onu görünce uyanıp ağlayan, acıyan dizlerine ve üşümesine aldırmadan yere, sol yanı üzerine uzanıp, "düşüncelerime söz geçirmem mümkün olmuştu ama düşlerime söz geçirmem, o mümkün olmuyor," dedikten sonra içindeki her şeyin genç kalfaya ve ağlamaya, dahası onun şefkatine ilişkin olduğunu anlayan, fazlasını düşünemeyip yerinden kalkarak, hırkasını sırtından usulca sıyırıp kapıya yönelen, yani ardında kalanların "çile kırdı," dediği genç mezarlık bekçisi, kulübesine girip önüne bir kağıt çekerek aşkından, yazdığı şiirlerden ve geçmişinden, düşüncelerine söz geçirmeyi başardığı halde, kurtulamayan birini anlatan bir şiir yazdı.

yıllar önce böyle anlatmıştı bütün zamanların en güzel öykücüsü.

şimdi benim olduğum yaştaydı...

20 Temmuz 2010 Salı

bir masada iki kişi: kav

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

-hafta sonu şehir dışında olacağım... istersen eşyalarını o zaman alabilirsin.

-o eve girmesem daha iyi. sen yollayamaz mısın?

-bana kalsa yakmayı tercih ederim.

-sen bilirsin... ister yak, ister bana yolla. ama gri tşörtlerden birinin sende kalmasını istiyorum.

-asla!.. bir yılanın kavını bırakması gibi tşörtünü bırakıp gidişini seyrettiremezsin bana.
*

ne kav ne de tşört, tek bir şey kalmadı geride. belki biraz kalbim. hepsi o kadar.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

dedektif

aynı zamanda ünlü bir yazar olan kadim dostuyla her cumartesi öğleden sonra uğradıkları kitapçıda buldum onları. yazar arkadaşı, bir yandan dükkan sahibiyle sohbet ederken bir yandan da yanına yaklaşmaya cesaret eden genç okurlarına ilkini ezberlemeye çalışırken sonrakileri kaçıracakları cümleler kurmakla meşgul. biz de bir kenarda durmuş üzerine en çok konuşmayı sevdiği şeyden, polisiyelerden konuşuyoruz; kitaplar, filmler..

bizim memlekette bir adam dedektif olmaya kalksa, "bir arkadaş"ı için gelen ve eşinin bu "bir arkadaş"ı aldattığından şüpheleniyoruz, diye söze başlayan kıskanç kocalardan başka müşterisi olmaz. ya da çek-senet takibi yapmak zorunda kalır. muhtemelen insanlar içtiği viskiye haram diye karışır, etrafta adamın iflah olmaz bir alkolik olduğu konuşulur.

kahramanımız da iki ay sonra hem kirayı ödeyemediği için hem de hayal ettiği şeyin bu olmadığını farkederek büroyu boşaltır ve sosyetik mekanlardan birine güvenlik şefi olur.

alışkanlık

"erkekler ve kadınlar aşk edimi denen şeyde çabucak birbirlerini yutarlar ya da iki kişilik uzun bir alışkanlık haline dönüştürüler."*


*: albert camus, veba

14 Temmuz 2010 Çarşamba

leaving las vegas (1995)

iki kayıp ruh: sera ve ben...

onların hikayesi.

sinema perdesine düşen can yakıcı aşk hikayelerinden biri. benzerini yıllar sonra duvara karşı'yla tecrübe ettiğimiz bir acıya tanıklık.

hayatı kendine ait olmayan, birilerinin zorlamasıyla bedenini para karşılığı erkeklere sunan bir kadın ve benim dediği ne varsa kaybetmiş, teselliyi alkolde arayan bir adam.

*

görüntüden önce sting'in sesi: angel eyes.

sonra alışveriş arabasına sadece içki şişeleri dolduran bir adam.

ben'in her seyini kaybedişine tanıklık ederiz. arkadaşlarını, işini, evini...

ailesini ise daha önce kaybetmiştir.

karım beni terkettiği için mi içmeye başladım, yoksa beni terkettiği için mi içiyorum? hatırlamıyorum.

ardından geceyle gündüzün birbirine karıştığı, hiç durmaksızın ölene kadar içebileceği las vegas'a gitmek için los angeles'tan ayrılır. evini satar, banka hesabını kapatır. o gider kamera kalır geride: dokuz tane çöp torbası, bir de oğlunun bisikleti.

koca bir hayattan geriye kalan budur işte.

*

sera'yla ilk karşılaşmaları tesadüftür.

burası yaya geçidi, der sera. ben geçerim, sen durursun.

ikincisinde ise ben müşteridir.

sera: bu paraya istediğini yapabilirsin.

ben : sadece kal. istediğim bu. konuşmanı ya da dinlemeni istiyorum.

*

sera… işinde çok iyi; çünkü kapıdan girer ve ondan istenilen şey neyse onu olabilmeyi başarıyla yapar. ama o akşam ben'e aşık olur.

kendimi kendim gibi hissettim. başka biri olmaya çalışıyormuş gibi değil.

ben ise kokuşmuş ruhunun dünyaya tutunduğu son günlerinde karşısına çıkan bu güzelliğe inanamamaktadır.

sen nesin? sarhoş fantazilerimden birinde beni ziyarete gelen melek?

*

belki çok uzun zaman önceki bir oluşta birbirlerine verdikleri sözü anımsamışlardır. ve fazla vakitlerinin olmağının farkındadırlar. bu yüzden birbirlerini değiştirmeye çalışmazlar.

hatta sera'nın ben'e ilk hediyesi bir içki matarasıdır. ben ise içmeye devam eder, gecenin üçüne kadar evde ya da dışarıda yalnız takılıp sera'nın işten dönüşünü bekler.

*

her şey olması gerektiği gibi sürüp giderken büyüyü bozmasa da yaralar sera.

doktora gitmeni istiyorum.

*

bu isteğin ardından aralarındaki şey her neyse yokoluşa doğru sürüklenmeye başlar. belli ki söz veren söz verdiği gibi geliyordu da söz verdiği gibi kalmıyordu.

bir de bulduğunu yitirmiş olmanın acısı girer hayatlarına, sanki yeterince acıya sahip değillermiş gibi.

sera günler sonra ben'i bulduğunda son bir defa sevişirler.

ben'in son cümlesi 'seni sevdiğimi biliyorsun' olur. son bir defa sera'ya bakar ve vakti gelen ölüme teslim olur.

*

mike figgis, filmin senaryosunu bir john o' brien romanından çıkartıp yönetmekle kalmamış , en az film kadar dikkat çeken ve filmi tamamlayan müziklerin çoğunu da icra etmiş.

*

bir de, o yıl bu filmle nicolas cage'e verilen oscar çok tartışılmış, çok kişi tarafından sean penn'in dead man walking ile daha çok hakettiği söylenmişti. bense filmden çıktıktan sonra sinema biletinin arkasına, "oysa sana verilmeyen oscar tartışılmalıydı güzel fahişe." yazdığımı hatırlıyorum hayal meyal. bir de o oscarı sinemanın en güzel kadınından, susan sarandon'dan çalıp ona getirmek istediğimi.

13 Temmuz 2010 Salı

to be, or not to be

"to be, or not to be: that is the question"

dizesini bir çevirmen "olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu" diyerek türkçeleştirir. bir şair ise "bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin?"* diye.


*:can yücel

12 Temmuz 2010 Pazartesi

tercih hatası

arkadaşlarınızdan birinin sevgilisinden ya da eşinden ayrıldığını varsayalım; gidilecek erkek erkeğe içilip 'boşta karı planları' yapılacak, bir akşam oturmasında kız kıza sohbetlerde eski defterler karıştırılacak vs. vs...

(sakın cinsiyetçi olduğumu düşünmeyin. sadece, böylesi zamanlarda erkek ya da kadın olmanın farketmediğine, cinsiyetin ortadan kalktığına ve sohbetlerin kız kıza ya da erkek erkeğe tadında yapıldığına inanıyorum.)

konuşma 'o'na geldiğinde ne söylediğinizin bir önemi yoktur. çünkü her şey rol kapmakla alakalıdır. siz çamur atan rolünü alırsanız, arkadaşınız savunandır. savunmaya kalktığınız da ise arkadaşınızı durdurabilene aşkolsun.

ama neden?

burada rol kapmaktan daha fazlası olmalı...

bence buradaki tek suçlu egomuzdur.

böylesi durumlarda arkadaşımız muhabbete 'zaten beş para etmezdi' tadında eski sevgilimize saldırarak girdiği zaman hemen onu savunuruz. çünkü bu biraz da kendimizi savunmak demektir. kim yanlış bir tercih yaptığını, seçimlerinin hatalı olduğunu kabullenebilir ki?

eğer arkadaşımız 'keşke yapılabilecek bir şeyler olsa' hanesine bir çentik atarsa bu defa biz eski sevgilimizin canına okuruz. istediğimizi söyleyebiliriz, çünkü arkadaşımız bunu yaparak tercihimizin doğru olduğunu, egomuzun duvarlarında oluştuğunu sandığımız çatlakların yanılgı olduğunu söylemiştir.



notgibi: siz en iyisi gelin böyle durumlarda benim yöntemimi kullanın ve 'o ciciyse sen daha cicisin' deyin.

cameo görüntü

özetle, gösteri sanatlarından herhangi birinde ya da bir video oyununda toplumun tanıdığı ünlülerden birinin kısa bir rolle görünüp izleyene 'aa!.. bak bu o değil mi?' dedirtmesinden başka bir şey değildir...
*

yabancılardan alfred hitchcock, bizden de zeki demirkubuz kelimenin tam manasıyla bu işin suyunu çıkartmıştır.

alfred hitchcock kendi kendine verdiği minik roller yetmezmiş gibi filmlerinin birinde kahramanın okuduğu gazeteye kendi resmini koymuştur.

zeki demirkubuz ise bir elinde sigarası hep aynı sandalyede oturup, kahramanlarının sırasıyla uğradığı bir odada eski filmlerinden birini izliyor gibidir. o da olayı abartıp çağan ırmak' la birlikte, serdar akar' ın yönettiği barda filminin sonundaki bir sahnede kanundaki boşluklar yüzünden az ceza alan bir grup insanı cezalandıranlar arasına katılmakta bir sakınca görmemişti.

11 Temmuz 2010 Pazar

a long time ago

söze ‘a long time ago’ diye başlayan şarkılara bayılıyorum. bir de söz konusu şarkı blues parçası ise paha biçilemez.

9 Temmuz 2010 Cuma

dakika ve skor

"zorba, başını salladı.

'hayır, özgür değilsin,' dedi. 'senin bağlı olduğun ip, öbür insanlarınkinden biraz daha uzun; hepsi bu kadar! senin patron, uzun ipin var, gidip geliyor, kendini özgür sanıyorsun. ipi koparmadın mıydı da...'

zorba'nın sözleri içimdeki açık bir yaraya dokunup acıttıkları için inatla,

'bir gün koparacağım!' dedim.

'güç, patron, çok güç! bunun için delilik gerek, delilik, duyuyor musun? ya hep, ya hiç! ama sende beyin var ve seni bu yiyecek. aklın bakkal senin, defter tutuyor, bu kadar aldım, bu kadar verdim; kâr şu kadar, zarar bu kadar diye yazıyor. yani iyi bir sahip, her işi sermiyor, her zaman arkayı kolluyor. hayır, ipi koparmıyor rezil, onu sıkı sıkı elinde tutuyor, kaçırırsa mahvoldu demektir zavallı, mahvoldu demektir. ama ipi koparmadıkça, hayatın ne tadı vardır, söyler misin bana?'"*



*:nikos kazancakis, zorba

ebeveynlerimiz

bir defa daha anladım; yaşınız, sosyal durumunuz, cinsiyetiniz, statünüz ne olursa olsun ebeveynlerimizi mutlu etmenin yolu başarılı bireyler olup onları gururlandırmaktan, hayatın ve toplumun koyduğu kurallara uyarak onları utandırmamaktan geçmiyor.

onlar sadece çocuklarının yakınlarında olmasını istiyorlar.

*

yollardaydım.

tıpkı dünyanın kuzey ve güney, doğu ve batı olarak anlatıldığı eski zamanlardaki gibi bazan kuzeyden güneye, bazan doğudan batıya yol aldım.

bazan da tam tersi...

deniz kenarlarından geçti yolum, dağ yollarına saptım.

bir yanı deniz sahil lokantaları kadar kent artığı konaklama tesislerinde de yemek yedim. bol limonlu roka salatasının eşlik ettiği denizden 'yeni' çıkmış balık da, "mangal hala sıcak, yarım kilo et atayım mı?" diyen garsonların getirdiği sıcak su ilave edilerek çoğaltılmış ezo gelin çorbası da oldu soframda. büfe önlerinde döner ekmek, zengin mahallelerinde 'in' mekanlar...

sağrısı terli atların seyislere emanet edildiği hanlar, bozkır ortasında yolcusunu bekleyen kervansaraylar değil ama bazan lüks bazan ucuz oteller, pansiyonlar oldu başka başka yerlerde. bazan da "üzerimde yıldızlı gök, içimde ahlak yasası".

uyanamadığım uykular, uyuyamadığım yataklar.

çoğu zaman, "au revoir! bulutlar eve döndüğünde görüşürüz,"diyerek atımı gün batımına doğru sürsem de gün geldi atımı "bir yerlerde durmanın güzelliği"ne bağladım.

ve dönüp dolaşıp buraya, bu sayfalara uğradığım zamanlar da oldu. bir katilin cinayet mahalline dönmesi gibi iyi bir benzetme olsa da yeri burası değil. belki, kendime rağmen saklanarak, sakınarak gizli saklı bu topraklara gelip bir çeşit gerilla mücadelesi verdiğimi, her şeyi bulduğum gibi bırakarak sessiz sedasız yeniden yola koyulduğumu söylersem 'gibi'den yoksun bir benzetmeyle derdimi anlatmış olurum.

geldim... ama bu defa bir nehir denize ölmeye gider gibi değil. dünyanın bütün limanlarını gördükten sonra yüzünü duvara dönüp ölmek için köyüne dönen yaşlı denizciler gibi geldim.

4 Mayıs 2010 Salı

günün sorusu:öykü - şiir

neden öyküye yaklaşmak ya da bir hikayesi olmak şiir için kusur sayılıp ayıplanırken, şiire kaçan bir öykü baştacı edilir?

hidden*

seri katil bahsi aklıma bütün zamanların en sevilen seri katili dexter'ı düşürdü haliyle. dördüncü sezonun bitişinden bu yana bunca zaman geçmişken ve de çok karanlık bir dexter'ın bizi beklediğine inandığım yeni sezona daha çok varken 'ailemizin seri katili'ne selam edelim.

o, adaletten bir şekilde kaçanları kendi yöntemleriyle cezalandırırken fonda çalan müziklerden biri. tek kusuru ise kısa sürmesi...


*:dexter- soundtrack, hidden

seri katiller

ya da alt başlık olarak, neden bizim coğrafyadan seri katil çıkmaz?

neden bilmem ama yüce basınımız farklı zaman aralıklarında aynı silahla kurbanın bedeninde aynı tarzda tahribat bırakarak cinayetler işlenmişse, cinayetlerin işleniş tarzı birbirine benziyorsa, kurbanlar ortak özelliklere sahip kişilerden seçiliyorsa ve nihayet ölen iki kişi dahi olsa ortada bir 'seri' var diyerek bu katilleri 'seri katil' diye etiketleyip onlara yıldız muamelesi yapıyor.

geçtiğimiz günlerde izmir'de işlenen cinayetler için yapılan da bundan farklı değildi. aynı basın, bir kaç yıl önce gittikleri yol boyunca bir kaç benzin istasyonu çalışanını öldüren, aldıkları uyuşturucudan uçmuş iki katile de aynısını yapmışlardı.

filmlerden sadece çocuklar değil, sanırım haber yapan arkadaşlar da etkileniyor.

oysa bu, bizim coğrafyada ol(a)mayacak bir şeye öykünmekten başka bir şey değil. çünkü bizden seri katil çıkmaz. ve bunu söylerken sadece amerikan filmlerinde gördüğümüz tarzda sofistike cinayetler işleyemeyiz demeye çalışmıyorum. sebeplerim daha çok.

seri katil profiline bakalım ilk olarak. araştırmalar genellikle otuzla otuz beş yaş arası beyaz, protestan, anglo-sakson erkek tayfasını işaret ediyor. bu da bizim coğrafya için sünni, beyaz türklere denk düşüyor. çoğunlukla bu profil o yaşlarda evlidir, evli değilse de ebeveynleriyle yaşıyordur ki, anlayacağınız tek başına kalıp hayaller kurmasına imkan olmadığı gibi cinayet de planlayamaz.

kabul edelim, biz hayallerden ve hayal etmekten yoksun bir topluluğuz. öyle yol haritasını kutsal kitaptan, dante'den yola çıkarak yapabilecek bir vatan evladı olduğunu sanmıyorum. eğer ben varım diyen varsa tehlikeli oyunlar bir başlangıç için hiç fena değil. kaldı ki ince ince işlenmiş, yıllar boyunca harfiyen uyabilecek bir plan yapabileceğimizi de sanmıyorum.

en önemlisi, biz de öyle bir ego var ki iki cinayet sonra bilerek yakalanırız. bakın ben ne yaptım; görün ve beni takdir edin diyerek...

2 Mayıs 2010 Pazar

tek cümle

kan ter içinde heceledikleri bir ömrün tek cümle bile etmediğini bilenlere hiçbir teselli fayda vermez sonsuz yalnızlığında dünyanın.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

bir mayıs, işçiler, fakirler ve muhammed ali

muhammed ali... dünyanın ilk ve tek şair boksörü.

durum böyle olunca antrenörü bundini onu şairce motive ediyor.

bin dokuz yüz yetmiş dört. zaire. aşağıdaki metni* okuyacak. peşi sıra george foreman'ı pataklayacak.

*

"dans et şampiyon, kimsesizler yurdundaki yalnız çocuklar için dans et. çocuklar için salla yumruklarını.

kiralarını ödeyemeyen işsizler için dans et. şu alçağın işini bitir!

meyhanedeki ayyaşlar için dans et şampiyon, kanserden ölen yoksul hastalar için, kefaletleri ödenmeyen sefil mahkumlar için, herkesin terk ettiği eroinmanlar için, kocaları olmayan gencecik hamile kızlar için. dans et şampiyon, savaş onlar için!

şu aşağılık herifin işini bitir, çenelerini dağıt hepsinin. düşkünler yurdundaki zavallılar için, emeklilik maaşı alamayan yaşlılar için, pis bir sokakta müşteri bekleyen yaşlı ve yorgun fahişeler için…

meyhanelerde oturmuş demlenen bütün yalnız kalpler için, bilardo salonlarındaki yalnızlar için, sokak köşelerindeki yalnızlar için. dans et şampiyon, savaş onlar için!

temizlik işçileri için salla yumruklarını; hava limanlarında, otobüs duraklarında, benzin istasyonlarında yerleri süpüren küçük insanlar için. savaş onlar için şampiyon. otellerde yatakları yapıp tuvaletleri temizleyen küçük odacı kızlar için dersini ver şu aşağılık herifin!

seni kurtaranlar senatör değildi, vali değildi, başkan değildi. sokaktaki insanlar kurtardı seni. şimdi sokaklar adına savaş, hadi evlat, işini bitir şu aşağılık herifin!

bu ring ikinize fazla. hadi bitir işini, suratını paramparça et. yoksullar adına şampiyon, yoksullar adına!

hadi yavrum salla yumruklarını! muhammet ali'yi hiç kimse yenemez, hiç kimse. sadece cassius clay yenebilir ama o da bu akşam aramızda değil.

dans et şampiyon, hadi oğlum dans et!"
*

bugün bir mayıs... sadece işçi ve emekçilerin günü değil.

aynı zamanda zenginin malında fakirin de hakkı olduğunu hatırlamak için bir sebep.


*çeviren, çete dergisi için hakan albayrak. yeniden hatırlatan ise afili filintalardan murat menteş.

21 Nisan 2010 Çarşamba

günün sorusu: iyi geceler öpücüğü

iyi geceler öpücüğü alışkanlık mıdır, yoksa arzu mu?

20 Nisan 2010 Salı

sandık

yazlar...

çocukluğumun yazları...

her çocuğun olduğu gibi kalabalık ve mutlu. zamanın havada asılıp kaldığı, günlerin asla bitmeyecek sanıldığı ama çabucak geçtiği...

bizimki gibi şehir merkezine uzak bir ev, başka şehirlerde oturmalar, kış günlerinin kısalığı, okul gibi bahaneler ortadan kalkar, karneler alınır alınmaz başlayan huysuzluklarımız nihayet sonuç verir ve bütün kuzenler bahçe ortasındaki o üç katlı evin bize ayrılan ikinci katına doluşurduk.

bahçe kadar ev de oyun alanlarımızdan biriydi. daha çok bize tahsis edilen ikinci katta değil, anne ve babalarımız gelip ev kalabalıklaştığında odaları açılan, diğer zamanlarda garip bir sessizliğin hüküm sürdüğü üçüncü katta oynardık.

o üçüncü katta içinde çok az eşya bulunan, neredeyse boş bir oda vardı. sabah güneşinin içine dolduğu, öğleden sonra gölgede kalan bu odanın serinliğinde boş bir çeyiz sandığı dururdu. yer yer siyaha dönüşmüş, mavi bir rengi vardı. ve üzerinde usta bir elden çıktığını belli eden işlemeleri. kimseye sormadım ama annanemin olmalı, belki de dedemin annesinin...

boştu... içindekiler annem ve iki teyzemin sandığına paylaştırılıp, arda kalanlar da annanem tarafından bundan sonra benim neyime denilerek akraba ya da komşuların gelinlik kızlarına hediye edildiği için mi, yoksa, değişip duran modaya uyarak alınmış ceviz ağacından yapılma, yüzeyi bir kaç kat sürülmüş vernik yüzünden ışıl ışıl yanan ikinci sandığa aktarıldığı için mi boştu, bilmiyorum.

oyunlarımızdan biri o boş sandığın içine girmekti. birimiz içine girer, saymayı bilenler ona kadar sayar ve kapak açılırdı. ama oyunumuzda çok ciddi bir kuralımız vardı; eğer sandığın içindeki kişi içerden sandığa vurursa kapak hemen açılırdı.

herkes girerdi o sandığın içine: büyükler, küçükler, kızlar, erkekler, kilolular, zayıflar... sadece ben girmezdim. sebep klostrofobi değildi. sandığın içinde bekleyen cinlerden, perilerden de korkmazdım. eğer o sandığın içine girersem hiç kimse sandığın kapağını açmayacak, herkes hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edecek gibi gelirdi bana.

şimdilerde ise o sandığın içine kendiliğimden giriyorum. açmaya çalıştıklarında ise, açılmasın diye tüm gücümle içeriden tutuyorum.

19 Nisan 2010 Pazartesi

kalbinin böceği ölmek

çukurova yöresinden bir deyim...

"hani hayattan bıkmışlara, olup bitenle başedemeyip vazgeçenlere derlermiş bu lafı. kalbinin böceği ölürmüş işte onların...sonra, dururlarmış işte öyle...napıyosun diye soran olursa, 'hiç işte duruyorum' derler... o kadar."*


*: atilla atalay, kalbin böcüü

bahara dair üç güzellik

baharları sevmem; ne ilkini ne de sonuncusunu.

kimbilir? belki bir gün dilim döndüğünce sebeplerini anlatırım.

yine de bahara dair öyle şeyler var ki güzeldir ve bu güzelliği inkar edemezsiniz. istisnasız güzel yani. tıpkı beyaz tenine, renkli gözlerine ve sarı saçlarına rağmen güzel olan nicole kidman gibi.

başlıkta üç dedim ama istanbul'da değilseniz 'ilk iki'yle yetinmek zorundasınız:

bir.. pastane, lokanta, bar ya da kafelerin dışarıya çıkıp kaldırımlara taşan masaları. bir yandan yoldan geçip gidenleri seyrederken bir şeyler içmek, yemek ya da okumak.

iki.. bir çimen denizinin ortasında aniden patlayıveren papatya fırtınası.

üç... erguvanlar. nokta. nokta. nokta.

17 Nisan 2010 Cumartesi

hayat

"verdiği sözü tutmuyor hayat; tutsa bile, özlediğimiz şeyin, özlenilmeye değer olmaktan, ne kadar uzakta bulunduğunu göstermek için yapıyor bunu… bir eliyle verdiğini, öteki eliyle alıyor."


*:schopenhauer

16 Nisan 2010 Cuma

the unforgiven*

belki ilk dinlediğim zamanlarla filme dair konuştuğumuz zamanların neredeyse aynı olması, belki de isim benzerliği yüzünden tuhaf bir biçimde filmi ilk kez izlediğim doksan üç yılından bir kopyasını edinerek yeniden izlediğim iki binlerin başına kadar william munny'nin ned'in ölümünü öğrendiğinde içki şişesini kafasına dikişi ile barın önünde bir tabutun içinde yatan ned'in görüntüsü arasındaki sahneler boyunca fonda hep bu parça çalıyor sanırdım.

ama öyle değildir.

the unforgiven demişken, james hetfield ve kirk hammett abilere ayıp olmayacağını bilsem apocalyptica yorumunun daha güzel olduğunu söylerdim.

ama asıl korkum bu beğenime kızıp rüyalarımda the memory remains'ın ilk kısmını üst üste çalıp durmaları.


*: metallica, the unforgiven

o sahne: unforgiven (1992)

sinema tarihi 'yönetmen' eastwood' un 'oyuncu' olan adına günah çıkartma seanslarından biri daha olan bu filmden kovboy filmlerindeki bütün mitleri yıkıp deyim yerindeyse kovboy imajını alt üst eden film olarak bahseder.

film aynı zamanda kısmeti açık, alımlı kızının zalim bir adam olan katil ve soyguncu william munny ile neden evlendiğini merak eden bir anneye cevap niteliği de taşır. evlendikten sonra kirli geçmişini unutan hatta içkiyi bile bırakan william munny, eşini kaybettikten sonra iki çocuğuyla ve çiftlik işleriyle oyalanarak yaşayıp giderken, biraz da normal şartlarda adalet bulamayacak bir fahişe için silahını yeniden eline alır: başarısız bir cinsel tecrübenin suçunu beraber olduğu kadının üzerine atan ve kadının yüzünü parçalayan bir kovboyun ölmesi için aralarında para toplayan kadınların kiralık katil arzusuna 'evet' der.

o sahneden önce 'iş' bitmiş, kovboy ölmüştür. kadınlardan biri de hak edilen ödülü vermek için kasabanın dışına, william munny ve schofield kid' in yanına gelmiştir. kadından şerif little bill' in arkadaşı ned' i öldürüldüğünü öğrenen william munny tövbesini, ölen karısına verdiği sözü unutarak schofield kid' in elindeki içki şişesini alıp kafasına diker.

peşi sıra atını o sahneye sürer:

(karanlık ve yağmur... önünde ned' in tabutunun durduğu barda şerif little bill kasabalılara hava atmaktadır. çünkü kiralık katillerden biri öldürülmüş, arkadaşının intikamını almak isteyen fahişelere de göz dağı verilmiştir. o halde herkes şeriflik bütçesinden birer içki içebilir. hatta takibe katılıp ned' i yakalayan gruptakiler ikişer tane. tam o sırada bara sessizlik çöker çünkü william munny içerdedir. uzun süren bu sessizliği bozarak sorar)
-who owns this shithole?
(bir yanıt almayınca gözüne en çok çarpan adamı muhatap alır)
-fat man. speak up.
(nihayet barmen kıyafetli biri konuşur)
-i own this establishment. i bought it from greely for a thousand dollars.
(munny sadece o adamı istiyordur)
-clear out of there.
(munny' nin niyetini anlayan little bill 'yapma' diyerek engel olmak ister ama artık çok geçtir)
-sir, you are a cowardly son-of-a-bitch! you just shot an unarmed man.
-he should've armed himself if he's going to decorate his saloon with my friend.

ve aklınızdan dostlarınız geçer. nereden olduğunu hatırlayamadığınız bir cümleyle beraber: fark etmez bir dostluk için dostluğun konusu...

*serbest çeviri:
-kim bu bok çukurunun sahibi?
-sen şişko! söyle.
-buranın sahibi benim. greely' den bin dolara devraldım.
-açılın.
-dur!
...
-pislik bir adamsın bayım! silahsız bir adamı vurdun.
-arkadaşımın cesediyle barını süsleyen birisi silahsız dolaşmamalıydı.

13 Nisan 2010 Salı

polo yaka

bu sabah bir asansör aynasında kendimle karşılaştım.

ve aklıma, "sanırım yaşlanıyorum. çünkü ne zaman kendime tşört alacak olsam, elim yuvarlak ya da v-yaka tşörtler yerine polo yaka olanlara gidiyor," diyen arkadaşım geldi. (evet, gri..)

sanki saçımdaki beyazlar artmış gibi..

12 Nisan 2010 Pazartesi

giordano bruno

ortaçağ avrupasının karanlığı aydınlansın diye engizisyonun büyük ateşinde yanmayı göze alan, avrupaya 'sonsuz evren' i müjdeleyen, gerçeği arayan büyük insan değil.

çok sevdiğim cennetin dibi' ni tamamlayan ve 'papanın cennetine inanmayanlara. giordano brunonun anısına' ithafıyla söze başlayan gündüz vassaf' ın ölmez eseri cehenneme övgü' de..

ve yatılı okul günlerinin yalnızlığında kendisine bir kahraman arayan orta son öğrencisi bir çocuğun bir süreliğine de olsa yatakhaneden ve etüd odasından uzaklara gitmesini sağlayan jorge a.livraga rizzi imzalı 'simyacı -özgürlüğü öldüren engizisyon-' adındaki kitap da değil...

şöyle bir göz atıp kurtulmayı planladığım dergi yığını arasından çikan kasım iki bin sekiz tarihli the new york review of books' taki 'giardano bruno: philosopher/ heretic' adlı kitabın eleştirisi 'but they burned giordano bruno!' adındaki yazıyı süsleyen fotoğraf yüzünden yazıyorum; bronz bir heykelin fotoğrafı.

kusursuz bir fotoğraf. ışık, arka plan, heykelin fotoğrafa konu olan kısmının fotoğraf içindeki oranı.ışık ve gölgenin oyunu...

gabriel bouys' un bu 'kusursuz' fotoğrafı ettore ferrari adındaki heykeltraşın on dokuzuncu yüzyıl sonunda yaptığı ve şu an roma'da giardano bruno' nun yakılarak öldürüldüğü campo de' fiori deki bronz heykelini konu alıyor.

fotoğrafa internetten ulaşamadım ama aralarında bu heykelin de bulunduğu ettore ferrari imzalı işler burada var.

9 Nisan 2010 Cuma

bir masada iki kişi: otuz saniye

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- yaklaşık otuz saniye.

- bağışla ama anlamadım. otuz saniye olan ne?

- elimi tuttuğun ilk andan elimi bırakıp pencereden dışarıya, çok uzaklara bakmaya başladığın ana kadar geçen süre.

- sürenin önemli olduğunu düşünmemiştim.

- yapma. ikimizde biliyoruz.

- neyi?

- otuz saniyede buradan çıktık, beni eve bıraktın. belki içeri girdin ve bir şeyler ikram ettim sana. belki bir öpücük, kaçamak bir dokunuş. birbirimizi sık arar olduk, hatta evliliğe dönüşen ya da dönüşmeyen bir ilişkimiz oldu. ama bir şey oldu sonra. çok yukarılardan bir cam vazo düştü, tepeden bir çığ yuvarlanmaya başladı. kaldıramadık ve her şey bitti. daha buradan çıkmadık ama sen her şeyi otuz saniyede yaşayıp bitirdin.

*

yanılıyordu, otuz saniyeden fazla sürdü: iki yıl sekiz ay yirmi bir gün ve yaklaşık on saat... bir sabah havaalanında oturmuş onu new york'a götürecek uçağın kalkmasını beklerken, telefonunu kapatmadan önce attığı son bir mesaj geldi: sadece şehir değil, bütün coğrafya sana emanet...

7 Nisan 2010 Çarşamba

itham

zaman zaman bazı kelimeler fonetik yapıları ya da anlamları yüzünden benim olur: veba, uçurum, biteviye, nihayet, atalet, meftun, ihtiva etmek, şedit...

liste uzar gider. bazan eski kelimelerimden birine yeniden yüz sürsem de bugünlerde bambaşka bir kelimeye meftunum; itham...

sanırım 'itham'ı kemal tahir'in yazdığı mike hammerları yeniden basan itaki yayınları'nın bu kitaplara uygun gördüğü arka kapak yazılarından dolayı seviyorum:

"aslından daha iyi olmakla itham edilen bu kitapları mutlaka okuyun"


notgibi: bu vesileyle 'bence modern türk edebiyatının en iyi üç romancısından biri olan kemal tahir'in yüzüncü yaşını da kutlamış olalım.

aşkın önsözü ayrılık

yedinci şarkı...

feridun düzağaç bizi ilk önce ballad of reading gaol [reading zindanı baladı]'nın açılışına* götürüyor. oradan da bir an bile elini bırakmamıza izin vermeden moon over bourbon street [bourbon sokağında mehtap] izlemeye**...


*: each man kills the thing he loves (oscar wilde)
**: i must love what i destroy, and destroy the thing i love (sting)

misafir

biri.

bu şehirden biri geçti...

sanki odanın penceresini açıp bulutsuz bir gökyüzüne bakıyormuşsunuz hissi uyandıran gözleri, serçelerin sabah cıvıltısını hatırlatır sesi, bir türlü ısınmayan elleri, en güzel gömleği, perçemini saklamak için saçına taktığı tokaya konmuş kelebekle...

bir kız: 'kardan hafif adımlarıyla yürüyüp geçti hayal içinde'*

serçe çağırışımları yapan sesi değilse de o sesin anlattığı öyküler, bir fotoğrafa konu olmasa da dirseğini köprünün korkuluklarına dayayıp uzaklara bakan bir kadın görüntüsü kaldı geriye.

bir de feridun düzağaç' ın son albümü: meyil adresim sensin.

ve altı özenle çizilmiş yedinci şarkı.


*: ataol behramoğlu

1 Nisan 2010 Perşembe

nisan

"nisan en zalimidir ayların, leylakları doğurtur ölü topraktan"*



*:t.s elliot, çorak ülke

30 Mart 2010 Salı

o tarz bir şiir

mevlüt ömer: altmış beş maraş doğumlu. bir iç-ege kasabasında coğrafya öğretmeni. leylaklar, kısa kemıl, bir de okula gitmek için sabah serinliğinde yaptığı tren yolculuklarını çok seviyor. ilk şiirini, türkçe öğretmeninin "perdeleri kapatarak dünyamızı karartıyorsunuz" demesi üzerine orta üçte yazdı. büyük bir utançla yırtıp atacağı bu şiiri bilen hiçbir arkadaşıyla şu an görüşmüyor. bir sabah, trenden iner inmez yaktığı kısa kemıl daha okulun bahçe kapısına gelmeden bitince kendisine bir hâller olduğunu anladı. ardından oturup bu şiiri yazdı. o tarz bir şiir ikinci ve son şiiridir.


neo-epik tarzda bir şiir ve paha biçilemez ilk mısra
"sevgilimin çıplak omuzlarını öpmek istiyorum"
elbette biliyorum matematik birinci nedir ikinci
pe noktasındaki eğim için türev ihtimaller hesabı

farkındayım tarz dedim az önce beyaz gömlek
üzerine sevgilim istiyor diye de hırka
favorilerim bugün de aynı kalamaz mı doktor
xanax yoksa doğmadan aylar önce mi alınıyor

kalpte sızı vicdan kara yanan bellek kontratak
sevgilim öksüz karşınızda anneler yarışıyor
içinden konuşan için süremiz az önce doldu
cevap ver kontrol kulesi bugün saat kaç oldu

perde insin güneşsiz gök nasıl olsa karanlık
sevgilim oda oturdukça değil yürüdükçe çoğalıyor
yağmur ayna kırıklarına düşerken uykularda
hep aynı şarkının nakarat kısmı yankılanır sularda

26 Mart 2010 Cuma

günün sorusu: 'yok gibi'

kişi 'yok' la baş etmeye çalışırken 'gibi' nin gelip ayaklarına dolanması zalimlik değilse nedir?

itiraf

adı beraberinde zihinlere melek imgesi düşüren modern zamanların yazıcısı cam ırmağında taştan gemiler yüzdürmeden, yani böylesi bir yolculukta hem ırmağın hem de geminin incinebileceğini söylemeden önce 'şeyh' namlı 'galib' kula ateşler denizinde mumdan gemiler yüzdürmeyi öğreten bendim.

ben, bir martının gölgesinde biteviye yüzüp duran kağıt gemilerin kaptan-ı derya paşası...

bir ilkokul atlasında gemilerim yandığında cenevizden dönüyordum, elimde mektuplar. ilkokul üçüncü sınıftaydım o zaman. işlenmiyordu büyük deftere az önce bitirdiğim günün hikayesi. ve henüz yalnızlıktan korkmuyordum. belki de bilmiyordum korkmayı.

dedim ya, ilkokul üçüncü sınıftaydım ve en çok babama inanırdım. bir de eve dönmeye.

bir akşam üstü kaldırım kenarında tek başıma otururken anlayıverdim; çok fazla çocuktum, çok büyüktü caddeler. ve karşıdan karşıya bir eli tutmadan geçmek daha icat edilmemişti.