31 Aralık 2015 Perşembe

yalnızca mutsuzlar yeni yılı kutlar

"yeni yıl" değil aslında. sadece duvarlardaki takvimlerin değişmesi.

yoksa, yıl eylülde başlar, yine orada biter. ilkokul birinci sınıf gözlerimize, o sınıfların duvarındaki mevsim şeridine inanmayacaksak kime inanacağız.

pardon!.. mutsuzlar demiştim değil mi? mutlu insan neyin farkındadır ki geçen zamanın, değişen yılın farkında olsun? belki, "mesut insanlar fotoğrafhanesi" camekanında yeri daha ortada olabilirdi.

ama mutsuz için öyle mi? yeni yaşında, müdürlük sınavını kazanınca, yazları sıcak ve kurak, kışları serin ve yağışlı deniz kenarı kasabasına taşınınca, mavi gömleğini giyince, karşısına çıkan ilk otomobilin plakası tek sayı olursa, radyoda o şarkı çalarsa bir sihirbaz parmağını şıklatmış, bir el alnına dokunmuş gibi evrende bir kırılma olacak, her şey değişecek, akış tersine, o geriye dönecek.

o yüzden yeni yılın gelişi, takvimlerin değişmesi önemli. çünkü mutsuz çok.

ve yeni yılda bir sihirbaz parmağını şıklatacak, bir el alnımıza dokunacak, o geriye dönecek.

29 Aralık 2015 Salı

göreceli güzellik

hiç şüphesiz her çağın kendine has bir ruhu, bir güzellik anlayışı var. bırakın yüz yıl öncesini, on yıl öncesinin ruhu bugünden başka, güzeli bugün artık güzel değil.

ama değişmeyen bir şey var:  "güzellik göreceli mi?" sorusu. bu soru, değişip duran güzellik anlayışına karşılık sadece on yıl önceki değil yüz yıl önceki yerinde mevziini terk etmeden duruyor.

istisnasız güzellik (kitapların mutlak güzellik dediği şey) söz konusu olduğunda bu sorunun cevabı, hiç tartışmasız, "hayır". tıpkı, türkan şoray'ın estetik görmemiş hâli gibi herkesin iman ettiği bir güzelliktir. ister sarışın ister esmer sevin, isterseniz yüzünde çiller uçuşan kızıllar, "bu kadar" bir çift gözü gölgeleyen upuzun kirpiklere, kalemle çizilmiş kaşlara, nar suyuna banıp çıkarılmış dudaklara, çıkık elmacık kemiklerine kayıtsız kalamazsınız.

bir de "tip" dediğimiz olay var. yani duygu ve düşüncelerimizin etkisiyle muhatabımızı "güzel" bulduğumuz durumlar. başka bir deyişle güzelliğin göreceli, cevabın "evet" olduğu durumlar. mesela, anneme göre bir kadının güzel olması için renkli gözlü ve beyaz tenli olması yeterlidir.

ben mi? dünyanın az önce ağlamış, yüzünü yıkayıp gelmiş ya da yağmurda ıslanmış bütün kadınlarına aşığım ben. ki onların kirpikleri ıslanmış, bir kaç tel saçı yanağına yapışmıştır.

24 Aralık 2015 Perşembe

okumak

* socrates -dergi olan değil. gelmiş geçmiş en yakışıklı futbolcu olan da değil- söylüyor:

"okumak güçtür; alışkanlıklara karşı durmayı gerektirir. dibi görünmeyen bir kuyuya düşmek yükseklikten ürkenlerin işidir gerçekte. okuyan bu gerçeğin ayırdında oldukça yencecik bir tüy gibi süzülür kuyudan içeriye. giz ya da düz, yazının görselliğini kırabilen okuduğunu anlar. anladığı algıladığıdır ki gerçeğin anlaşılamazlığıdır. sözcükler yazıldıklarında gerçek olmaktan çıkarlar. o yüzden yazılar çok anlamlıdır. yazan ve okuyan anlamda anlaşamadıkça yazılan okunsa da anlam yok kalacaktır."

21 Aralık 2015 Pazartesi

bilmiyorum diyebilmek

öğrenmek biraz zaman aldı belki ama sahip olduğumu sandığım -çünkü, insan en çok kendine meçhul. hâlâ ve daima.- ve sevdiğim özelliklerden biri de "bilmiyorum" diyebilmek.

tıpkı örnekte olduğu gibi.

*

- beni seviyor musun?

- evet.

- sonsuza kadar sevecek misin?

- bilmiyorum.

- benimle evlenecek misin?

- asla.

19 Aralık 2015 Cumartesi

night lights*

cazın devleri miles davis, john coltrane, "bird" charlie parker, ve hatta chet baker dururken en sevdiği cazcı gerry mulligan olan bir adamın müzik zevkine güvenir misiniz bilmem ama bu şarkıyı dinleyin derim. üstelik en sevdiğim caz parçasıdır.

mümkünse karanlıkta dinleyin. saat fark etmez. ama şehrin sesi azalmış, geriye sadece ışıkları kalmış olsun. ve gözlerini yıldızlar ışıldayan bir tavana açan, bir yandan yanında uzanan minik bedenin efes alışını dinleyen bir adam hayal edin. adam beyaz gömleği ve siyah kumaş pantolonuyla sessizce yataktan çıksın, çıplak ayaklarıyla geniş bir salonu aşıp tülsüz, perdesiz bir pencere kenarına gelsin. sigarasından ilk nefesi çektiğinde görünmez bir orkestra parçayı icra etmeye başlasın. adamın elinde sigara, camın ardında uzak evlerin ışıkları...

ben mi? hayatım boyunca ağzıma sigara sürmedim.

* gerry mulligan, night lights

17 Aralık 2015 Perşembe

"and a little rain/ never hurt no one"

ya da "biraz yağmur hiç kimseyi incitmez".

ya da "bir blogırın twitterla imtihanı".

*

burası bir çeşit taşra olduğu için her dergiye ya da fanzine ulaşmak mümkün değil. genç şiiri ve şairleri hem önemsediğim hem merak ettiğim için twiterda günümüz şiiri başlıklı sayfayı takibe aldım ve kurcalamaya başladım.

ve kemal sayar'ın hanesine yazılmış, "biraz yağmur hiç kimseyi incitmez" dizesini görünce de hemen itiraz ettim. rüknettin'in kalbi için kehanetler şiiri on beşinci babta "biraz yağmur kimseyi incitmez" olarak yer alan bu mısra, sonraki baskılarını bilemem ama şiirin içinde bulunduğu iki güneş arasında'nın ilk baskısında "tek" tırnak içinde yer alır.

tom waits'i dinleyen, üzerine yazan ve konuşan, muhtemelen bone machine(1992) albümündeki a little rain (for clyde) adlı şarkıdan haberdar olan kemal sayar, o nefis ifadeyi şiirine almış, kendisinin ya da dizgicinin ihmali sonucu her alıntı gibi "çifter çifter" olması gereken tırnaklar, "teker teker" olmuştur.

kitabı okumadım ama kemal sayar aynı dizeyi bir kitabına da isim yapmış.

bilgi kirliliğinden muzdarip bu iletişimsizlik çağında gerisini tahmin etmek zor değil.

*

(bundan sonrası vnf.nin adına yaraşır hareket etmesi ve söylenmedik söz kalmasın demesinden başka bir şey değildir.)

kemal sayar'ı hızır ve roza'dan bu yana bilirim. peşi sıra bir çocuk şapşallığıyla, "gözleriniz madam. gözlerinize bakıyorum da sanki bir yangın yeri. yüzünüz talan edilmiş bir imparatorluktan kalmış gibi,"* diyebilmek için nasıl da aşık olmak istemiştim anlatamam.

o sıralar genç şairleri daha çok önemsiyordum. bir gün yazabileceğime inanıyor, onların varlığından cesaret buluyordum galiba. izlenim ve dergâh dergilerinde yazı ve şiirlerine denk geldiğimi, hatta tom waits'i izlenim dergisinde korsan yayın'dan çıkan bir yağmur köpeği - tom waits kitabını anlatan yazısı üzerine tanıdığımı çok iyi hatırlıyorum. ve öykücü'nün iki güneş arasında'yı bin dokuz yüz doksan beş haziranında önüme fırlatışını... ki aldığım en güzel hediyelerden biridir.

hem o kitabı hem peşi sıra gelen otoyol uykusu'nu kaç kişiye hediye ettiğimi hatırlamıyorum bile. ama kemal sayar'ın yavaş yavaş büyüyen unvanlarını ve benim için son şiir kitabı olan ricat'ı iyi hatırlıyorum. kitabın sadece, "arkadaşlar burada buluştu ve kucaklaştı/ sonra her biri kendi yanlışı peşi sıra gitti" diyen iki dizesine tahammül edebilmiştim. o da, w.h. auden'dan alıntıydı.

ve her şey defteri-iki'ye, "kitabın adı isabet olmuş, şiirindeki gerilemeye işaret ediyor. bundan böyle şiir yazmayı bırakır ve hastalarından devşirdiği hikâyelerden kitaplar inşa eder." yazmıştım.

belki on yıldan fazla bir süredir yeni şiirini okumadım ama mesleki tecrübelerini yazıya döktüğü deneme kitaplarını, televizyon programları ve konuşmalarını kıymetli buluyorum.

*

hem suskunluğundan hem konuşkanlığından hayata dair çok öğrendiğim mesai arkadaşım şükrü bey şairlerin ilk kitaplarına duyduğum ilgiyi öğrenince elindeki taşrada çıkan-çıkmış edebiyat dergilerini bana hediye etmiş ve böylece dünyanın en güzel edebiyat dergisi ikindiyazıları'yla tanışmıştım.

ama beni en çok mutlu eden, tükçe'deki en güzel nehir şiirlerden olan rüknettin'in kalbi için kehanetler'in yedinci bab ile on dördüncü bab arası sekiz bölümüne kasım-doksan iki sayısında rastlamak olmuştu. bir de türkçe edebiyatın göğünden sessizce geçip giden abdüssamed köse var ki başlı başına bir konudur ve kemal sayar'ın ilkyaz sessizliği şiirini ithaf ettiği abdüssamed muhtemelen odur.


*:sonsuza dek sophie (ve bir not da bu metin için. internette şiir deniliyor ve şiir formatında paylaşılıp duruyor ama kendisi metindir. olsa olsa "düz-şiir"dir.)

15 Aralık 2015 Salı

mustafa kutlu

dergâh'ın üç yüz on numaralı aralık sayısını gördünüz mü? mustafa kutlu, kısacık bir mektupla yirmi beş yılın ardından derginin 'yazı işleri' görevini ali ayçil'e devrettiğini açıkladı.

demek ki büyüdük. artık yaşlanabilirim. bir gün dergâh'ın kapısını çalıp bir çayını içme, elini öpme hayali ise yerli yerinde.

*

erzincanlı. atatürk üniversitesi'nden mezun. hocaların hocası orhan okay hoca'nın öğrencilerinden. "hareket"li yılların peşi sıra kısa süren öğretmenlik macerası ve sonu "dergâh"a çıkan yayıncılık yılları. bir yandan da yazıyor, hem de ne güzel yazıyor.

bir modern zaman dervişi. bu, "hareket"li yıllardan sonra vardığı "dergâh"ın her şeyi olmasından belli. sadece yazarlığı değil, edebi manada sezgisi de güçlüydü. nazan bekiroğlu'nun şiir yerine öyküde karar kılmasında, süleyman çobanoğlu, hakan arslanbenzer ve ibrahim tenekeci üzerindeki etkisi büyüktü.

sabahattin ali etkisindeki ilk dönem hikâyeleri sır'la yeni döneme girer: sosyal gerçekçi bakıştan manevi olan geçer bir manada. uzun hikâye ise romanla öykü arası bir türe konukluktur. yazan aynı güzel adam olduktan sonra ne fark eder ki? fenerbahçe bile yazsa okurum. ki, yazdı.

belki atladığım yazıları olmuştur ama bütün kitaplarını okudum. bahse değmez hayatımda gurur duyduğum işlerimden biridir bu. son dönem kitaplarının okuru olsam da, beni ona asıl bağlayan dergâh'ın arka kapağında okuduğum, "güzel bir gün nasıl olur?"u anlattığı deneme ile mücahit babasının savaştan dönmesini bekleyen küçük çocuğun hikâyesidir. mahzun mücahit soğuk bir kış günü halk kütüphanesinin arşivinden çıkarıp sobadan uzak bir köşede okuduğum dergilerin birindeydi. ve çok ağlamıştım.

yeni şafak'ın yeni şafak, kanalyedi'nin kanalyedi olduğu zamanlarda spor yazıp sinemadan konuşurken de, istanbul'un gözden ırak düşen yerlerini gönlümüze bağlarken de güzeldi.

ama uzun hikâye ile başlattığı ve her yıl ramazanla gelen, romana göz kırpan ama hikayeciliğinin tadından taviz vermeyen "uzun hikâye"leridir asıl beni benden eden.

onu okurken kalbimizin üzerinde bir ağırlık, yüzümüzde bir tebessüm, daima ikisi bir arada olur. yalın bir dil, sade bir işçilikle bu coğrafyanın öykülerini anlatır. değerlerine düşkün her yazar gibi anlattıkları bizden, konuları tanıdık. zamanın bir parçasına tutunmamızı sağlayan, toplum olarak nereden nereye geldiğimizi ve yakın zamanların bizden neleri alıp götürdüğünü anlatan dipnotlar.

biraz da çocukluğumun kemalettin tuğcu'su; yokluğun acısını bizlerle paylaşıp güzel günlere inanmamızı sağlayan.

fenerbahçeli. hacı. ressamlığı da var.

ve kitaplarından en çok yoksulluk içimizde'yi seviyor.

*

allah uzun ömür versin kendisine. ve sağlık. hayalim gerçek olmadı belki ama değişti. her ne kadar, yol arkadaşı ezel erverdi, "yayınevindeki masası, köşesi hep duracak, istediği zaman gelecek," dese de, şimdi o bir bardak çayı, bir yaz günü denizi gören rüzgarlı bir çay bahçesinde içmek istiyorum. yanımızda ercan kesal'da olsun. hatta, henüz tanışmamışlarsa o tanışıklığa ben vesile olayım.

12 Aralık 2015 Cumartesi

günün sorusu: kurumak

aşk ırmağının kaderi, ne kadar güçlü ve coşkulu olursa olsun alışkanlıkların karanlık çölünde kuruyup gitmek midir?

9 Aralık 2015 Çarşamba

bir masada iki kişi: antrenman

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- ben seni üzerim.

- sorun değil. antrenmanlıyım ben. ayrıca, alper canıgüz okuduğunuzu fark etmedim sanmayın.

- o zaman, "ölümüm senin elinden olsun," demeliydiniz.

- çünkü, roman değil bu. hayat... üstelik ne yaşadımsa sana hazırlık olsun diye yaşadım ben. kitaplar okudum, filmler seyrettim. sınıflarda kaldım. ellerim üşüdü.

*

sonrasına içimden devam ettim: ama sen yaramaz bir ceylan idin ben henüz avcı değil iken. sadece bir köşede durmuş oyununu bitirmeni bekliyordum.

7 Aralık 2015 Pazartesi

"zaman ne de çabuk geçiyor mona."*

eskilerden, çok eskilerden bir arkadaşım. öğretmendir. bana kalırsa en iyilerinden. belki de en iyisi.

çok iyi şiir okur. hatta, sürgün ülkeden başkentler başkentine'yi, köşe'yi değilse de mona rosa'yı bana sevdiren odur.

"yaşlanmaktan korkmuyorum ama zaman çok hızlı geçiyor," dedim sohbetimizin bir yerinde. gerçekten. istediğim tam da bu. fiziksel ve ruhsal olarak mevcut hızla yaşlanmaya itirazım yok. benim istediğim çocukların daha yavaş büyümesi, büyüklerle daha uzun zaman geçirebilmek.

cevap vermeden önce kendi kendine bir şey söyledi. ama ben de duydum: zaman ne de çabuk geçiyor mona.

"en son ne zaman okudun," diye sordum. "daha yeni okudum," dedi ve devam etti: hatta öğrencilere de okuyorum bazan. ama hiçbiri bilmiyor mona rosa'yı. öyle olunca kendimi tutamıyorum ve "siz birbirinize nasıl aşık oluyorsunuz? bu şiiri bilmeyen adam aşık olabilir mi?" diye kızıyorum onlara.


*: sezai karakoç, mona rosa

6 Aralık 2015 Pazar

gitme diye

jake lamotta, nam-ı diğer raging bull, eşinin, "bana neden vurdun?" sorusunu alışılagelenden biraz farklı yanıtlıyor:

"çünkü seni seviyordum ve gitmeni istemiyordum. seni bir tek öyle durdurabilirim sandım."

3 Aralık 2015 Perşembe

kısa kısa - on dokuz

* şarkımız yunus bülbül'den geliyor: kışlık sevgilim...

* n'aparsınız, "winter is coming".

* onu "içtikçe artan susuzluk" diye tarif ediyorum ben.

* eğitimli bir mesleğin sağladığı ya da sağlayacağı güvenceye toplum olarak düşkünlüğümüz yüzünden sevmediği işlerde çalışan mutsuz bireylerle dolu etrafımız.

* selçuk gitti, ortasından sıkılmış diş macunu kaldı yadigar.

* amele yanığı: omuz ile dirsek arasında. telefon muhafazasının izi.

* edward said'in naipaul hakkında kullandığı "durmadan kendi kendini tekrar eden bir formül haline getirilmiş zihinsel bir intihar" ifadesi biraz değiştirilerek murat menteş için de kullanılabilir: kendini tekrar eden bir formül haline getirilmiş yazınsal yetenek...

* mezartaşı yazısı: "peki elde ettin mi bu hayattan istediklerini yine de / ettim. / peki ne istemiştin? / sevilen biri oldum diyebilmek, / sevildiğimi hissedebilmek yeryüzünde."

* kimin olacak? raymond carver'ın.

* "ben çok yoruldum. sanırım, artık eve döneceğim." diyen forrest gump gibi.

* sehven "sehven" yerine "sevhen" yazıyormuşum yıllardır. telefonun kelime tamamlayıcısı sayesinde öğrendim. teşekkürler teknoloji.

* son zamanlardaki hiçbir ölüm beni ankaralı namık'ın vefatı kadar üzmedi. hayır, dinlediğim için değil. ama "kısa kısa"ların bu durumda tartışılmaz bir etkisi var.

* internetin derinliklerinde karşıma çıkan ve kimden olduğunu bilmediğim ama altına imzamı rahatlıkla atabileceğim bir paragraf: "gereksiz ihtiyaçlardan oluşan koca bir dağ yarattık. bir şeyler satın alıyoruz sonra çöpe atıyoruz. aslında boşa harcadığımız şey hayatlarımız. bir şeyler satın aldığımda veya siz aldığınızda ödemeyi parayla yapmıyoruz. ödemeyi yaşamımızdan, para kazanmak için harcadığımız zamanla yapıyoruz. aradaki fark ise şu hayatı satın alamazsınız, hayat geçip gider."

* tam burada araya bir reklam almak isterim. darüşşafaka için: olmasa da olur.

* amerika açık yani us open başlamadan önce dört tane soru sormuştum. dördünün cevabı da "hayır".

* çoluk çocukla muhatap olmuyorum.

* gerçekten. üstelik bunun muhatabımın yaşıyla bir ilgisi yok.

* us open'da erkekler ayağını, finalde "iyi aile çocuğu" federer ve "arthur ashe seyircisi"ni üç-bir'le geçen "küstah sırp" djokovic kazandı. finali izleyen seyircinin federer'e desteği muazzamdı. bunun,-söz gelimi wimbledon'da heather watson'a verilen destek- ile karıştırılmaması gerektiğini mert ertunga güzel yazdı.

* aynı ikili, londra'da yapılan sezon sonu turnuvası'nın finalinde bir defa daha karşılaştı. federer rakibini grup aşamasında yense de final maçından galip çıkarak unvanını koruyan djokoviç oldu.

* us open kadınlar ayağını takip edenler, bu yüz yılın en büyük tenis sürprizine şahit oldular. çünkü herkes serana williams'ın belki de en çok sevdiği turnuva olan us open'da elini kolunu sallayarak şampiyon olmasını ve grand slam yapmasını bekliyordu ama olmadı. üstelik finali sürpriz iki isim, veteran(!) italyan tenisçiler flavia pennetta ile roberta vinci oynadı. dünya sıralamasında yirmi altıncı olan pennetta kırk üçüncü sıradaki rakibini iki-sıfırla geçip ilk grand slam zaferine ulaştı. ve ödül töreninde, aktif tenis kariyerini sezon sonunda noktalayacağını söyleyerek selçuk'un kalbini kırdı.

* singapur'da düzenlenen ve serena williams'ın sakatlığı yüzünden katılmadığı sezon sonu turnuvasını ise petra kivitova'yı iki-birle geçen agnieszka radwanska kazandı.

* bir boşluğu doldurma çabasında eylem de eylemsizlik kadar sonuçsuz kalabilir. ya da tam tersi. eylemsizlik eylemin bizzat kendisi olabilir.

* "kurmak bize düştü, bu kalbi sökülmüş çağı. (osman sarı)"

* baharı saklayamayız ama doya doya yaşayabiliriz, diyenler var.

* "niye hep çok önemli bir şey varmış gibi geliyor da bana, sonradan hiçbir şey olmuyor? neden kalbim ağrımaya başlıyor? (andrey platonov, can)"

* bir kız ve bir oğlu var ve adları leyla ve yûsuf değil. sırf bu yüzden cehennemde yanacaksınız.

* çocuklarınız için tuttuğunuz defterlerin adının yûsuf defteri ve leyla defteri olduğunu bir düşünsenize. muhteşem...

* sevgili ibrahim tenekeci köşe yazılarının birinde hasan ali yücel'den alıntılıyor: "ahlak, bencilliğin bittiği yerden başlar. hayat bilânçosunu kendinden başkasını hesaba katmaksızın yapmış olanlarda ahlak hanesi aranmamalıdır."

* ve bir de hatırlatma yapıyor: göz, kendiden başka herkesi görürmüş.

* bir bloggerın twitterla imtihanı: takımdan ayrı düz koşu...

2 Aralık 2015 Çarşamba

kar

"ellerine bakma artık
 çünkü kar yağıyor
 çılgın hüzünlü"*

*: turgut uyar, çılgın-hüzünlü

30 Kasım 2015 Pazartesi

dostoyevski ve kasım

kasım gelip geçti. tıpkı, şu geldi de geçti hayatlarımız gibi.

kasım ki, karşısında, "dostoyevski okunmadan geçilemeyen günler" yazar bazı sözlüklerde. hemen yanındaki boşluğa düşülmüş bir notla beraber: "kasım günleri ne kadarcıktır ki zaten."

*

annemin, bin dokuz yüz seksen eylülünde bir akşam üzeri, güneş berlinli evlerin çatılarını tutuşturmaya başlarken trenden inişini hilal'e anlattığımda, "tıpkı dostoyevski kahramanları gibi," demişti. peşi sıra, "dosto ne? o da kim? dostoyevski mi?" benzeri sorularla cehaletim ortalığa saçılmasın diye de üzerinden hiçbir zaman eksik olmayan zarafetiyle devam etti: "on dokuzuncu yüzyılda yaşamış bir rus yazar. hatta en sevdiğim yazardır. yazdıklarıyla insana ayna tutar. insan ruhunu onun aynasında seyretmeye bayılırım. kahramanları, bir seferden zaferle dönseler bile o zaferi ne yapacağını bilemeyen, her şeylerini kaybettikleri anlarda ise yaslanacak bir gurur sebebi inşa ederek ayakta duran insanlardır."

28 Kasım 2015 Cumartesi

bir adam

nefes nefeseydi. anahtarı kilide sokup iki defa çevirdi. eğildi, elindeki zarfları dişlerinin arasına sıkıştırıp koşu ayakkabılarının bağcıklarını çözdü. ayakkabıları sol, anahtarı sağ eline alıp salona yürüdü.

bir kaç adım sonra anahtarı sağ duvara yaslanmış etajerin üzerine fırlattı. zarfları da ağzından alıp etajerin üzerine koydu. küçüklü büyüklü bir kaç zarf. bir de zarfa gerek duymamış bir kartpostal.

sonra etajerin üzerindeki boş vazoyu fark etti. daha doğrusu uzun zamandır çiçek almadığını. sarı güller geçti aklından. şehzadeler ölünce genç kadınların mezarına koyduğu sarı güller. minik pembe açmaya yazgılı olanlar bir de.

ayakkabıları balkona bıraktı. gelmişken rüzgar montunu çıkartıp havalanması için astı. peşi sıra tişörtü de. üç tane yeşil mandal yetti. balkonu denize karşıymış gibi olduğu için şükretti. soğuktu. bunu bedeninde hissetmeyi bir defa daha sevdi. bu duyumsama dirim demekti. yaşamaya dair bir çeşit onay. üşüyorum öyleyse varım. olmayan nasıl üşüsün ki?

mutfağa yürüdü. mutfak dolabından kahve kutusunu ve filtre işlevi gören kağıtlardan bir tanesini aldı. acele etmeden kağıdı kahve makinesine yerleştirdi. kutunun içindeki kaşıkla kahve, her zamanki markadan su. düğmeyi 'sıfır'dan 'bir'e getirdi. "neden sıfır ve bir?" sorusuna bu defa cevaplardan "bilgisayar çağı"nı seçti.

duş başlığından hırsla boşalan sıcak su suratına çarpınca başını eğip avuçlarını duvara, duş kolonunun iki yanına yasladı. ağlamışsa da bilmiyorum. ağladığını kendisi bile anlayamazdı.

sonra traş. sonra temiz kıyafetler. evde bildik bir koku: kahve kokusu.

gri yassı tabaklardan birine konulan terkibinde üzüm kurusu da olan bisküviler ve on dört yıl önce sevgilisinin hediye ettiği unicef reklamı yapan fincanla kahve makinesinin başına gitti. bisküvilerden biri tarih olmuştu bile.

kahvesini ve bisküvi tabağını alıp çalışma masasına oturdu. bilgisayarı açtı. sanki önüne bir defter çeker gibiydi. sayfanın en başına "bir adam" yazdı.

27 Kasım 2015 Cuma

yalan

"tarihin öğrettiği en acı derslerden biri; eğer yeterince uzun bir süre yalanlarla bir şeye inandırılmışsak, asıl gerçeğin kanıtlarını reddetmeye yatkınlaşırız. artık doğru olanı bulmakla ilgilenmeyiz. yalan bizi eline geçirmiştir. bunu kendimize itiraf etmek fazlasıyla acı verici olacaktır."*


*: carl sagan

24 Kasım 2015 Salı

puzzle

kahvehanede oturmuş semih abi'nin evden izin alıp gelmesini bekliyoruz. bir yandan da çay içip sohbetleşiyoruz.

ama ihtiyar bu çaydan sonra kalkacak. yeni sevgilisiyle buluşacakmış. gitmeden önce fırsat bu fırsat diyerek nisa tayfası hakkında atıp tutmaya başlamıştı ki, bizim penyeci kenan mem.'e, sonunda soru işareti olmayan bir soru sordu: bu ara internete çok takılıyormuşsun.

en başından beri olaydan haberdar olduğum ve mem.'e bir türlü söz dinletemediğim için konuyu değiştirmesine fırsat bırakmadan mevzunun üzerine gittim. "puzzle gibi kız abi. elimizde bir fotoğraftan kesip biçtiği sağ eli ve bilkent center'daki bowling salonunun halısı üzerindeki iki ayağı var. hepsi bu."

kenan da yılların verdiği tecrübeyle, "danadır o zaman o kız," dedi. bu arada tecrübe derken, benim şahit olduğum tek tecrübesi annesinin zoruyla zonguldak'ta yaşayan uzaktan akraba bir kızla telefonda konuşmak olan bir adamdan bahsediyoruz. "valla," dedi mem., "fakir olduğunu biliyorum ama danalık konusunu bilmiyorum, sadece önsezilerim var."

hemen atladım: "bir de ayak bilekleri kütük gibi."

uzun lafın kısası, o akşam ihtiyar, kenan, ben bir olduk, mem.'i o işten vaz geçirdik. zaten olmazdı o iş. etraftaki kızlar çoktan evlenip, çoluk çocuğa karıştığı için, sana şunu yapalım, muhabbeti de olmadı.

tam mevzu bana döndü dönecek ecevit geldi. selam sabah faslından sonra, "zaten dün gece çok içmişim bu gece rakı içesim yok," dedi. birazdan mesaj atıp, "bana izin çıkmadı. beni beklemeyin," diyecek olan semih abi'yi beklemeden oyuna başladık.

22 Kasım 2015 Pazar

saklambaç - iki

vnf. bir sonraki paragrafla başlayacak metnin bu yazıyla birlikte alınmasını tavsiye eder.

*

nabokov adını kahramanından alan romanı pnin'de "yaşlı pnin"e zalimce çocukluğundaki doğum günü partilerini hatırlatıyor:

demirbaş altı çocuk konuk, sıkan pabuçlar, zonklayan şakaklar ve bütün oyunlar oynanıp da afacan bir kuzen yeni, güzel oyuncakları hoyratça, aptalca kurcalamaya başlayınca üstüne çöken o ağır, mutsuz, sıkıcı daralma duygusu; uzun sürmüş bir saklambaç sırasında, bir saatlik tedirgin saklanmadan sonra hizmetçinin odasındaki karanlık, boğucu giysi dolabından fırladığında, bütün oyun arkadaşlarının evlerine dağılmış olduğunu gördüğünde, kulaklarındaki yalnızlık vınıltısını da hatırladı.

20 Kasım 2015 Cuma

yakacak

nabokov, "aşk mektupları elbette yakılmalı, geçmiş en soylu yakacaktır" derken, en çok hangi zamandan ve nereden, dahası kimden olduğunu bile hatırlamadığımız deniz kabukları, cam misketler, kurumuş gülleri işaret etmiş olmalı.

17 Kasım 2015 Salı

tehlikeli şiirler: yirmi iki

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla.
mum alevi ile oynayan kedinin öyküsü* mesela...
"bir mum yanıyordu bir evin bir odasında
o evde bir de kedi vardı.
geceler indiğinde kendi havasında
mum yanar, kedi de oynardı.

mumun yandığı gecelerden birinde
kedi oyunlarına daldı.
oyun arayan gözlerinde
mumun alevi yandı,
baktı,
mumun titrek alevinde
oyuna çağıran bir hava vardı.

oyunlarını büyüten kedi büyüdü
kendi türünde çocukcasına,
döndü dolaştı, yavaş yavaş yürüdü
geldi mumun yanına, oyuncakcasına.
bir baktı, bir daha, bir daha baktı
mumun alevinin dalgalanmasına
uzandı bir el attı.
bıyıklarını yaktırmadan anlamayacaktı..
ilk kez gördüğü mumun yakmasına
inanmayacaktı.

kedi, oyunlarında büyüyordu,
mum, üşüyordu yanmalarında.
zaman ikili yürüyordu
aralarında.
bir ayrışım görünüyordu
birinin yanmalarında
öbürünün oynamalarında.

kedi oyunlarında büyüyordu,
yitirerek gitgide oyunlarını.
mum küçülüyordu yanmalarında,
yitirerek gitgide yakmalarını.

oynarken büyüyen kedi yanacak,
aydınlatırken küçülen mum yakacaktı.
küçülen yaka-yaka aydınlatacak,
büyüyen yana yana anlayacaktı.

bir mum yanmasından
ve bir kedi oyunundan
kaldı sonunda
bir gecenin tam ortasında
bir evin bir odasında
göz-göze susan
iki insan.

mum yandı bitti,
kedi büyüdü gitti.
oyunlar karıştı gecelerde
suskun uykusuzluklara.

o iki insandan, sonunda
birinin anılarında kedi,
birinin dalmalarında mum
kaldı gitti.

nerede bir mum yansa şimdi,
nerede oynasa bir kedi,
birbirine yansıyor, karışıyor gölgeleri..
bugün dün gibi oluyor,
dün bugün gibi.
mum ellerimi tırmalıyor,
belleğimi yakıyor kedinin elleri."


*: özdemir asaf

15 Kasım 2015 Pazar

bir masada iki kişi: yürüyüş

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- sadece varlığının ne kadar kıymetli olduğunu, ne kadar özel olduğunu ve tüm bunlar için şükrettiğimi bilmeni istedim. sana yazdığımı düşünme lütfen.

- asla. kaldı ki buna cüret edebileceğini sanmam.

- cüretle, cesaretle bir alakası yok. yaşlandım artık. bir ayağım çukurda. kalmış emekliliğime iki sene. gerçi yaşı beklicem. benim derdim geline yakalanmadan üç aylığı alıp yarım kilo lokum götürmek. gerçi takma dişlere yapışıyor ya olsun.

- ben yine de uyarmak isterim. buralar uzak sana. eğer bana yürüyorsan yollarda heba olursun.

- yürüsem şimdiye varmış, çayı demlemiştim.

*

"iyi cevap," dedim içimden. iyi cevap bulmak o kadar zor ki. belli etmeden "iyi cevaplar listesi"ne kaydettim.


13 Kasım 2015 Cuma

bin bir

evet, bu yazı, "ölmeden önce okumanız gereken bin bir yazıdan biri". ve sonuncusu.

gerçi yayınlandıktan hemen sonra kaldırdığım bir yazı ve her yıl eskisini silerek güncellediğim bir başka yazı var ama olsun. ben "blogspot"un tuttuğu muhasebe kayıtlarını geçerli sayıyorum.

içlerinde tek cümleden ibaret yazılar olduğu gibi bana, bu kadar şeyi nasıl ve niye yazmışım diye düşündürten uzunlukta yazılar da var. ama hiçbiri boşuna değil. hepsini de özenerek yazdım. elimden gelenin en iyisi bu dediğim anda da "yayınla"dım. elbette ki, kusursuz değiller. eğer bir güzelliği varsa, gören gözlere denk geldiği içindir.

geçtiğimiz eylül ayında altı yıl bitti. başlarken bu kadar uzun süre yazacağımı bilmiyordum. aslına bakarsanız bu kadar yaşayacağımı da. o dönem ulaşabildiğim bütün kitaplarını ve hakkında yazılı ne varsa okuduğum fernando pessoa'nın bu blog üzerindeki etkisini hiçbir zaman inkar etmedim. tıpkı, bu deniz feneri yalnızlığında kendi kendime konuşamadıklarımı -yoksa deli derler- buraya yazdığımı inkar etmediğim gibi.

başlangıçta üç "etiket" olacak diye plan yapmıştım: önsöz, altı çizili satırlar, o sahne... ama "bir masada iki kişi" ve "günün sorusu" adeta kendini dayattı. sonra da olaylar gelişti. düşünün; "enstantane" ve "okumadan kitap eleştirisi" diye "etiket"ler var.

okunmayı önemsedim elbette. yoksa defterlerimden çıkmazdım. ama okunurluğun "takip edenler"le alakalı olmadığını biliyorum. ben nasıl "takip edenler"e dahil olmaksızın bir çok blogu takip ediyorsam aynısının bu sayfalar için geçerli olduğunu da biliyorum. kaldı ki, sosyal medya denilen ummanda gerçek takipçi sayısının görünürdeki rakamın sekizde biri civarında olduğunu söylüyor araştırmalar.

yazdıkça yazasım geldiğini, araya mesafe girdikçe bu sayfadan uzaklaştığımı fark ettim zamanla. yine de iki bin on mayısından temmuz ayına kadar süren iki aylık boşluk dışında düzenli olarak yazdım. hatta hayatımın en büyük korkusunu yaşadığım, abime sarılıp - ki kendisi büyük teyzemin büyük oğludur-, "allah varsa buna izin vermez, abi" dediğim günlerde bile burayı otomatik pilota alıp devam ettim. çünkü, burası yaşadığımın onayı bir manada.

her "blogger"ın kaderi olan ve "taslaklar"da çürüyen yazılardan bende de var. ama hazır olanları "planlananlar"a atıp yola çıksam daha bitmeden buradan çok uzaklaşmış olurum. eksik olanlar, içime sinmeyenler olduğu gibi, ne söz söylesem az düşüncesiyle bitiremediklerim de çok. mesela, ricardo reis'in öldüğü yıl'ı iki bin on ağustosundan bu yana yazıyorum.

tam burada bir sır verebilirim galiba. bin ikinci yazı şimdiden hazır: bir masada iki kişi: yürüyüş.

sanırım bu kadar.

10 Kasım 2015 Salı

okumadan kitap eleştirisi: mücellâ

"a"nın üzerinde bir şapka. tıpkı "cânım" gibi.

rüzgâr çıksa uçacak gibi.

şu an masamda duruyor. okunacak.

*

iki bin dokuz yazı. aylak adımlarla beyazıt'tan sultan ahmet'e doğru iniyorum. tramvay hattı boyunca yürüyüp gülhane parkı'nın deniz köşesindeki çay bahçesine gitmek niyetindeyim. cihangir câmii'nin avlusundan sonra istanbul'da en çok sevdiğim yer.

adımlarım aylak, zamandan bol bir şeyim yok. türk edebiyatı vakfı'na ev sahipliği yapan binaya girdim. giriş kattaki satış bölümünde kitaplara, derginin yeni ve eski sayılarına göz atıyorum. "nazan bekiroğlu: mücellâ" uyarı-notu düşülmüş haziran sayısını adeta kaptım. param olmasaydı bile çalardım.

beşir ayvazoğlu'nun çok yerinde bir tercihle, malik aksel'in ev içlerine hapsolmuş pencere önü kadınlarını anlatan, "bir evin tenhalığında bir başına oturan genç kız"lı resimleriyle* süslediği öyküyü bazan boğazı yırtan gemileri bazan gökyüzüne asılı bulutları seyrederek üst üste bir kaç defa okudum.

lâ:sonsuzluk hecesi'nden yeni çıkmıştık. bu öykü ise hem konu hem tarz olarak başka bir dünyaya kapı aralıyordu. yazdıkları en başından bu yana postmodern anlatının sularında yol alan yazarın, ilk defa klasik anlatıya bu kadar yaklaştığını görmüştüm: orta yeri...

bu yer daha sonra nar ağacı'na giden yolun başlangıcına dönüştü.

*

gün geldi gece yarısı telefonlarında sevgilime de okudum. hikâyeyi bu defa onun aynasında seyrettim. evet, muhteşemdi. keşke o okumaları kaydedebileceğimiz teknik imkanlara ve zamana sahip olabilseydik. onun gitmesi gerekiyordu. ben de, "kal!" demedim.

*

iki yıl kadar önce mücellâ'nın romana dönüşeceğini ilk duyduğumda, "lütfen tanrım! dedikodu olsun bu," diye çok dua ettim. ama ortada bir öykü kahramanı vardı ve öyle kalmaya karşı çıkıyordu. romana dönüşmek istiyordu. kaldı ki bu işler hep böyle yürümez mi? yazarın ihaneti okura rağmen gerçekleşmez mi?

benzer bir durumu yine çok sevdiğimiz bir yazar olan haruki murakami'nin "erbabının elinde bir cinayet aletine dönüşebilecek" ebattaki romanı 1Q84 ile de yaşamıştık. murakami bu romanını, "temelde aynılar. bir çocuk, bir kızla karşılaşır. sonra ayrılırlar ve yıllarca birbirlerini ararlar. 1Q84'te sadece bu hikâyeyi biraz uzattım," dediği, on seeing the 100% perfect girl one beautiful april morning adlı öyküsünden çoğaltmamış mıydı?

*

hayır, kitabı henüz okumadım. ama okuyacağım. şu an masamda duruyor.

*

"birinci baskı yüz bin adet" mührü bir madalya gibi kapağında. twitter'daki her takipçi birer tane alsa birinci baskı kolayca biter. üstelik onlar yorulmasın, hem internet alışverişi yüzünden kargo yolu gözlemesin hem gündelik rutinleri bozulmasın diye mutfak alış verişlerini yaptıkları süper marketlerin "çok satanlar" reyonunda en az bir raf çoktan rezerve edilmiştir.

ne yalan söyleyeyim, o kısmı beni alakadar etmiyor. dergi ve gazete sayfalarındaki, ışıklı ya da ışıksız reklam tabelalarındaki abartılı reklamlar da.

ben, tıpkı eskiden olduğu gibi mücellâ bir öykü kahramanı olarak bana kalsın isterdim. roman olması için öyküye eklemlenen kişiler, gündelik ve tarihi ayrıntılarla çoğaltılmış bir öykünün onun hikâyesi olduğunu düşünmüyorum. mücellâ roman değil, bahanedir bana kalırsa. bambaşka bir roman için bahane.

okurları tarafından beğenileceğine emin olduğum kapağı ise başka bir facia. daha bakmadan ravza kızıltuğ tarafından yapıldığına emin olduğum kapak tasarımı en azından benim hikâyemden çok uzak. malik aksel resimlerinden biri bu kitaba kapak olmayacaksa başka hangi kitaba kapak olacak?

çünkü ben, şu pek de kısa sayılamayacak ömrümde, nazan bekiroğlu'nun mücellâ'sı ile malik aksel'in ev içlerine hapsolmuş pencere önü kadınlarını anlatan, "bir evin tenhalığında bir başına oturan genç kız"lı resimleri kadar birbirine uyan, birbirini tamamlayan başka iki şeye daha şahit olmadım.

*

ne diyordum? yazarın ihaneti okura rağmen gerçekleşir.

sevgilinin ihaneti ise aşka rağmen.



*: üç resim var mücellâ'ya eşlik eden: aynalar, pencere, oturan kız...

8 Kasım 2015 Pazar

manzara

saray-ı amire'yi kadıköyü'nden izlemek tıpkı bir kitabı tersinden okumak gibi.

gerçi, ona cihangir câmii'nin avlusu ya da bir kıyıdan diğerine koşan vapurlar dışında nereden bakarsanız bakın durduğunuz yer yanlıştır.


hamiş: "doğru yer"lere nazan bekiroğlu hikâyelerini de eklemezsek o liste hiç şüphesiz eksik bir liste olur.

7 Kasım 2015 Cumartesi

bir cumartesi sabahı

"cumartesi sabahları derinliği olmayan, zaman dışı gün gibi gelir bana. ne yapılabilir böyle kayıp bir günü tedavülden kaldırırken? gereksiz ayrıntıları düşünmek için güve yürümüş taşbaskı dîvân'ın naftalin ve rutubet kokan yapraklarını çeviriyorum. sayfa arasında kurumuş papatyanın ve sarmaşık yaprağının izi duruyordu. sararmış gravürde uzun bir yolculuğa çıktım. cumbadaki feraceli kadınla göz göze geldik. nefsi hoş tutan işaretleri alır ya insan işte bu, 'o' eda'dır, yani espas'tır, yani ima'dır. doğanın müktesebatını bilirsin; bilirsin ki; hiçbir şey yoktan var olmaz. yol uzun, kanaat zor. akledenlere daim kılındı dünya. akılsız, aklın ötesine gitmenin imkanı var mı?"*

*: yaşar bedri, sataşma ağan yorgun/ bir motorcunun yol notları

4 Kasım 2015 Çarşamba

uzaklar

girit dururken dubai'de balayı isteyen, isfahan ya da taşkent yerine roma, barcelona, paris'te tatil hayalleri kuran bir kızla olmaz.

1 Kasım 2015 Pazar

zorunlu açıklama

buraya ölümlerimizi ölmeye geldik biz. sadece, bazılarımızın daha çok zamanı var.

29 Ekim 2015 Perşembe

duvar yazısı

bu sabah. denize yazgılı sokakların birinde. bir okul duvarında.

nedendir bilinmez soru ekinden bir önceki sözcük yarım kalmış. belki boya bitmesi, belki bekçi düdüğü.

cümle noksan ama anlam tamam.

biraz ismail abi'yi de akla düşürüyor.

*

söylesene reis! gemiler batınca denizlerin canı yanar mı?

*

sonra mı?

sonra, uçaklarla yarışan uçurtmalar uçurdum bugün gökyüzünün mavisinde.

27 Ekim 2015 Salı

günün sorusu: mazi

kim maziyi değiştirmeden ve dönüştürmeden anlatabilir ki?

25 Ekim 2015 Pazar

kavga

s. melek yıldız, "nihayet bitti!" dediği dosyasında yer alan bu öyküsünde aşkın uğradığı duraklar ve "son-uç"tan bahsediyor.

*

raymond carver'a...

o gün büyük bir kavga ettik. mutfaktaydık.

ben gittiğimde bir yandan söyleniyor bir yandan bulaşık makinesini boşaltıyordu. üst rafı. alt rafı sabah boşaltmıştım. makine üst rafı iyi kurutmuyordu. belki bozuktu, belki bardakların, fincanların tabanında biriken suyu buhar etmek kolay değildi. alt rafı boşaltır, sonra üst rafı ileri geri hareket ettirip salladıktan sonra kurumaya bırakırdık. ya da duvara asılı bezle kurulardık. soldaki.

ortak arkadaşımız olan bir çift armağan etmişti. şehir dışında, yüksek güvenlikli bir siteye taşındılar. yeşil çimenler, barbekü, bahçe sandalyeleri ve masa. ahşap. yeni eve yeni eşya istiyorlardı. bulaşık makinesi ister misiniz, diye sordular. ben ses çıkartmadım. bulaşık yıkamayı severim. bulaşık yıkarken hayal kurmayı.

daha doğrusu kendi kendime konuşmayı. en doğrusu, veremediğim ya da verdiğim halde düşündükçe pişman olduğum cevapların yerine güzel bir tane bulmayı.

arka koltuğu yatırınca arabaya kolayca sığdı, her evde en az bir tane bulunan "nakliye işleri yapan o arkadaşı" aramaya gerek kalmadı. "elinden her iş gelen arkadaş" da bir akşam geçerken uğrayıp bağlantıları yaptı.

ben mi, "onun olmadığı yerlerde, onu anlayamıyorum dediğiniz arkadaş"ım. baba parasıyla kolejlerde okuduğum yetmezmiş gibi üniversiteyi de bir vakıf üniversitesinde okudum. sonra master ve doktora için londra. evet, o da baba parasıyla.

bir sabah uyandım. canım değil yataktan çıkmak var olmak bile istemiyordu. yattığım yerden gri gökyüzüne asılmış yağmur bulutlarına baktım. o gün istanbul'a geri döndüm.

fotoğraf işine girdim. londra'da tanıştığım bir çocuk vardı. oraya buraya gidiyor reklamdan başka bir işe yaramayan dergiler için fotoğraf çekiyordum. mesela, sırtını alçak bir tepeye yaslayıp denizi seyre dalmış bir rum köyünün restorasyon fotoğraflarını çekiyordum. editörün yazdığı bir kaç paragraf ve bir sonraki sayfada "bilmem kim oğlu inşaat ve turizm şirketi"nin o köyden ev kapmanızı tavsiye eden tam sayfa ilanı. yani ekip işi.

ışıl'ı da öyle tanıdım. "sınıfın manken olacak kızı"ydı. çok güzeldi. daha o günün akşamında kendimi karşıma alıp, "işte bu yüzden seni değil, onu manken yapıyorlar," demiştim. öyle güzeldi yani. keşke bu kadar çok sigara içmeseydi. bütün bir yazı sevgilisiyle hindistan'da geçirmişti. dönüşte ayrılmaya karar vermişler. o, ben ve amerikalı bir manken beraber çalışacaktık. adam istanbul'un çeşitli yerlerinde moda olması istenen ya da beklenen sonbahar kostümleri içinde ışıl'ın fotoğraflarını çekiyor gibi yapacaktı. ben de o anı fotoğraflayacaktım.

yorgunduk. mola vermiştik. üsküdar'da bir çay bahçesinde. hava çok soğuktu. ışıl'ın üzerinde kül rengi kürk yakalı turuncu bir palto vardı. ellerini fark ettim. güzeldi. parmaksız eldivenleri işe yaramıyordu. çay bardağını iki eliyle sıkıca kavramıştı. elimi uzattım. sanki balo salonundaydık, karşısında durmuş bu dansı lütfetmesini istiyordum. önce biri, sonra bardağı tahta masaya bırakan diğeri bir kuş gibi havalandı ve avuçlarıma kondu.

elleri elimdeydi. ne güzeldi. onların yanında benim ellerim dağ adamı yetinin ellerine benziyordu. olsun, yine de elleri elimdeydi. sanırım ben de karşılığında kalbimi verdim. ve ödemeyi peşin yaptım. elini, hayır elimi, dudaklarıma yaklaştırdım. ve ellerine hohladım. nefesim kesilene kadar. son darbeyi parmak uçlarını öperek indirdim. ama ona değil kendime. kalbime.

çok geçmeden intikamını aldı. suriçi'nde bizans'tan kalma bir duvara sırtımızı vermiştik. susuyorduk. o sigara içiyordu. ben de yazdan arda kalmış bir güneşin tadını çıkartıyordum. sigarasını bitirince, gelip önümde durdu. gözleri gözlerimde. neredeyse aynı boydaydık. montumun yakasından tutup beni kendine çekti. yüzyıldan daha uzun bu öpücüğün ardından geriye çekilince, bu da neydi, diye sordum. şok olmuştum.

"teşekkür," dedi. "ellerimi ısıttığın için". bu defa ben yakasına yapıştım. bittiğinde, bu da neydi, diye sordu. "teşekkür," dedim. "az önceki öpücük için."

nasıl durabildik bilmiyorum ama bizi durduran korkularımız değildi. "hazzın başında beklemek" diye bir şey vardı. ikimiz de beklemeyi biliyorduk.

sadece bir kaç saat. çok güzel yemek yapıyormuş. yemek ve şarap. yemek odasından başka, oturma, yatak ve çalışma odası olarak kullandığı odadan masayı olduğu gibi bırakıp elimizde kadehlerle kırmızı renkli kanepesine, pardon, kırmızı odasına geçmiştik. sırtımızı kanepenin kenarlarına verdik, ayaklarımızı kendimize çektik, yüz yüze oturduk. "hindistan yolculuğu nasıldı?" diye sordum ve aldığım cevabı hiç unutmadım. "hayat gibiydi. güzel olacak sanmıştım."

kadehinden büyük bir yudum aldı. sigara paketine uzandı. "çok yoruldum," dedi. "o insanlar, ne yaparsa yapsınlar daha fazlasına sahip olamayacak". "belki de bu yüzden dindarlar," dedim. "yeniden dünyaya gelmekle ya da öteki dünyada başka bir şansları daha olacağını düşünüyorlar."

gözlerinde bir ışık yanıp söndü. kadehini kanepenin hemen yanındaki sehpaya koydu. elleri ve dizleri üzerinde yürüyüp bana uzandı. bir kaç beden büyük olduğu yetmezmiş gibi bir kaç düğmesini iliklemeden bıraktığı gömlek sol omzunu ve o omuzdan kaymamakta direnen siyah askıyı saklamaktan vaz geçmişti. kadehimi elimden alıp yere bıraktı. tüm ağırlığıyla üzerime uzandı ve yüzümü ellerinin arasında aldı.

ve bir defa daha öpüşüyorduk. elimi yüzüne götürmek istedim ama "orası değil salak," dercesine elimi tuttu ve beline götürdü. sonra ellerim omuriliği boyunca yukarı çıktı. gömleğini ve başka ne varsa peşinde sürüklemişti..

sabah uyandığımda şövalesinin başındaydı. bir tabureye oturmuş, eğer aynısından bir tane daha yoksa dün gece üzerinden çıkarıp uzaklara fırlattığımız gömleği bulmuştu. giydiği uzun etek neredeyse beline kadar sıyrılmış, yukarıda toplanmıştı. dizlerinde sonbahar sabahlarının solgun ışığı çoğalıyordu. fırçasının ucunda ise kırmızı boya.

o resim şu an yatak odasında. yatağın başında asılı. muhtemelen bir park kanepesine oturmuş, bacak bacak üstüne atmış bir kadın. kucağında park kanepesinin geri kalanına sırt üstü uzanmış bir adamın başı var. adamın elleri yanda. kadın başını adamın yüzüne eğmiş, şefkatle adamın alnına düşen saçlarını eliyle geriye tarıyor. kanepenin arkası, resmin manzara ya da gökyüzü yeri simsiyah. kanepenin üzerinde durduğu zemin ise bembeyaz. kadının uzun kırmızı eteği dalgalanarak ayak bileğine kadar iniyor. ayağında yüksek topuklu ucu açık siyah bir ayakkabı. açık uçtan görünen tırnaklar da etek gibi; kan kırmızı. geriye kalan her şey, kadın ve erkeğin bedenlerinin formu ve yüzleri tamamlanmamışlık hissi veren eskiz çalışması halinde. ama tamam olduğundan hiçbir şüpheniz olmasın.

aşıktık. evet, istiyorduk. bir hafta dolmadan bana taşındı. sigarayı, saçının rengini açmayı bıraktı. çekimler dışında lens takmıyor artık. arkadaşlarımız ortak, olamayanlar tarih oldu. evin havası, dünyaya bakışım değişti. ne gam. ne de olsa çok aşıktık.

tam üç yıl oldu. ve bir ay. ve bir kaç gün daha.

o gün büyük bir kavga ettik. o bilgisayar başındaydı. teziyle ilgili bir şeyler yapıyordu. ben kanepeye uzanmış, borges'ten bir kaç öykünün tadını çıkartıyordum. masadan kalktı. mutfağa gitti.

yanına gittim. kendi kendine söyleniyordu. çünkü benimle konuşmak istemiyormuş. çünkü bir faydası olmuyormuş. artık yorulmuş. benimle konuşmaktan vaz geçmiş.

oysa bütün bunlar çok saçmaydı.

bana sus demiş.

dolap kapaklarını çarpmaya başladı. su ısıtıcısını tezgaha vurdu. sonradan baktım kırılmış. yeni bir tane aldım.

elinde ekmek bıçağını tutuyordu. eğer rahatlayacaksa bana saplasın diye geçti aklımdan. hatta bunun için dua ettim. yeter ki mutlu olsun.

sabahlığının eteklerini uçurarak yanımdan geçti. bilgisayarın ekranında kayboldu. ben de kanepeye döndüm. bir kaç öykü daha okuyayım istedim. başaramadım. cep telefonuyla oynadım. tuvalete gittim.

salona döndüğümde masada yoktu. mutfaktaydı. yoğurt çorbasına başlamıştı. çok severim. domates çorbası da güzeldi ama birinciliği yoğurt çorbasına verdiler. bir şey demeden kaşığı elinden alıp kaldığı yerden karıştırmaya devam ettim.

bir kaç dakika sonra geri döndü. ocağın hemen yanındaki rafa uzanıp nane kabını aldı. naneler parmak uçlarından çorbanın üzerine yağarken saçını öpmek istedim. ama ben karar verene kadar işini bitirip çekilmişti.

o gün büyük bir kavga ettik. mutfaktaydık. ama ne olduysa ben karar verene kadar geçen o kısacık sürede oldu.

21 Ekim 2015 Çarşamba

hands of bresson

eller ki, saklayamadığım zaaflarımdan biridir. belki diriliş'in büyük şairi sezai karakoç'un "ellerinden belli olur bir kadın" demekle ikna ettiği zihinlerden biri olduğum belki bedene indirgenmiş güzellik algısından muzdarip bir akıldan ibaret olduğum için böyle. ya da her ikisi birden.

ama eller bir köprü. ilk dikkatimi çeken hep eller oldu. elleri beğenmediğim hiçbir kadını güzel bulmadım. çünkü ellerinden öteye geçemedim. başka bir deyişle ileride bir güzellik varsa da ben bedenin başladığı yerde takılıp kaldım.

belki bu yüzden sine-masal şiir in the mood for love'ı bu kadar çok sevmem.

belki bu yüzden şair sinemacılardan robert bresson'ın ellere olan zaafını ele veren bu video karşısında duyduğum büyük heyecan.

*

video, daha evvel bergman'ın aynalarını da kolajlayan, tarantino'nun alttan, wes anderson'ın üstten çekim ilgisini ifşa eden, stanley kubrick'in bir nokta perspektivini, wes anderson'ın simetri tutkusunu ele veren videolar yapmış bir ekip ya da kişinin işi. bana kalırsa diğer videolara da bir bakın derim.

20 Ekim 2015 Salı

sanat eserleri

"bütün sanat eserleri bir yüzey ve sembolden ibarettir. yüzeyin ötesine geçmeye kalkanlar kendilerini büyük bir tehlikeye atarlar."*


*:oscar wilde, dorian gray'in portresi

19 Ekim 2015 Pazartesi

paralel evrenler

ı.

çocukluk arkadaşım. annanemlerde geçirdiğim yazların bir başka armağanı. benden bir yaş büyük. okumayı çok severdi. sanırım bizi yakınlaştıran şeylerin en önemlisi buydu. o çevrede cumhuriyet gazetesi okunan tek evde büyümüştü. ama lise yıllarında bambaşka fikirleri olmuş. yazdan yaza görüştüğümüz için benim sonradan haberim oldu. milli görüş'çüydü.

doğru ya da yanlış bir fikre kendisini adayıp sadakatle bağlanabilenlere duyduğum saygıdan o da payına düşeni aldı. kaldı ki o güzel bir insandı, her zaman öyle kaldı.

yeni yüz yılın ilk seçimlerinde akepe, -nedendir bilinmez- neredeyse yazılı ve görsel medya organlarının tamamı tarafından yelkenlerine üflenen rüzgarın da etkisiyle gece yarısı konuşacak radyo istasyonu arayan platonik aşıklar misâli konacak dal arayan muhafazakarların oylarına romantik solcuların oylarını eklenmiş, ezici bir çoğunlukla meclise girmişti.

o günlerin benim için kayda değer tek anısı onun anlattıklarıdır: partiye gittim. bir kaç ihtiyar bir de ben vardım. başladığımız yere, ilk günlere dönmüştük.

araşarkı.

hayatımın hiçbir döneminde herhangi bir cemaate, kiliseye ya da klana üye olmadım. ben benim çünkü. tarihe, televizyon ve gazete haberlerine ve hatta insana rağmen insana inandım bir tek. eşref-i mahlûkat olduğundan hiçbir zaman şüphe duymadım.

ahlak, toplum, devlet vesairece konulan duvarlara ihtiyacı yok insanların. bana kalırsa, kendi duvarları insanı kötülükten ala koymaya yeter ve artar.

ıı.

cumartesi günüydü. "bugün burda cumartesi" gibiydi.

bir kaç gündür bizim buraların denizden karaya esen ünlü rüzgarı gemi azıya aldığı için, sabah evde tembellik edip öğleye doğru şehir stadına gittim. şehrin bölgesel amatör lig'de mücadele eden futbol takımı deplasmanda olduğu için "antreman var, maç var" bahaneleri de olmayacaktı. rahat rahat koşardım.

sahayı çevreleyen pist neredeyse bomboştu. bir kaç maratoncu abi ve sohbet ederek yürüyen iki teyze. bir de ben. arkadaşımın dediklerini hatırladım: başladığımız yere, baharın ilk günlerine dönmüştük.

ııı.

tıpkı, hasan ali toptaş'ın tadından yenmez söyleşiler kitabına koyduğu isim gibi: başlarken yalnızsın, bitirdiğinde daha da yalnız...

koşmayı bitirdiğimde pistte sadece ben kalmıştım. bir de gitmemi sabırsızlıkla bekleyen kirli sakallı, eşofmanlı görevli.

ve biterken bu çalıyordu.

16 Ekim 2015 Cuma

iştahsızlık

muhteşem yemeklerin olduğu bir listeyi uzun uzun inceledikten sonra salata yemeye karar veren, onu da çatalının ucuyla bir iki defa dürttükten sonra öylece bırakan kadınların olduğu bir dünyada iştahlı bir kadınla aynı sofrayı paylaşmak kadar büyük bir keyif olamaz.

14 Ekim 2015 Çarşamba

dakika ve skor

"erkek hayran olduğu bir şairden, rilke'den kadına şiirler okurken, kadın başını onun yastığına koyup uykuya daldı. erkek yüksek sesle okumayı severdi, güzel de okurdu, kendinden emin, tok bir ses, kâh pes perdeden ve ciddi, kâh coşkulu, kâh heyecanlı. okurken bakışlarını sayfadan asla ayırmaz ve sadece komodine uzanıp sigara almak için dururdu. kadını, surlarla çevrili şehirlerden yola çıkan kervanlar ve cübbeli sakallı adamlarla dolu bir rüyanın içine atan zengin bir sesti. birkaç dakika onu dinlemiş, sonra da gözlerini kapayıp dalmıştı."*


*: raymond carver, lütfen sessiz olur musun, lütfen? - öğrencinin karısı

12 Ekim 2015 Pazartesi

günün sorusu: biz

modern zamanlarda "biz" kelimesinin içini tam manasıyla doldurabilmek için ne türden, ne kadar uzun süreli kişisel ilişkiye ihtiyaç var?

10 Ekim 2015 Cumartesi

bohem versus hipster

soranlara, "bohemim ben," diyorum ama bu günlerde asıl trendy olan hipsterlık galiba. pek "in" yani.

durum böyle olunca insan merak ediyor. nedir bu hipsterlık? nasıl olunur? kıravat mecburi mi? "bi jean bi tişört" yeter mi? bir yerlere üye olmak gerekiyor mu? üzerimde nasıl durur?

pantolonun paçasını kıvırmak sorun değil mesela. çünkü, ayak bileklerime güveniyorum. çok renkli çoraplarda da sıkıntı yok. gömlek ya da tişörtün bütün düğmelerini iliklemeye de gerekirse alışırım.

son bir soru daha: tavsiye eder misiniz?

siyah tişört üzerine kısa kol kareli gömlek giyince aynada yirmilik rakçı gören amcalar gibi olmayalım sonra. ya da, yaz-kış bisiklet etkinliklerine katılınca kendini genç sanan, katılımcıların yaş ortalamasına baksa o tür atraksiyonların tam da orta yaş işi olduğunu fark edecek bio-market ve yeşil çevre sevdalıları gibi...

dikkat ederseniz, "converse giyince gençleştiğini sanan kadınlar gibi" demedim.

8 Ekim 2015 Perşembe

küçük bir parça

tam on beş ay önce "devam edebilir" demiştim. burada.

*

o gün, orada, bu masanın başına oturmuş, değirmenler'i birsen tezer yorumuyla dinlerken, "bir yazar olsaydım," diye düşündüm. "ya da bir roman üzerine çalışıyor olsaydım, esas kızla esas oğlan şarkının, "ve sen ben/ değirmenlere karşı bile bile/ birer yitik savaşçı" diyen yerinde gözgöze gelsinler, yıldızlardan dünyaya düşen ve bu düşüşün izlerini dizlerinde hâlâ taşıyan birinin gözlerine baktıklarını hiçbir söze ve kanıta ihtiyaç duymadan anlasınlar isterdim."

yıldızlardan düştüklerine göre adları oraları hatırlatmalıydı: hilal ve ayhan...

*

ani bir firen yaptıktan sonra kornaya basan ve muhtemelen küfür etmekte olan taksi şoförü yalnız değildi. ben de küfür ediyordum. ama onun ilgisi birden bire aracının önüne atlayan adama yönelmişken ben çocukluğumdan bu yana peşimi bırakmayan ve böyle bir anda bile yakayı kurtaramadığım alman disiplinine saygılarımı sunuyordum.

ankara'ya elli iki kilometre kala meydana gelen bir kaza yüzünden kapanan ve ileri ya da geri hareket imkanı kalmayan ankara-istanbul karayolunda saatlerce beklemiştim. şoförü önüne çıkan bir yabani hayvanı ezmemek için fren yapan lüks otomobil yüklü bir tır, tıpkı engelli yarışlarda onca mesafeyi koşup geldikten sonra başını eğip bacaklarının arasına alan ve engelin üzerinden atlamamayı tercih eden atlar gibi devrilmiş, otomobiller de yola saçılmıştı. hesapta olmayan bu gecikmenin üzerine bir de başkentin akşam trafiği eklenince ancak sekizi beş geçe kızılay'a varabilmiştim.

zaman zaman saygıyla andığım prusya krallığı'ndan miras alman disiplini yüzünden arabayı mithatpaşa caddesi ile kurtuluş parkı arasındaki birbirini dik kesen sokaklara bırakmak içimden gelmemişti. oysa, yalnızca beş liraya değnekçilerin hükümranlığındaki o sokaklardan park yeri, değnekçilerden de koruma satın almak mümkündü. ama park yeri olarak kullanılan kaldırımlar insanların, koruma da kendi kendilerine karşı olunca, insana, ödediği bedel beş liradan daha fazlasıymış gibi geliyordu.

arabayı kocatepe camii'nin altındaki otoparka bıraktıktan sonra koşmaya başladım. bir yandan da konserin olduğu nefesbar'ın yerini kafamda canlandırmaya çabalıyordum. sakarya'dan gelip mithatpaşa caddesi'nin üzerinden atlayan üstgeçitin ayağında, yolun karşısındaydı. kendi kendime, başlatma şimdi üstgeçidine, deyip yola atladım.

bir yandan yokuş aşağı koşarken diğer yandan sağ elimi kaldırarak dilediğim özür ani bir fren yaptıktan sonra kornaya basan taksi şoförünün küfürlerini engellemekte işe yaradı mı bilmem ama benim susmam için bir kaçı çoktan ölmüş bir çok kişinin sağ elini kaldırması gerekiyordu.

nefesbar'ın önündeki kalabalığa ve sokağa taşan müziğe bakılırsa konser başlamıştı. kimi hülyalı gözlerle havaya savurduğu sigara dumanını izleyen, kimi bırakacak yer olmadığı için elinde tuttuğu içki bardağıyla beraber kendini müziğin kollarına bırakmış, kimi muhatabıyla sarmaş dolaş, kimi gözgöze her yaştan reşit kadın ve erkek barın kapısından dışarı taşıp alan açılsın diye masa ve sandalyeleri kaldırılan bahçeyi doldurmuş, bir o kadar insan da devrilen bir boya kutusundan yüzeye yayılan boya gibi bahçe kapısından sokağa taşmıştı.

dengesini bulmaya çalışırken sırtıma çarpan sırttan ve dikkatsiz bir elin parmakları arasında yüzüme yaklaşan içki bardağından kendimi kurtarıp, bahçe kapısının hemen önünde tek vücut olmuş genç çiften izin istedikten sonra kalabalığın geri kalanını ancak özgeçmişinde korumalık yazan birinin bilebileceği yöntemlerden musa'nın asasıyla kelimenin tam anlamıyla yararak kapıya yürüdüm. alkole bulanmış bir ses, "elvis nereye?" diyecek oldu. zaten geç kalmıştım, bir kaç yıllık küfür rezervini de son beş dakika içinde hem de nefes nefese koşarken tüketmiştim. sadece dönüp bakmakla yetindim. ama öyle bir baktım ki onun adına ben korktum. buharlaşıp yok olmayı başaramayınca çareyi elindeki bardağı kafasına dikmekte buldu. adam aniden bünyesine dahil olan alkol miktarı nedeniyle yüzünü ekşitirken ben de içeri girdim. ve girer girmez onu gördüm.

sahneyi aydınlatan hafif bir ışığın dışında geriye kalan bütün lambalar kapalıydı. sahnenin önünde oturan bir kaç sıra insanı sandalyelerden bir sıra çepeçevre sarıyordu. bu sıranın arkasında, pencere önünde ayakta duran kalabalık bir grup daha vardı. bütün bu insanlar mekanı boşluk bırakmadan doldurmuştu. usul usul şehrin batı kapısına yürüyen bozkır güneşinden arda kalan son ışıkları da pencere önündeki dinleyiciler dışarıda bıraktığı için içerisi oldukça karanlıktı. ama onu gördüm.

sanki sadece onu aydınlatan bir ışık vardı. tiyatro sahnesinin karanlığında sırası gelmiş oyuncuyu aydınlatan lamba gibi diyeceğim ama yeterince şiirsel olmayacak. oysa, tam da hikâyenin şiire en çok ihtiyaç duyduğumuz yerindeyiz. o yüzden gökten yağan bir ışık seli altındaydı diyelim. tıpkı yağmur sonrası bulutları arasında bulduğu her boşluktan yere düşen güneş ışığı gibi.

koyu mavi, uzun dışarı elbisesini giymiş, saçlarını altın sarısı bir eşarpla örtmüştü. daha sonra, biraz da o anı anarak, sarı rengin kendisine çok yakıştığını söylediğimde, sıradan bir sarı değil o mevlana'nın sanduka örtüsünün rengi diyecekti. dirseğini diğerinin üzerine attığı bacağına koymuş ve çenesini avucuna yaslamıştı. diğer eli ise bileğinden itibaren serbest düşüşe geçmiş, gül rengi tırnağı derin kesilmiş zarif parmakları ise sanki kendini suya emanet etmiş bir beden gibi boşluğa asılı kalmıştı. ucuna minik yapraklar asılı altın zincirden bilekliği de parıltısını içinde saklayarak eline eşlik ediyordu. sarı çantasını hemen yanındaki sandalyenin üzerine koymuştu. bir yandan sahnedeki uzun saçlı sarışın kadının söylediği şarkıyı dinliyor bir yandan da işaret parmağını burnunun ucuna vuruyordu. sanki bir yerlere mesaj yolluyordu ya da o anı sonsuza saklamak için görünmez bir günlüğe mors alfabesi ile not alıyordu. o an orada gerçekliğin ayrıntıları önemini kaybetmiş ve sanki etrafındaki her şey silinip gitmişti.

tam o güzel şarkıcı kadın, "ve sen ben/ değirmenlere karşı bile bile/ birer yitik savaşçı" derken bakışlarını bana çevirdi. ilk önce beni göremediğini sandım. ya da başka bir zaman olsa göremeyeceği bir şey görmüştü ve yüzündeki herhangi bir anlamdan yoksun ifade bunun sonucuydu. o an aynı şeyleri düşündüğümüze eminim: hangi yıldızdan düşüp birbirimizi bulduk biz? işte o kısacık anda ikimiz de aynı şeyi hissetmiş, yıldızlardan dünyaya düşen ve bu düşüşün izlerini dizlerinde hâlâ taşıyan birinin gözlerine baktığımızı hiçbir söze ve kanıta ihtiyaç duymadan anlamıştık.

o kısacık an geldiği gibi gittiğinde her defasında kendiliğinden nar rengi giyinmiş olarak karşıma çıkan dudakları, "merhaba," dedi. sonra aynı dudaklar kocaman bir gülümsemeyi çevrelediler. bir defa daha gamzelerini gördüm. bir defa daha aynı şeyi hissettim. keşke ölsem. ölsem ve beni o dudakların bitimindeki halk arasında gamze olarak bilinen o çukurlardan birine gömseler.

yeniden mekanın gerçekliğine döndüğümde yanındaydım. şarkının bitmesini bekleyememiş, alacağım herhangi bir tepkiyi umursamadan özürler eşliğinde yanına yürümüştüm. en azından öyle yaptığımı umuyorum. bilmiyorum. çantasını kucağına aldı. boşalan sandalyeye oturdum. yerleşmeye çalışırken omuzlarımız bir anlığına birbirine dokundu. aynı koku.

şarkıyı dinledik. sonra şarkıcı kadın sahneye sakallı bir adamı davet etti. adam, oturanların arasından alkışlar eşliğinde sahneye doğru yürürken, hilal kulağıma eğildi ve "hadi, gidelim buradan," dedi. ayağa kalktık ve kapıya doğru yürüdük. en son, güzel şarkıcı kadın ve o sakallı adamın beraberce, "sen bana yangın ol efendim/ ben sana rüzgâr" dediğini duydum.

*

ben tam burada hayal etmeyi terk kettim. ama içimden bir ses, artık bugün olmayan akman bozacısı'na gideceklerini söylüyor. orada çay ve sütlaç eşliğinde vaktin nasıl geçtiğini anlamadan pastane kapanana kadar sohbet edecekler. zamanın farkına vardıklarında vakit geç olduğu için kocatepe camii'nin altındaki otoparka gidip arabayı almak yerine atatürk bulvarına inip bir taksiye binecekler.

ve gecenin sonunda, ayhan hilal'i,"iyi akşamlar," dedikten sonra, sağında ve solunda birer parça çimenlikle apartman kapısına yürüyen beton yolu sokaktan ayıran demir kapının önünde bırakacak.

sanırım...

4 Ekim 2015 Pazar

üçleme: wanted

bu blog, blog bulvarında gördüğüm en güzel blog olabilir.

baktınızsa görmüşsünüzdür: tam dokuz yıl önce bugün, yani dört ekim iki bin altıda yazılmış tek bir yazı ve o yazıya muhtelif zamanlarda gelmiş yirmi sekiz yorumdan ibaret.

kitabın zilif, yazarın oruç aruoba oluşu kıymet arttırsa da maceranın kendisi bile tek başına heyecan verici.

ne de olsa, toplu taşıma araçlarında, şehirler arası otobüslerde, plaj gölgelerinde denk geldiğimiz kitap kesişmelerinden büyük manalar devşirmek bir çeşit kader. kitapçıda aynı kitaba uzanmak ya da aynı kitapla kasaya yürümek aşk başlangıcı değilse nedir?

bu arayışın peşine düşen blog yazar(lar)ını hem taktir ettim hem de benim aklıma neden gelmedi diye kıskandım. ve elimde olmadan düşündüm: aynı şeyi yapacak olsam şehrin duvarlarına yapıştıracağım kağıtlarda hangi isimler olurdu? kalabalık bir listeyi zor da olsa bir üçlemeye indirdim. peşi sıra, hep olduğu gibi bir adet paha biçilemez...

şu an masamda duran dört kitaba bakıyorum da hepsinin de kapağı birbirinden kötü. eğer onlara rastlamadan çok daha önce içindekilere iman etmemiş olsaydım rafta gördüğümde elime bile almazdım.

önce üçleme:

bir - nun masalları... birinci baskısı dergâh yayınları, türk edebiyatı-hikâye dizisi'nin otuz yedinci kitabı olarak mayıs doksan yedide yapılmıştır.

doksan dört. haziran. ne bulursam okuduğum, dünyadan değilse de hayattan çıkış yollarını araştırdığım zamanlar. o gün, çay bahçesinde limanı gören bir masaya oturmuştum. ve ilk kez nazan bekiroğlu okudum. eğer içimde okumaya ve yaşamaya dair kırılmalar olmuşsa en az bir tanesinin o güne denk geldiğine eminim.

bulabildiğim bütün öykülerini okudum. hatta yedi iklim edebiyat dergisi'nde bir şiirine bile denk geldiğimi hatırlıyorum. adı da biz yokuz olmalı, belleğim beni yanıltmıyorsa. o arayış sırasında bir duygu daha yerleşti içime: nazan bekiroğlu dergilerde kalmalıydı.

nun masalları'nı ilk duyduğumda kendimi ihanete uğramış gibi hissettim. yazarın okuruna ihaneti. sevgilim ihanet adlı denemesinde "ama ihanetin bir rengi varsa mutlak gri olmalıdır" dese de onun ihaneti pek renkli kapaklar altındaydı.

yıllarca o kitabı alıp kitaplığıma sokmamakta direndim. fakat bir gün bir taşra şehrinde aniden karşıma çıktı. işaret kabul edip satın aldım.

daha sonra çok başka baskıları yapılsa da en güzel baskısı odur. bir tanesi de yakari'dedir.

iki - bir yağmur köpeği - tom waits... şarkı sözü çevirileri elvan okaygün tarafından yapılan, korsan yayın, müzik serisinin beşinci kitabı olarak doksan üç yılının ocak ayında dizilip basılmıştır. kapak tasarımı erol egemen, iç düzeni metin göz tarafından yapılan kitap, metintosh tarafından dizilip kardeşler matbaasında basılmıştır.

bu kitaptan, belki de tom waits'ten ilk defa kemal sayar'ın bu kitap üzerine yazdığı bir yazıyla haberdar olmuştum. hem, "and it's more than goodbye i have to say to you/ kuru bir elvedadan daha fazlası var sana söylemek istediğim" diyen bir şarkıya/şarkıcıya nasıl kayıtsız kalabilirsiniz ki?

yıllarca kovaladım, baskısı doksan üç yılında korsan yayın tarafından yapılan bu hazineyi. nihayet sahaf arkadaşlardan biri önüme attığında yeni bir yüz yıl olmuştu. bahsi hiç açılmasa da o kitabı kendi kitaplığından çıkardığını biliyorum.

o günlerde öykücüye uğramam gerekiyordu. (gerek değil, istek. içten gelen bir zorunluluk.) ve ona o ara sahip olduğum en değerli şeyi götürdüm. ve tekrar başladım aramaya. yıllar sonra bir başka sahafta buldum. ve bulur bulmaz hissettiğim şu oldu: bu kitaptan sadece bir tane var ve öykücü ben onu bulabileyim diye buraya bırakmıştı. öykücü bu. kesinlikle yapar.

bu kitaptan yalnızca bir tane olduğunu düşünmeme sebep olan başka bir şey de kapak tasarımı ve baskısının facia denecek kadar kötü oluşu. erol egemen ve tayfası diğerlerini yakmışsa şaşırmam.

üç - ars moriendi... est & non yayınları, düş bakışı dizisinin ikinci kitabı olarak birinci baskısı doksan dokuz kasımında istanbul'da yapılmıştır. editörlüğünü c.ırmak, kapak tasarımını m.saldamlı yapmış, aymat'ta basılmıştır.

kısa bir süre sadece pazar günleri aldığım, onda da kültür sanat sayfasından başka yere tahammül edemediğim zaman gazetesinde rastlamıştım cahit ırmak'a. gerçek olamayacak kadar güzel bir isimle anlayamadığım, fakat gücünden asla şüphe duymadığım metinler inşa ediyordu. benzer duyguları daha önce yalnızca bir defa hissetmiştim; on yedi yaşında ilk defa ismet özel okuduğumda. manayı çözemiyordum ama içimde bir ses yankılanıp duruyordu.

sonra o yazılar, birileri çıkıp, "bu da ne" dediği için kesildi ve yüz yıl bitmeden est&non tarafından basıldı. gazetede okurken bir kaç kişiye tavsiye ettiğimi hatırlıyorum ama kitaptan hiç kimseye bahsetmedim.

ve paha biçilemez:

gidiyorum bu... mor kapağını ferdinand hodler'in hayal kırıklığına uğrayanlar tablosunun kötü bir uygulaması süsleyen, bizzat ah muhsin ünlü'nün gayretleri ile basılan bu kitabın, kapak düzeni ve dizgisi hamza aşgın tarafından yapılmış, nisan iki binde istanbul'da şan ofset'te basılmıştır.

fırsat buldukça sohbetleşmeye dükkanına uğradığım sahaf arkadaşım, içeri adım atmıştım ki, "az önce murat menteş buradaydı," dedi. kaçırdığıma üzüldüm. daha dublörün dilemması ortalıkta yoktu ama genç yaşta adam ettiği kuzgunun gölgesi ve kaosa mütevazı bir katkı'dan dolayı severdim. kılavuz dergisi adına ah muhsin ünlü ile röportaj yapmaktan geliyormuş. ve heybesine doldurduğu, ah muhsin ünlü'nün kendi çabasıyla bastırıp eşe dosta armağan ettiği, balkonunda bekleşen, kenarı yağmur sularıyla yıkanmış gidiyorum bu'lardan bir kaç tane bırakmış. derhal üçüne el koydum. sevgilim, yakari ve kendim için.

yani, kılavuz dergisi'nde yayınlanan o röportajda, bizzat ah muhsin ünlü'nün "balkonda çürüyorlar" dediği, kenarı yağmurda ıslanmış kitaplardan üçünün yerini biliyorum.

1 Ekim 2015 Perşembe

yaz bitimi

takvimler, ajandalar, mevsim normalleri, göçmen kuşlar...

hepsi hikâye.

eğer sokağın güneş vuran tarafından koşmaya başlamışsanız yaz bitmiş demektir.

*

bir de, bağdat etekleri kumsalı süpürürken geriye minicik ayak izleri bırakan hayal kadınların deniz kenarına siyah boğazlı kazakla inmeye başlaması vardır ki, asıl odur.

28 Eylül 2015 Pazartesi

kim

onat kutlar, iyi ki anadilim türkçe, dedirten şaheseri düz-şiirler toplamı bahar isyancıdır'da "kim ilgilenir masallarla, çocuklardan başka?" diye sorar ve ara vermeden devam eder: "kim merak eder, niçin lale sularıyla her gün yıkandığını isfahan sokaklarının?"

peki ya, "kim merak eder benden başka, nereye gittiğini yatağında yalnızken?"

25 Eylül 2015 Cuma

ve sonra

"bütün bunların üstüne
hepsinin üstüne sevda sözleri söylemeliyim
vatanım milletim tüm insanlar kardeşlerim
sonra sen gelmelisin dilimin ucuna adın gelmeli
adın kurtuluştur ama söylememeliyim
can kuşum, umudum, canım sevgilim."*

*:erdem bayazıt, sana, bana, vatanıma, ülkemin insanlarına dair

23 Eylül 2015 Çarşamba

dilek

yüce tanrım, "bir çocuk sevdim uzaklarda" diyerek uyandım bu sabah. evet, "sanıyordum ki onun özlemi de buydu". o vakitten bu yana bu şarkıyı dinliyorum. ve bir ara, "sezen aksu'yu sevemediğim için üzülüyorum bazan" bile dedim.

bağışlanmamı dilerim.

21 Eylül 2015 Pazartesi

yazarken cimri olmak

edgar keret sevdiğimiz adamlardandır.

onu sadece bir neslin sargılı bileklerle dolaşmasına neden olan kült filmi wristcutters: a love story yüzünden değil, düş ile gerçek arasında gidip gelen, insancıl ve duygusal öyküleri ve filistin meselesine dikkkat çekmek için filistinli yazar samir el-youssef birlikte gazze blues'u yaptıran duyarlılığından dolayı da severiz.

aynı etgar keret, geçtiğimiz yıl tanpınar edebiyat festivali'ne katılmak için istanbul'a gelmişti. bu fırsat bilen nelly barokas kendisiyle samimi bir röportaj gerçekleştirmiş.

oradan "bir soru - bir cevap":

sizin hakkınızda, "başka yazarların altı yüz sayfada anlattıklarından çok fazlasını altı paragrafta verebilir" şeklinde bir yorum yapılmış. tarzınız veya amacınız bu mu, az sözle çok şey anlatmak mı?

normal yaşantımda çok sabırlı, oysa yazarken oldukça sabırsızım. eğer gereksiz ve katkısı olmayan bir cümle yaptımsa onu hemen yok etmeyi tercih ederim. şöyle anlatayım; yazarken kendimi gövdesinde delik olduğu için su alan ve batmakta olan bir sandal gibi hissediyorum. bu durumda hafiflemek için lüzumsuz şeyleri atıp, sadece gerekli olanları saklamak gerekiyor. çok konuşkan olduğum halde yazarken cimriyim.
*

okudum ve "keşke bende öyle olabilsem," dedim.

18 Eylül 2015 Cuma

gölge

kadının gölgesi sokak lambasının solgun sarı ışığında uzadı, bir duvara çarparak eğilip büküldü.

16 Eylül 2015 Çarşamba

özel bir gün

insanlar ortak bir yanılgıyla günlerin herkes için olduğu sanırlar. oysa bazı günler yalnızca bir tek kişiye sunulmuş armağanlardır. o gün onun günüdür. öteki insanlar ise onun gününü kullanır, güneşin keyfini çıkartır ya da yağmurdan yakınırlar, ama o günün asıl sahibinin kim olduğunu hiçbir zaman bilmezler.

insan hangi günün kendisine nasip olacağını tam bilemez, hangi önemsiz ayrıntıyı tam olarak unutmayacağını da: bir üst geçidi mekan edinmiş konuşkan dilenciyi mi, yoksa altın orana vurulmuş pencerenin çerçevelediği şehir görüntüsünü mü? pikap iğneleri, su kıyısındaki bir duvarın üzerinde titreşen gün ışığı yansıması, kuzeyini arayan pusula iğnesi gibi titreşen kirpikler, reverans...

o gün bütün evren nasıl da iş birliği yapmıştır onun için. bütün trafik lambaları yeşile boyanmıştır. çektiğiniz her şut gol, vurduğunuz her top sayı olur. o şehre giden tek otobüsü tam otogar çıkışında, şoförü otogar kullanım bedelini ödemek için durduğu için yakalarsınız. geçemeyeceğiniz bir dersin sorularını görürsünüz; rüyanızda değil gerçekte. ev sahibi iki günlüğüne şehir dışına gidecektir, ev boş ve sizindir. merdivenlerde otomatik lambalar aniden susar, bir kadın kapıdan girer ya da taksiden iner. fireni sorunlu belediye otobüsü duraktan neredeyse yüz metre ileride durmayı başarabilir ancak; tam önünüzde. şehre yakari gelir. hangi cesaretle önüne yürüdüğünüzü bugün bile anlayamadığınız o kapının size açıldığını fark edersiniz. herkese kan kusturan bölüm sekreteri o gün gülümsüyordur. sertliğiyle nam ve korku salmış o komutan, "sizin orada demleme çay yoktur. gel de adam gibi çay içelim," der, göreni hayrete düşüren kocaman bir gülümsemeyle. "üç-sıfırdan dört-üç diyalektiğine giriş" diye bir ders olduğunu öğrenirsiniz. bazı kızlar çok güzel, allah büyüktür.

ve insan çoğu kez, yalnızca geriye baktığında kavrar o günün kendisine ait olduğunu, takvimin yaprağını koparıp buruşturarak masanın altına attıktan, üstündeki rakamı unuttuktan çok çok sonra anlar.

yaşarken de, bize ait olduğunu hissettiğimiz günler yok mudur? elbette vardır. kesinlikle vardır. öylesi günlerin akşamında aynaya bakar, "oğlum sen, bu kadar mutluluğu hak etmek için ne yaptın?" bile deriz.

12 Eylül 2015 Cumartesi

sene-i devriye

tıpkı, otağının önünde durup karşı kıyıda yükselen beyaz mermer şehre doğru, "ey şehir hatırla beni. hatırla beni ve bir zaman benim olduğunu hatırla!" diye haykıran asyalı komutan gibi.

10 Eylül 2015 Perşembe

geride kalan

herkes gidiyormuş da bir ben kalıyormuşum gibi hissediyorum.

belki bir deniz fenerinde bekçi olmanın bir sonucu bu. ne de olsa bekçilik nesilden nesile geçer. insan yazgısından kaçamaz.

ancak yaşlı kıtanın uzak bir köşesinde sizinle hiçbir alakası olmayan bir savaşta ölmekle ya da kaybolmakla -babama kalırsa kaybolmuş gibi yapmakla- kurtulacağınız bir yazgı bu. ödül olarak bir madalyanız olur, babanızın eline tutuşturulan. ablanız, "aman benden uzak dursun," dediği için sonrasında miras yoluyla size geçen.

babanızın evli bir adam olduğu halde okyanusun ötesine gitmesini, orada zorluklar içinde geçen aylara, sadece foto fuat'ta çekilmiş babalı oğullu bir fotoğrafa sığınarak nasıl tahammül edebildiğini anlamak için büyümeniz gerekir.

büyümeniz ve büyük bir utançla, havasızlıktan kokan soğuk yatakhanelerde uyku sizi kollarına almadığında, hayal kırıklığı ve öfke sosuna bulanmış "bir baba tek oğlunu, hem de çok seviyorum dediği tek oğlunu daha on bir yaşında evinden ve denizden uzağa nasıl yollayabilir," sorusunun cevabını bulmanız gerekir: çember ya da zincir ya da her neyse kırmanız, bu yazgıdan kurtulmanız için.

peter pan girer görüntüye. hikâye alper kamu'ya uzanır. ne de olsa diğer çocuklar büyürken her ikisi de aynı kalır. alper kamu'ların ikincisi olan cehennem çiçeği'nin en-sonu bir defa daha yankılanır kulaklarda:
"bütün aşklar küllenir, bütün babalar ölür, bütün hikâyeler biter. birinin yıkıntıların nöbetini tutması gerekir; işte o yüzden, biri hariç, bütün çocuklar büyür.
gölgesini kaybeden insan, gölgenin kendisine dönüşür."
başka çocuklar kariyer, ev-evlilik, çoluk-çocuk, araba, beyaz eşya, taksit ve benzeri kelimeler dillerinde büyüyüp adam olurken.

7 Eylül 2015 Pazartesi

blues esintisi

"günümüz elektronik kültürsüzleşme ya da bilişim çağında, iletişimin ziyadesiyle yoğunlaştığı ve mekanikleştiği sosyo-elektronikleşen yaşam biçiminde içeriği boşaltılmış kavramların, duyguların ve ilişkilerin modern ve modern çıkıntısı (post-modern) biçimine inat ritm, melodi, davul, zil, nefes, ezgi ve siyah ve mavi (blue) başka yaşamlar da mümkündü anısıdır ya da yâdıdır blues esintisi."*


*: orhan kandemir,  afrikalılar cazı veya blues'u icat etmek için gelmediler yeni dünya'ya; doğu batı nr:32

5 Eylül 2015 Cumartesi

seni tanımadan önce dinlediğim şarkılar

iki bin on bir sonbaharıydı.

bir sabah uyandım. bir gün belki bir şey yazarım umuduyla hem de bir kaç tane aldığım defterlerden birini diğerlerinden ayırıp yazı masasına koydum.

yaklaşık bir saat sonra masaya oturduğumda defteri önüme aldım. ilk sayfasını açarak, "seni tanımadan önce dinlediğim şarkılar" yazdım. bunu yaparken, hem yapmak istediğim şeyi hem de bülent somay'ın şarkı okuma kitabı'nın bu şey için bana ilham verdiğini biliyordum.

sonraki bir kaç ay boyunca aklıma geldikçe, hatırladıkça şarkılar anlattım orada. brothers in arms, deliler, don't fear the reaper, dokun bana, cadı, siyah beyaz, sacrifice, akdenizli kadın, ey khoda, gemiler, sen benden gittin gideli, ele güne karşı, hurricane, you can never hold back spring, son selam, gangsta paradise, dillere düşeceğiz, fragments of life...

defterin tam burasında mayıs olmuştu -güllerin iklimi- ve deftere, defterle beraber bir çok şeye "kısa bir ara" verdim. ama o "kısa bir ara" biraz uzun sürdü. öyle ki, hâlâ devam ediyor.

*

konuşma teşebbüsleri, anlatma telaşı, zamandan kazanma çabasıydı. bu sayfalara düştüğüm "mepeüç notları"yla ortak şarkılar, ortak yanı vardı elbette. ama amaçladığım hedefe uygun olarak daha uzun, daha konuşkan notlar düştüm. içinden şehirler, filmler, kitaplar, isimler, en önemlisi "ben olan benler" geçiyordu.

söz gelimi, brothers in arms, "bütün yazı, asma yapraklarıyla örtülü mutfak balkonu limanı gören evde cengiz aytmatov külliyatını okuyarak geçirmiştim," diyerek başlıyor, yol ve durakların sonunda denize varıyordu; "o gemi bir gün gelecek" diyen ve bizi de inandıran ismail abi'ye...

dokun bana'nın "çok ama çok romantik" olduğunu iddia etmiş, akdenizli kadın'dan bahsederken "modern zamanlar sadece kadın ile erkek değil, sanatçı ile sevenleri arasındaki mesafeyi azaltıp yakınlaştırmakla suretleri daha çok görünür kılıyor" diyerek hasan cihat örter savunmasına bile girişmişim. hemen peşi sıra ey khoda bahsinde kendimle çelişmeyi göze alarak, internetin girdiği sevaplardan bahis açmış "sırf bu şarkı yüzünden bile internetin bizden aldıklarını bağışlayabilirim," demişim.

fragments of life ise, bu yüzyılın başında ankara'da olmak üzerine bir kaç sayfayı bulan bir anlatı olmuş. tıpkı don't fear the reaper gibi...

*

defteri de, söylediğim şarkıları da unutmuşum. deliler vasıtasıyla aklıma geldi.

sadece defteri ve şarkıları değil, şarkıları üçüncü sayfadan itibaren yazmaya başladığımı, ikinci sayfanın mevlüt ömer'den çaldığım iki mısranın işgalinde olduğunu da unutmuşum:

"sen yaramaz bir ceylan idin ben avcı değilken/ bir köşede durmuş oyununu bitir diye beklerken"

3 Eylül 2015 Perşembe

günün sorusu: deneyim

her yerde her zaman karşımıza çıkan gençlik ve güzellik vurgusu sizde de yaşam deneyiminin bir önemi olmadığı hissi uyandırıyor mu? 

1 Eylül 2015 Salı

başlamak

bir nisan bin dokuz yüz yetmiş sekiz, öğlen bir buçuk suları. cingu stadyumu'nun açık tribününde bir adam bira içerek beyzbol izliyor. sezonun açılış maçı. yakult swallows, hiroşima carps'a karşı. seyirciler her zamanki gibi, pek fazla değil.

adam, ateşli bir yakult swallows taraftarı. stadyum oturduğu apartmana yürüme mesafesinde.tribünde koltuk yok; uzun, çimenlik bir yokuştan ibaret. adam uzandığı yerden bir sahaya, bir gökyüzüne bakıyor. tek bir bulut bile yok, ılık rüzgârıyla harika bir bahar günü.

soğuk birasından bir yudum daha alıyor. düşleriyle meşgul. neden sonra zihnini sıyırıp maça tekrar odaklanıyor. tam o sırada yakult'un ilk vurucusu dave hilton, sol çizgiye doğru bir vuruş yapıyor. sopaya tam oturan topun tiz sesi stadyumu dolduruyor. "evet" diyor o an adam, yıllardır düşündüğü bir sorunun yanıtını bulmuş gibi. "evet, ben roman yazayım."

ünlü yazar haruki murakami, açık gökyüzünü, taze yeşil çimenlerin dokunuşunu, sopanın haz veren sesini hâlâ hatırlıyor. o an gökyüzünden bir şeyin sessizce süzülerek aşağıya indiğini ve onu güzelce yakaladığını da.

o an "evet, ben roman yazayım," demişti. maçtan sonra eve gidip biraz kestireyim, ya da bara gidip içmeye devam edeyim der gibi, öyle ansızın…

ve dediğini yaptı.

31 Ağustos 2015 Pazartesi

us open

yılın son grand slam'i amerika açıkbugün başlıyor.

*

fazla "amerikalı' bulduğum için o kadar hazzetmem. üstelik saat farkı yüzünden maçları canlı izlemek zordur. yılın son büyük çarpışması olduğu için önem kazanır biraz da.

bütün görgüsüzlüğüyle new york şehrini yansıtır. nihayetinde, louis armstrong'un bin dokuz yüz altmış dört yılındaki dünya ticaret fuarı sırasında kullandığı açık hava konser mekânının apar topar değiştirilip merkez kort yapıldığı ve yaklaşık yirmi sene öyle idare edildiği bir turnuva bu.

ortama alışmak için belli bir anlayışa sahip olmak gerekir, özellikle amerikalı olmayanlar için. bin dokuz yüz seksenlerin sonlarında maçınız açık kortlarda ise kafetaryadan yükselen kızarmış pirzola kokusunu teneffüs etmek zorundaydınız.

isveç şampiyonu stefan edberg ortamdan o kadar rahasız olmuştu ki, bir daha oraya dönmeme tehdidinde bulunmuştu. ardından antrenörü tony pickard ona huzur bulması için long island'da bir aile pansiyonunda kalmasını önermişti. ve bu öneri işe yaradı. edberg, us open'ı iki kez kazandı.

hatta klasmanda bir numaraya yükselmeyi başarmış amerikalı jim courier bile flushing meadows'taki alanın "atom bombasıyla yok edilmesini" teklif etmişti.

*

geçen yıl erkekler kanadında yaşanan büyük süprizden sonra bu sene olacakları merakla bekliyoruz. serena grand slam yapabilecek mi? federer reşit olacak mı? nadal "her sene en az bir grand slam serisi"ni onuncu yıla taşıyabilecek mi? cilic ünvanını koruyabilecek mi?

28 Ağustos 2015 Cuma

deliler*

ya da "seni tanımadan önce dinlediğim şarkılar - iki"

bu şarkıyı ilk duyduğumda sözlerini tam anlamamışım. sonradan anladım ve asıl manasını  o zaman kazandı. o zamanlar yeni türkü çok modaydı ama neden bilmem ben pek sevmezdim. hâlâ da benim için özel olduğunu söyleyemem; sıradan...

çok çocuktum ama içine "deliler" doluşmuş gözler hayal ederdim hep. ve gözlerinden o "deliler" bakan kadınları... çocuk da olsam bilirdim, kadın olmak biraz da bu demekti. hem cenneti hem cehennemi görmüş olmaktı. aksi takdirde ya çocuk oluyorlardı, ya arkadaş ya da anne. bir kadının anlatacak hikâyesi olmasıydı hem cenneti hem de cehennemi görmüş olmak ve deli yaşamayı tercih eden bir akıllı olmaktı.

ve o kadının, "delilerden sen anlarsın, konuş onlarla. nasıl muhtacım buna" demesi de doldururdu içimin diyaloglarını. ama olmadı. öylelerine rastladığımı sandığım zamanlarda da yanıldığımı anlamam uzun sürmedi. ama bir defa; yanıldığımı fark etmem gerçekten uzun sürdü. o da neden bilmem "elinde mor çiçeklerle gel" diyen ikinci kısma vurgundu.

türkçe müziğe ancak "sert"liği kadar tahammül edebildiğimiz -çünkü mahalle baskısı denen şey o zamanlarda da vardı- zamanlardı. o radyocu kız -galiba sevgiliydik- programında atilla atalay öyküleri okur, "sert" olmaya çalışan şarkılar çalardı.

bu yorumu onun sayesinde öğrendim ve "bana kalırsa orijinaline beş basar," dedim.

* haluk levent, deliler

26 Ağustos 2015 Çarşamba

bir kaç saat daha

ona telefon numaramı verirken beni her an arama hakkını da verdiğimi elbette biliyordum. üstelik o yeterince kıymetli, biz oldukça samimiydik.

bu yüzden gecenin on ikisinde ağlamaktan bir şey anlatamadığı, "annem" ve "intihar" kelimelerini hıçkırık ve göz yaşlarının arasında ayırt etmeyi başarınca koşarak yaşadığı şehre gittiğim de oldu, sabahın dördünde telefonun bir ucundan ona, biraz sarhoş, biraz büyümekten korktuğu ve eski sevgilisini deli gibi özlediği için yüz defa bizzat kendisinin saydığı "dünya yerinde durdukça ben de yanında olacağım," dediğim de...

bir defasında daha insaflı bir zamanda aradı. akşam beş gibi. havanın erken karardığı kış günlerinden biriydi. her zamanki gibi bahçe duvarının köşe yaptığı yerden bahçelerine atlamak yerine kapı önünde durup evden çıkmasını bekledim.

"sigaram yok. sigara alalım," dedi. gittiğimiz büfeden bira da aldı. benim içinse 'şeftalili ays ti'. evlerinin sokağındaki küçük bir park vardı. parkın içinde de basketbol sahası. oraya gittik. aslında başka yerde durması gereken, seyredenler otursun diye oraya taşındığı belli bir park kanepesine oturduk. o birasını, ben 'şeftalili ays ti'mi içtim. sonra bana hiç anlatmadığı bir hikâye anlattı.

lise üçte deli gibi aşık olduğu çocuğu. çocuğu daha önceden biliyordum ama bu hikâye yeniydi. çocuk, "bu gece bana geleceksin. yoksa her şey biter," demiş. ama mümkün değil, diyor. ne bizimkilerden izin alabilirim, ne de bizimkilerin bana güvenini kötüye kullanabilirim. mümkün değil, gidemem. ama, tamam, dedim. neden yalan konuştuğunu sordum. bitecekse bitsin. gülümsedi. "onu o kadar seviyordum ki. beni terk edecekse akşama terk etsin bir kaç saat daha fazla sevgilim olsun istemiştim," dedi.

şimdi mi? dünyanın bir ucunda, batı kıyısında oturuyor. melekler şehrinde. bir kaç yıl önce yakışıklı bir adamla evlendi. ve ben düğünlerinde yoktum.

25 Ağustos 2015 Salı

cahit zarifoğlu pessoa

sadece "yedi güzel adam"dan biri değildi o.

mahallenin yakışıklı abisi, kendisini bir sırt çantasına doldurup avrupa yollarına düşen aklı bir karış havada evin büyük oğlu da değildi.

aristo, artist ya da isminin "acz" tutan baş harflerini işaret sayarak "bağışlanmayı" dileyen bir mümin de değildi.

bunlar ve bir çok şeyin yanında oyunları seven kocaman bir çocuktu da.

müstearlara sığınır, oyun arkadaşı arardı.

bazan bıçkın istanbul delikanlısı abdurrahman cem, bazan yeraltındaki güneydoğu medreselerinde "emsile bina" okuyarak işe başlamış, ağırbaşlı bir hocaefendi ahmet sağlam, bazan genç şairlere yol gösteren, heyecanlı ve atak bir ağabey vedat can olurdu.

21 Ağustos 2015 Cuma

dakika ve skor

"bir turnuva finalinde mağlup olduğunuzda oradan hemen kaçamazsınız; korttan çıkamaz, kameralardan kurtulamaz ve soyunma odasına sığınamazsınız. galip hoplayıp zıplayarak zafer anının tadını çıkarırken, mağlup orada oturup kupa törenini beklemek ve daha yeni kaybettiği bir maçın hayal kırıklığına rağmen söyleyeceği güzel şeyleri düşünmek zorundadır."*


*: chris bowers, federer -tenisin yaşayan efsanesi-

19 Ağustos 2015 Çarşamba

o gittikten sonra ne yapacağınızı bilirsiniz

forrest gump'ı izlediniz mi? bin dokuz yüz doksan dört tarihli bu "amerikan masalı"nı ben dün izledim. masal gibiydi.

pamuk şekeri, atlı karınca, bahçede hortumla duş almak gibi falan...

fark ediyorum ki, sevdiğim bir çok sahne içinden bir tanesi hem son okuduğum kitaplardan biri hem kişisel ilgilerim yüzünden öne çıkmış.

forrest, kendisine cennet zamanı kadar uzun gelen ve hiç bitmeyecek sandığı gecenin sabahında jenny'yi yanında bulamayınca, bir ihtimal diyerek jenny'nin odasına gidiyor hani. boş odaya bomboş gözlerle bakıyor öylece. sonra evin içinde oturuyor. bu böyle belki günler haftalar sürüyor. nihayet, verandada otururken aniden koşmaya başlıyor.

tam üç yıl, iki ay, on dört gün, on altı saat boyunca koşuyor. ve sonunda, annesinin, "hayata devam edebilmen için geçmişi arkanda bırakman gerekir," demesini hatırlıyor. galiba, kendisi de bunun için koşmuştur.

*

kitap ise, junot diaz'dan: ve işte onu böyle kaybedersin. bahsettiğim yer ise aşağıda.
"kadınlara ara verirsin. işine dönmeye çalışırsın, yazmaya. üç romana başlarsın; biri beyzbol oyuncusuna, biri narkotik polise, biri ise bir serseriye dairdir - üçü de pipo içer. (...) seni düşüncelerinden uzaklaştıracak bir şeye ihtiyacın olduğuna karar verirsin. gerçekten ihtiyacın varmış çünkü haftada beş-altı kez koşmaya başlarsın. yeni bağımlılığın, sabahları ve charles yakınlarındaki patikalarda kimseler yokken geceleri koşarsın. kendini o kadar zorlarsın ki bazen kalbin duracak gibi olur. kış geldiğinde koşmayı bırakacağına dair bir korku düşer içine fakat o aktiviteye her şeyden daha fazla ihtiyaç duyarsın; bu yüzden ağaçlar yapraklarını dökerken, patikalar boşalırken, ayaz kemiklerine işlerken bile koşmaya devam edersin. bir süre sonra bir tek sen ve iki deli daha kalırsınız. bedenin değişmeye başlar, bütün o içki ve sigara hastalığını atarsın, bir süre sonra bacakların başkasına aitmiş gibi görünmeye başlar. ne zaman eski nişanlını düşünsen; ne zaman yalnızlık, kaynayan, yanan bir kıta gibi kükreyerek arkana yanaşsa bağcıklarını bağlayıp parkurun yolunu tutarsın ve bu gerçekten işe yarar."
*

üniversiteli bir çocuk olursunuz sonra. son sınıftır, ama sözde. herkesten ve her şeyden kaçarak akşam üzerlerinde havuza gidersiniz. klor gözlerinizi yakar. ağlasanız bile anlamazsınız. hiç kimse anlamaz.

bazı şeyler size her zaman hazırlıklı olmayı öğretir. takım elbiselerin, kot pantolonların, pijamaların altına kimselerin görmediği, göremeyeceği koşu ayakkabıları giyersiniz.

kim bilir? belki de bir sabah uyanır, koşmaya başlarsınız.

18 Ağustos 2015 Salı

kıskançlık

kaybetme korkusunun içimizde büyüttüğü zehirli bir çiçek değildir kıskançlık. paylaşma ihtimalinin kalbimizdeki gece yarısı adımlarıdır.

15 Ağustos 2015 Cumartesi

kısa kısa - on sekiz

* bu defa şarkımız eskilerden.

* "oğlum, bu kız okuma yazma mı bilmiyor yoksa?(dar alanda kısa paslaşmalar)"

* onur caymaz aşkın bugüne kadar rastladığım en güzel tarifini yapıyor: kışın erken, bıktırıcı karanlığında balkondaki ipte unutulmuş mendil. diğer çamaşırlar toplanmış, o unutulmuş. mandalına aşık; onu ipine hapsederken canını acıtan mandalına...

* "geçmişte kalmış zor hatırlanan isim ve suratlar, geçtikten sonra yaktığımız köprünün diğer tarafındadır," diyor, az önce radyo spikerinin zifte bulanmış kirli sesiyle anons ettiği şarkı.

* "kelimelerim seni korkutmasın" der, "meçhul kadın" mektubunda. ya da stefan zweig "meçhul bir kadının mektubu"nda.

* benim de kullanışlı ama bir anlam ifade etmeyen cevaplarım var.

* "adil bir toplum, toplumla ilgili her şeyi bildiğinizde, herhangi bir yerinde olmak istediğiniz toplumdur.(john rawls)"

* converse giyen kadın alınganlığı diye bir şey var.

* federer hakkında yazılmış en iyi kitabın yazarı olan chris bowers'in çalışmalarının sonunda ortaya çıkan, federer'in hem bir insan hem de bir tenisçi olarak resmi: uysal mizacı, bir azizin ahlakını bile test edecek yoğun bir dalkavukluk ve parasal bir tahrik bombardımanına maruz kalmasına rağmen alçakgönüllülüğünü korumayı başaran bir adam.

* sizi bilmem ama ben, hakkında, "istese, tek bir cümleyle kalbinizi kırabilir" denilen bir yazarı okumak isterdim. michael dirda söylemiş. on dokuz haziranda doksan yaşında ölen amerikalı romancı james salter üzerine.

* "özgürlüğü elinden alınan insan mutlaka birilerinden nefret etmeye başlar," demiş arnold wesker. bunu derken çiflerin birbirinden nefret ettiği evlilikleri kast ediyor olmalı.

* "yaratıcılık dediğimiz, titizce düşünülmüş taklitlerden başka bir şey değildir.(voltaire)"

* yılın üçüncü grand slam'i wimbledon tenis turnuvası'nda erkeklerde "küstah sırp" novak djokovic şampiyon olurken, kadınlar şampiyonu serena williams oldu. ama her iki kulvarda da ikinciler kazansaydı kimse şikayetçi olmazdı. hatta nole ve serana'nın safında olanlar bile.

* novak djokoviç ünvanını dört sette korurken rakibi "iyi aile çocuğu" federer'di. federer geçen yıl olduğu bu yıl da ikincilikte kalırken yarı finalde "kendini ingiliz sanan iskoçyalı" andy murray'i üç-sıfırla geçtiği maçta sunduğu tenis resitaliyle tenis severleri mest etti.

* serena williams ikinci "serena slam"ini yaparken kariyerinin ilk grand slam'ine de göz kırptı. bir yıl önce kendisini roland garros'ta turnuva dışına iterek bütün dikkatleri üzerinde toplayan venezuela doğumlu ispanyol raket garbine muguruza'yı bu defa iki sette geçti. serena'nın maç sonu konuşmasında dediklerine katılıyorum. o kız daha çok finaller ve elbette şampiyonluklar görecek.

* teklerde grand slam yapmayı başaran son tenisçi steffi graf olmuştu. ve bunu başardığında takvimler bin dokuz yüz seksen sekiz yılını gösteriyordu. üstelik o yıl seul'de düzenlenen olimpiyatlarda altın madalya kazanan graf bu başarısıyla golden grand slam yapmıştı.

* türkçe alfabedeki bütün harfler bir arada. üstelik tek cümle içinde: pijamalı hasta yağız şoföre çabucak güvendi.

* yazın "bronz neşesini ele veren elbiseler" çok güzel. arz ederim.

* "niemals geht man so ganz" ya da "hiçbir zaman tam olarak gitmezsin" der trude herr. almanca'ya tahammül edebilirseniz şarkısı da bu.

* bir yerden gitmek hiçbir zaman orayı terk etmek değildir. her zaman giden bir şeyleri yanında götürüyor ve karşılığında kendinden bir şeyler bırakıyor.

* kendisini çekiç sanana her şey çivi görünür.

13 Ağustos 2015 Perşembe

on üç ağustos

"bir üfleyişte kaç mum söndürebilirsin şimdi?" sorusu çıkınca bahtıma, çalışmadığı yerden sorulmuş öğrenciler gibi yapıyor, konuyu değiştiriyorum.

geyikli gece'nin son dizesine gidiyorum koşarak:

"uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum".

11 Ağustos 2015 Salı

katkı

mütevazı bir katkı.

ama "kaos"a değil. "hangimiz sevmedik çılgınlar gibi?" diye sormakla yetinmeyip, fırsat bu fırsat diyerek yanına bir kaç "zor" soru daha ekleyen müslüm gürses'in kendi sorusuna verdiği "deli gibi sevmek ruhumuzda var" cevabına katkı.

hepimiz suya nakışlar çizen birer çılgın değil miyiz?

10 Ağustos 2015 Pazartesi

günün sorusu: eğitim - öğretim

yağmurla hüzün, denizle özgürlük, gece ile kötülük arasında gerçekten bir ilişki var mıdır, yoksa bu gibi eşleşmeler, kitaplar, filmler ya da birileri dediği için mi bize öyle gelir?

7 Ağustos 2015 Cuma

tehlikeli şiirler: yirmi bir

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
cemal süreya'dan bir şiir* mesela
"Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Şöylelemesine maviydi kör oldum
Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?"

*: sizin hiç babanız öldü mü?

5 Ağustos 2015 Çarşamba

bir ilyada hikâyesi

selçuk burada. bu vesileyle onun "pis adam!" deyişini taklit eden(!) eski zaman kadınlarına selam olsun.

müstehzi bir ifadeyle "sanki ilk defa orada" diyeceklere, "haklısınız," dedikten sonra, amacımın selçuk'un varlığının varlığıma eklemlenen dost yanından bahsetmek olmadığını da belirteyim.

buradan, "o halde bu bahis neden," sorusunun cevabına geçebiliriz.

*

bundan yıllar önce yolum denize karşı bir şehre düşmüştü. kız meselesiydi. onu göremediğim zamanlarda şehrin sokaklarında dolaşıyor, iş hanı ve pasajların bodrum katlarında kalmış dükkanları keşfediyordum.

şehrin tek sinemasının olduğu iş hanında bir sahafa rastladım. sinemadan çıkışta, seyircileri dışarı götüren merdivenin sonunda karşıma çıktı. camekanda "satılık ve kiralık kitaplar" yazıyordu. içeri girdim.

sahibi kıyafetine özen göstermeyi yıllar önce bıraktığı belli, seyrek beyaz saçları darmadağınık, ellerinin üzerindeki damarları kolayca sayabileceğiniz kadar zayıf, yaşlı bir adamdı. selamlaştık. o elindeki kitabın tamirine geri döndü ben de rafların bir adım gerisinde durup kitap sırtlarını seyre daldım. sonra da rafları yormaya başladım.

ilk dikkatimi çeken insanlar yaşadıkça olmuştu. ilk defa küçük bir çocukken izlediğim ama daha sonra defalarca izleyeceğim, çocuk aklımla ve kalbimle beni çarpan from here to eternity'ye senaryosunu veren bu kitaba nasıl kayıtsız kalabilirdim ki? üstelik nasıl unutabilirim?

sonra o ikisini gördüm. ilyada ve odysseia... ilk aşk gibiydi. gerçekliğinden emin olmak için bir süre bekledim. dokunursam altın tozuna dönüşeceklerdi sanki. ya da elim boşlukta yol alacak, aslında hayal gördüğümü fark edecektim.

nihayet cesaretimi topladım. ya da heyecanıma yenildim. elimi sander yayınları'ndan çıkma hazineye uzattım. azra erhat ve a. kadir çevirisi. düşünüyorum ve o güzellikte başka bir kapak gelmiyor aklıma.

ilyada ve odysseia'yı henüz okumamıştım ve öyle hissettim ki eğer okuyacaksam bu kitaplardan okuyacaktım. o ana kadar okumayışımın nedeni de bu kitaplardan okuyayım diyeydi.

bu üç kitabı aldım. heyecanımı belli etmemeye çalışarak dükkan sahibinin karşısına yürüdüm. kitaplara baktı; insanlar yaşadıkça'nın fiyatını söyledi. diğerleri satılık değil kiralıktı. ne? kiralık mı? "hepsi buraya kadarmış ahbab!..."

kitapları ilk gördüğüm anda hissettiğim aşka benzer duygular benzerliği geçmiş aşk olmuştu: birincisi; kitabı kiralayıp, okuyup sonra da iade edecek kadar zamanım yoktu. ikincisi; altını çizmeden kitap okuyamazdım. üçüncüsü ise, o iki kitap benim olsun istiyordum.

tam bir yıl sonra yeniden girdim o dükkana. güzel bir tesadüfle selçuk da o şehirdeydi. evet, kız meselesi. bir yıl boyunca benden dinlediği hikâyeye bu defa yerinde şahitlik etti. dükkan sahibi adamın sanki beni tanıyormuş gibi şehvetle "onlar satılık değil, kiralık" deyişini, bunun üzerine "eğer bu kitaplara olan ilginiz ticari, amacınız kiralayarak para kazanmak ise ben size yeni baskılarını alayım siz de onları okurlara kiralayın," deyişimi ve karşılığında aldığım "olmaz öyle," yanıtını yerinde gördü. hatta bana kiralayıp iade etmemeyi teklif etti. bunda benim hiçbir suçum olmayacaktı. eğer bu yüzden günah defterine bir satır daha eklenecekse de sorun değildi. "gerek yok," dedim. nasıl olsa bulurdum bir yerlerde. uzun süre aradım. ve nihayet odyssiea'yı ankara sahaflarından birinde buldum. ama ilyada yoktu.

bu iki kitap yüzünden hiç olmadığım kadar aptal ve kaba davrandığım, sonrasında kalp kırdığım da oldu. oysa beni mutlu etmek istemiş, internetten bulduğu iki kitabı benim için satın almıştı. "izin vermediğim birisi bana asla aşık olamaz" gibi davranmıştım. bu ne cüret? ne hakla bana hediye alıyorsun?

bir yaz tatilinde ilyada da ortaya çıktı. basri amcanın kitaplığında. çok okuyan, kitaplarına muhabbetle bağlı bir adam. emekli tarih öğretmeni. selçuk'un babası. selçuk'a "onu istiyorum!" dedim. bu istediğim karşısında selçuk'un içinden geçen ürpertiyi görmeliydiniz.

yıllar sonra. nihayet başardı. buraya geldiğinde yolculuk çantasında ilyada da vardı.

*

ona itiraf etmediğim bir şeyi belki burada itiraf edebilirim. modern zamanlarda ne kadar yol filmi ya da anlatı varsa, hepsine esin kaynağı olmuş bu kitapları okumadan da ölebilirim. çünkü benim kahramanım bir süredir stick man.

tek amacı eşine ve üç çocuğuna dönmek olan çubuk adam...