28 Kasım 2012 Çarşamba

kutsal metinler

oturduğu rahat koltuktan kalktı adam.

ellerinden çıkma bir kaç cümle taşıyan kağıdı parmak uçlarıyla masanın diğer tarafında oturan muhatabının önüne iterken, içinden, "bir hayatı, ısmarlama bir hayatı bırakıyorum/ görenler üstünde iyi duruyor derdi her bakışta,"* diyordu.

bence haklıydı. en az, "yanlış hayat doğru içermez," diyen adorno kadar haklıydı.

tarih kasım, altında imzasıyla adı-soyadı.

iki hafta sonra taşınacağı evin adresi.

şehre belki, ama o sokağa bir daha uğramayacaktı.


*: i.özel, mataramda tuzlu su

25 Kasım 2012 Pazar

cinayet

"bugün artık biliyorum: hayatın bizlere verip verebilecegi tek ödül, tek armağan, sevgi dolu bir insandır ve biz böyle bir insanı, ilk fırsatta katlederiz. sonra da, ömür boyu, bu asla bağışlanmayan günahın lanetini sırtımızda taşırız."*

öylelerine selam olsun....


*: aslı erdoğan, kabuk adam

21 Kasım 2012 Çarşamba

sonradan görmek

ikinci körlük, yani " önceden görüp sonradan kör olanlar, yani doğuştan kör olmayıp daha sonra hastalık ya da kaza sonucu kör olanlar"ın trajedisini daha önce konuşmuştuk.

peki ya tersi olduğunda?

*

insanlar doğduğunda gözleri kapalıdır. gözleri açıldıktan sonra da ancak parlak, renkli ve hareket halindeki nesneleri görebilir. öyle ki, başını çevirdiğinde bu hareketli nesneleri görmeye devam edeceğini öğrenmek için zamana ihtiyacı olduğundan artık göremediği şeylerin dünyadan ayrıldığını sanır. (belki de doğrusu budur. kim bilir?)

dokunma, duyma, koklama gibi diğer duyularla gördükleri arasında bir ilişki kurmayı öğrenmek bile başlı başına bir maceradır. iyi ki bellek sanıldığı kadar güçlü değil; iyi ki, aynadaki aksimizin biz olduğunu anlayana kadar yaşadığımız çelişkileri hatırlamıyoruz.

aklımıza gelmeyen bir başka konu da, "görmek"in uzun bir öğrenme süreci gerektirdiği ve görsel belleğimizi adam edecek nice tecrübeye ihtiyaç duyduğumuz.

hal böyle olunca da, "bakmak"la "görmek"in aynı şey olduğunu sanıyoruz. (bu cümleyi entelektüel tavır peşindeki ergenler gibi değil, bilimsel bir cümle olarak söylüyorum.) bu nedenle, yeşilçam filmlerindeki iki de bir kör olan ve bir süre sonra mucizevi biçimde görme yeteneğine kavuşan kahramanların etkisi var mıdır bilinmez ama büyük bir yanılgıyla körlerin gözleri açıldığı anda görebileceğini düşünüyoruz.

oysa görmeyi öğrenmek, gördüklerini anlamlandırmak uzun ve zorlu bir öğrenme süreci gerektirir. üstelik, belli bir yaştan sonra yeni bir yabancı dil öğrenmek gibi astarı yüzünden pahallıdır. görmeyi öğrenmek tam manasıyla işkenceyi hatırlatan bir sürece, körken hayatını kolayce idame eden kişi de, gözleri açıldığında gölgesine takılıp düşmekten korkan, sağ profilini gördüğü birinin sol profilini başka biri sanan, nesnelerle arasındaki uzaklığı ayırt edemeyen bir "görme" engelliye dönüşüyor.

sonuç olarak, yaşamı kavrayışı görenlerden çok farklı olan bu kişilerin gözlerinin açılmasıyla birlikte sadece görmeyi öğrenmesi değil tüm kişiliğini yeniden inşa etmesi gerekir.

başka bir nokta ise, oliver sacks'ın dediği gibi, "gören biri olarak yeniden doğması için, kör olarak ölmesi gerekiyor. en büyük felaket ise iki dünyanın arasında, ölü ve doğamayacak kadar güçsüz kalmak."

belki de asıl trajedi budur.


notgibi: izin verirseniz, "nasıl da bir aşk sonrasındaki yeniden başlama çabalarını hatırlatıyor," diyeceğim. nasıl olsa, eski mısır mimarisini anlatan bir kitaptan öğrendiğim mühendislik terimi stabilite kırılması'na yüklediğim manayı bilenler, "ilk vukuatı değil," diyecek, şaşırmayacaktır.

18 Kasım 2012 Pazar

yılın ilk nergisleri

o şarap sürahisinde şimdi nergisler var.

kadınlar pazarında hoş bir tesadüfle karşıma çıkan yılın ilk nergisleri...

oda yılın ilk nergislerinin baş döndüren kokusuyla doluyken, bir defa daha oturduğum masanın sağ tarafına bakıyorum ve şarap sürahisinin içine zorla sığdırdığım nergisleri görüyorum.

sallandığı takdirde küçük prens ile yanındaki koyunun üzerine karla beraber yıldızlar yağdıran kar küresi ise bu manzaranın gerisinde, kitaplığın üst rafında. hemen yanında ise üzerinde hırkasıyla jeffrey "dude" lebowski'nin en ufak titreşimde kafası çılgınca sallanan bir biblosu.

bu yazı tarihime yılın ilk nergislerini not düşmek için.

yüzümde ise tebessüm.

hâlâ...

17 Kasım 2012 Cumartesi

haftanın olayları

kabul, hiç bir zaman "iktidar" olmadım, hep "muhalefet"tim.

ve "devlet" olmamak için "devlete karşı" olmaya gerek kalmadığını, "devletin dışında" olmanın yettiğini hep bildim.

çoğu zaman toplumun, dinin, ailemin ve devletin kurallarına uyduğumu bile söyleyebilirim.

ama gün gelip arabeske düşkün bir yanım olduğu için vatan haini olabileceğimi düşünmemiştim.

bu vesileyle, sonrasında "bana göre," şerhini düşerek de olsa "arabesk dinlemek vatan hainliğidir," diyen bin bir temel eser, büyük türk düşünürü, vatansever, geriden gelerek ataklara destek olan defansif orta saha ve devlet sanatçısı fazıl say'a selam ederim.

*

adını ilk defa duyduğum zamanı iyi hatırlıyorum. çiğdem anad, müjde ar, pınar kür ve aysun kayacı'nın birlikte kotardıkları haydi gel bizimle ol'lardan biriydi. yakışıklı bir adam olduğunu, ortaokula mersedesle gittiğini, beraber olduğu kadını uçurduğunu falan söylüyordu.

değişen iktidarla birlikte el değiştiren "para"nın en büyük adreslerinden birine dönüştü zamanla. biraz da şanslıydı; binadan başka bir şey üretemeyen bir coğrafyada, istanbul evlerine deniz kumuyla katkıda bulunan bir aileden geliyordu.

kadınları uçurup uçurmadığını bilmiyorum ama sinan çetin'in onu uçurduğu muhakkak. sinan çetin'e haksızlık etmeyelim yine de, o sadece işini yapmış, büyük bir egoya ayna tutmuş da olabilir. ama istanbul'u her sahnede bileğinde ayrı bir saat ve yüzünde fondötenle ve tabi ki at sırtında yeniden fethettiği reklam tartışmasız biçimde zirveydi.

aynı adamı, 'imaj meykır'larının bütün çabalarına bozulmuş makyajı, aman dileyen ifadeyle, "usül hatası yaptık," derken görünce, adaletin bazan mümkün olabildiğini hissettim.

beter olsun...

*

hatırlarsanız, ömer yalçınova'nın hayri turgut uyar'la yaptığı nefis söyleşiyi bu sokakta paylaşmış, beni heyecanlandıran bazı yerlerin altını çizmiştim.

oğul turgut uyar'ın ortak olduğum dualarında biri de, "turgut uyar şiiri denilince benim aklıma "büyük saat" gelmiyor, tek tek kitaplar geliyor. babamın şiirlerinin topluca değil, kitapların asıl halleriyle basılmaları en büyük hayallerimden biri," dediği yerdi.

biz yapı kredi yayınları'ndan sesimizi duymasını ve bu isteği ciddiye alarak 'turgut uyar şiirleri'ni "büyük"lükten kurtarmasını beklerken, onlar "dünyadan çıkış yolları"ndan birini nihayet yirmi dokuz ekimde bulan sami baydar'ın kitaplarını "toplu eserler" olarak basacaklarını sosyal medya kanalıyla duyurdular.

oldu mu şimdi?


notgibi: gazze bahsini unutmadım. sadece utancımdan sustum. bu büyük utanç hepimize yeter.

16 Kasım 2012 Cuma

ilk izlenim için tek bir şansın vardır: sekiz

hilmi yavuz, yara şiirleri adındaki yeni kitabıyla sahne alınca, yedi yıl kadar önce can bahadır yüce ile gerçekleştirdikleri ve şiirim gibi yaşadım adıyla yayınlanan nehir söyleşiyi hatırladım. ünlü şairin rahle-i tedrisinden geçen, böylece oldukça genç yaşta yaslı mızıka'yı yayınlayan can bahadır yüce, üzerine düşen görevi yerine getirmiş, şairi iyi konuşturmuştu.

şiiri ve sanatıyla birlikte yaşam öyküsünü de anlatır hilmi yavuz; geçirdiği dönüşümleri, bir entelektüel olarak şahit olduklarını tarihe not düşer.

ve "ilk izlenim" bütün bunlar arasından sıyrılıp bizi bulur.

*

hilmi yavuz o sırada otuz dokuz yaşındadır ve harbiye'deki gelişim yayınları'nda çalışmaktadır. sık sık uğradığı osmanbey'deki sander kitabevi'nin sahibi necdet sander ara sıra "editörümüz nuran hanım," dedikçe, hilmi yavuz'un aklına "kırk beş- elli yaşlarında, biraz kaknemce falan bir kadın" gelir, üzerinde durmaz. oysa nuran ülken otuz iki yaşındadır. ama kader ağlarını örmüştür.

bin dokuz yüz yetmiş yetmiş altı yılının başında bir kış akşamüstü, olur olacak olan:

"oturuyoruz, dükkân da tenha, hemen hemen kimse kalmamış. içeriye genç bir kadın girdi. doğruca, necdet'in yanına geldi. ilk bakışta aşk belki de böyle bir şey. ben o an kayboldum... kesinlikle kayboldum. necdet bizi tanıştırdı, nuran hiç bakmadı bile bana. nasılsınız, falan dedi, necdet'le konuşmaya devam etti. ben öyle kalakaldım. gerçekten büyülenme diye bir şey varsa, öyle donup kaldım. ondan sonra ben, ne yapsam etsem de onunla bir daha karşılaşsam diye düşünmeye başladım. necdet'e geliyorum, oturuyorum, hani belki tekrar karşılaşırız diye. ya daha önce gelmiş oluyor, ya gelmemiş oluyor."

15 Kasım 2012 Perşembe

günün sorusu: daha çok

küçük bir çocuğa ebeveynlerinin yanında sorulan, "anneni mi yoksa babanı mı daha çok seviyorsun," sorusundan daha büyük zalimlik olabilir mi?

12 Kasım 2012 Pazartesi

yollar

"çünkü yol, belki de esirgenmiş mutluluğun kol gezdiği bir dünyada “gitme”nin ayakucuna dek inen bir kelimedir. belki de dur durak bilmeden akıp giden bu tekinsiz gidişe en iyi onun içindeyken ve “yolda”yken katlanılabilir, tıpkı yalnızlıkla ancak bir başınayken baş edilebileceği gibi…"*

beni sabah sabah "arka kapak enteli"ne dönüştüren bu kitap, ayrıntı yayınlarından çıkan, hüseyin köse'nin derlediği flanör düşünce.


*merkez üs: http://ayrintiyayinlari.com.tr/kitapDetay-599-flanor-dusunce.html

11 Kasım 2012 Pazar

tarihçe

serbest uyarlama: yıl iki bin altı isa'dan sonra, bu gece çok ağladım, aylardan kasım, gün unuttum.*


*: yalan!..

9 Kasım 2012 Cuma

bir masada iki kişi: karşılıklı anlayış

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- o kadar şaşkınım ki ne diyeceğimi bilemedim.

- belli oluyor... neredeyse beş dakikadır susuyorsun.

- çünkü az önce bana, "ya sen gel ya da izin ver ben sana geleyim," dedin.

- öyle dedim.

- ama sen böyle bir şey demezsin.

- ama dedim. ve sözümün arkasındayım.

kısacık suskunluğu gözlerine yerleşen öfke dolu parlaklıkla son buldu.

- bir dakika... bunu söyledin, çünkü her ikisini de kabul etmeyeceğimi biliyordun. gelmeyeceğimi bildiğin için "gel," diyorsun. "izin ver," demen de bunu istemeyeceğimi bildiğin için.

*

kabul etmeliyim, birbirimizi çok iyi anlıyorduk.

7 Kasım 2012 Çarşamba

notlar, yeraltından...

her kasım olduğu gibi dostoyevski.

bu defa 'yeraltından' bildiriyor. 'notlar'la...

aslında, "biz," derken, savunmasını "beni hiç kimse anlamıyor," diyerek inşa edenlerin, kendinden başka herkesi özellikle de kaderi suçlayanların yüzüne ayna tutuyor.

*

"...romanın bir kahramana ihtiyacı vardır, burada ise bir anti-kahramanın bütün özellikleri sergilenmiştir. üstelik bu durum hoş olmayan bir izlenim bırakır. çünkü biz hayatla bağlantımızı kaybetmişiz. hepimiz sakatız, hem de her birimiz. bağlantılarımız o kadar kopuk ki 'gerçek hayat'a karşı tam bir tiksinti duyuyoruz. bu yüzden de bize bizi hatırlatan insanlara kızıyoruz. o kadar ileri gittik ki 'gerçek hayat'a bir yük olarak bakıyor ve kitaplarda bulduğumuz yaşamın daha iyi olduğuna inanıyoruz. peki bazen neden bir gürültü koparıyoruz? neden kendimizi aptal yerine koyuyoruz? ne istiyoruz? kendimizi tanımıyoruz biz. aslında bizim anlamsız dualarımız kabul edilecek olsa bu bizim için daha kötü olurdu. örneğin, bize daha fazla özgürlük verin, ellerimizi çözün, faaliyeterimizin alanını genişletin, kontrolü gevşetin, evet... evet sizi temin ederim işte o anda tekrar kontrol altına alınmamız için yalvarmaya başlarız. bunun için bana kızdığınızdan eminim. hemen bağırıp ayaklarınız yere vurmaya başalayacaksınız. "kendi adına ve karanlık köşendeki sefil yaşamın adına konuş, 'hepimiz' demete nasıl cesaret ediyorsun?" diyeceksiniz. ama bakın beyler, bu 'hepimiz' ile kendimi haklı çıkarma derdinde değilim ki. bana gelince ben hayatımı sizin yarısına bile gelemeyeceğiniz aşırı uçlara kadar götürdüm. ayrıca siz korkaklığınız matah bir şey sandınız ve bunda bir rahatlık buldunuz, kendinizi kandırdınız. belki de ben sizden daha hayat doluyum. gelin yakından bakın.

daha bir yaşamın ne olduğunu, nerede bulunacağını bile bilmiyoruz. kitapları da alın ve bizi rahat bırakın. şaşkınlıklar içinde kendimizi kaybedelim. neye sarılacağımız, neye tutunacağımızı, neyi sevip neden nefret edeceğimizi, neye saygı duyacağımızı, neyi aşağılayacağımızı bilmeyelim. insan olmak, hem de canlı kanlı insan olmak bize zor geliyor. bundan utanıyoruz. bunu rezillik olarak görüyoruz. 'vasat' insanlardan olmak için elimizden geleni yapıyoruz. biz ölü doğmuşuz. kuşaklardır kimseye babalık yapmamışız. gitgide daha kötü oluyoruz. bundan tat alıyoruz. çok yakında fikirler bizi dünyaya getirecek. ama bu kadarı yeter! artık 'yeraltından' başka bir şey yazmak istemiyorum."

6 Kasım 2012 Salı

sponsor

her şey, eğer cevap vermezsem susmayacağını belli eden ev telefonun çalmasıyla, daha doğrusu o ses yüzünden uyanmamla başladı.

arayan suratsız'dı.

ilk önce mesai arkadaşlarından birinin tanıdığı dini konularda malumat sahibi bir amcaya danışmış, fitre ya da zekat sayılamayacağı gibi benim durumum göz önünde bulundurulduğunda sadaka da sayılamazmış. bunun üzerine muhasebecisiyle görüşmüş ve muhasebecisi vergiden düşebileceğini söyleyince önümüzdeki yıl berlin yarı maratonu'nda sponsorum olmaya karar vermiş.

vnf. bu yazı ile sponsoru suratsız'a bir defa daha teşekkür eder.

4 Kasım 2012 Pazar

sacrifice*

tavan aydınlatmaları yerine masa üstü lambalarını, kaçınılmaz biçimde abajurları sevdiğimi hatırladım bugün. "sana bugün bir abajur aldım" telefonlarını, mektuplarını...

biliyorum, küçük iskender ve sacrifice'ı olmasaydı bu şarkı da olmazdı. pek bir numarası yok. radyoda içinize herhangi bir tortu bırakmadan çalar geçer. ancak özellikle dinlerseniz farkedersiniz.

şarkı söylemez ama "when jealousy burns", yani kıskançlık içinizi, dışınızı, kalbinizi yakıp yıktığında, düşünmemek için erkenden uyuduğunuz uykuların bir yerinde uyanınca kendinizi nasıl ana rahmindeki halinizle sol yanınız üzerine uzanmış, kıskançlık ateşiyle kıvranırken bulduğunuzu hatırlarsınız.

hep olduğu gibi son sahnede ise kalp soğuk, kurban yok. sadece iki ayrı dünyada iki ayrı kalp.

insanlık kaderi...

*elton john, sacrifice

tehlikeli şiirler: altı

 bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla.
küçük iskender'den 'sacrifice'* mesela...

"sana bugün bir abajur aldım:
birşeyin ucunda durur da yeşil chevrolet
kapıları açık, baltimor plakalı, usta işi
teybinde elton john'dan sacrifice
biz sahile doğru yürümüşüz
ayakizlerimizde ölüp erimiş peri pelerinleri
periler birbirine düşman, pelerinler birbirine küs

sana bugün bir mektup yazdım:
en çok
en çok güllerden sözettim
saydam, renksiz, özgür güllerden
bir gül olmak korkusundan
nedenini hatırlamıyorum ama ağladım
sağda solda yakılıp unutulmuş sönmüş sigaralar
'canım...' diye başlanılıp
yarım bırakılmış bir sürü kâğıt parçası
ruh parçası
aşk parçası
buğu parçası
haz parçası
paramparça içime paramparça bir kış gelmiş
biliyor musun ben daima
kışları saklanırım kan

kan ödüldür açıkçası
sana bugün bir kurban kestim
hala ağrıyor ve akıyor bileklerim
gelip geçici bir seyahat
üzerinde konuşulmamış bir sevgi
karşılıklı hoyrat kullanılmış bedenler
aynı dalda karşılaşan iki çocuk sincap
dal, ağacına düşman, sincaplar birbirine küs
dudaklarda müstehzi bir hal
yani bir yere vurup kaybolan far ışığı gibi
bir an aklıma vurup kaybolan o fevkalade hayal
vurup kaybolan ruh ve aşk parçaları
beyaz ve terli alnımda belirip dolaşan
delikanlı tanrının eli
usulca düzeltirken ıslak kahkülümü
otuz yıllık ömrümde ilk kez düşledim ölümü
bugün sana abajur aldım, bir mektup yazdım
sana, diyorum, bugün bir abajur ve mektup
ben bugün sana öldüm başkasına değil
hani o chevrolet yeşil, kapıları açık
teybinde elton john'dan sacrifice
avcumda, pembe, ziftli bir alyans
vurup kaybolan buğu ve haz parçaları,
biriktirdiğimiz
zamanla biriktirenle biriktirilenin
birbirine karıştığı

ben de bir eşya mıyım diye düşündüğü
üzüldüğü şey
bir tüy gibi yanınıza gelip
bir tüy gibi dokunup ürpertip
sonra
sonra geri çekildiği... sacrifice...

koskoca bir aralık ayını müzikle geçirmiştik
sokaklarda elimizde şarap şişeleri
adlarımızın yanyana olduğu
kalpler kazımıştık ağaçlara
modern çağın gereklerine inat,
biz romantiktik biz birbirimizi seviyorduk
biz ayrılmayacaktık biz arabesktik biz...
bugün bir abajur aldım sana
eve geldim
yatağın hep sol tarafında yatardın
sol taraftaki başucu sehpasına yerleştirdim onu
bir ampul taktım sarı soft hep istediğin gibi
ışığında bir mektup yazdım sana
teypte elton john'dan sacrifice
beni terkettiğini bildirdiğin o telefon konuşması
gözlerinin gencecik mavisi
birden başlayan, o telaşla, bütün gece yağan
yağmur geldi hatırıma
nedenini hatırlamıyorum ama ağladım
yüzüme kapanan ellerin
yüzümü yeryüzüne karşı perdeleyen ellerin
o okyanus ellerin geldi hatırıma
kaset sustu kapandı yeşil chevrolet'nin kapıları

tuvalette sarıldım jilete hasretle öptüm
ampul patladı bir anda alev aldı abajur
kan ödüldür
kanımı bu gece dışarı gezmeye çıkarttım
tenler birbirine düşman, âşıklar birbirine küs
nedenini hatırlamıyorum ama utandım
utandım"
*: periler ölürken özür diler, "mavi özgür'e" ithafıyla

2 Kasım 2012 Cuma

manifesto

orhan ka.: orhan gencebay hayranı bir baba ve üç kızdan sonra doğan ilk erkek çocuk olunca bu isim kaçınılmazdı. yetmiş birli. bu yüzden hayat karşısında biraz kırık ve fenerbahçeli. sadece ikinci el kitap okuyor.

*



come rain or come shine ya da  
                                            kendisi olmaya lanetlenmişler manifestosu.

bu şairane yaşamımı -esirgeyen ve bağışlayan direnmenin adıyla- saframızla kesemizi birleştiren anatomi bilimine, aşkı farmakolojik vaka addedebileceğini sanan bütün doktorlara, kaypaklığa, ihanetlere, insan kalpazanı paralara, sivilcelere, pahalı zevklere, ucuz cesaretlere ve bunların metropol, şehir, kent, kasaba, köy ve mezra insanlarına, varsıllıkla yoksulluk meseli olan bu hayatta -aslında bilim olmayan başka türlü sosyal bilim spekülasyonlarıyla süslemeyin n’olur- illaki yoksulluğa; yani ablamı okul birincisiyken okuldan alıp zurnacının oğluna veren, teras katta çatısı cam olan evi aldırmayıp yağan yağmuru ve karı görerek uyumamı engelleyen yoksulluğa, gelince mertliği kapıdan aşkı da bacadan kovan yoksulluğa...

köşelerinde kurdukları devrimci nostaljilerin, kürtajların ve tatil yanığı tenlerinin karşısına dikilmeyecek olan beridekilere...

açıp sözlüklere, kitap sırtlarına ve önsözlerine bakabilirsiniz. oğuz atay hüznünüze malzemedir nasıl olsa. nazım’ın görkemli bir dizesi aklınızda, necip fazıl bir ahlak adamı: taşrada bir anayurt oteli...

sarhoşken hepiniz birer gregor samsa, ayıkken yeşil kart alabilirsiniz yoksulluk belgesini muhtarınızdan iki türk lirası karşılığında. cimrinin parasına gıpta eder, asıl hazinesi olan tavrına hayranlık duyarsınız. aşırı düşkünlüklerinizin, ahlak gevşekliklerinin ve saçmalamalarınızın pratik değerini kanıtlamak için doğduğunuz toprağı ne de çabuk tevekkül ve demokrasinin batıl inançları da dâhil tüm rejimlere tahammül etme melekeniz var; bir taraftan yücelmek için öbür taraftan bozulmayı aynı anda kontrol altında tutabilirsiniz.

biliyorum siz burayı çalışarak kazandınız. biliyorum çoluk çocuk okutur, tatil yaparsınız işten vakit bulunca. gözünüz fakire uzanan eldedir, paranızı bankaya devlet ödemektedir ve hak etmektesinizdir toplu konuttan ev alma garantisini. kiracınız hazırdır ve malınızı faşist dedikleriniz korumaktadır. saçınız arkadan bağlı, visconti filminden uyarlama hüznünüz, iftar çadırında sıranız...

sizlere adıyorum; ama lütfen fakirin hüznüne yamanmayınız! bir de burjuva sınıfına adıyorum adanması gereken ne varsa! hani zengin olmayıp zengin gibi yaşayan, fakir olmayıp fakirlik edebiyatı yapan, idealleriyle yüksek yaşamaklarıyla sıradan olup gülüşleriyle dişlerimi kamaştıranlara...

hayatı olumsuzlayan ya da erteleyen 'umut'u ethik diye sunup yapıcı fanteziyi bir sınıf atlama düşüne indirgeyen umut ideologlarına, adına ethik dediğimiz bu evrensel doğruya iyi gelen davranışlar bekleyen tatlı su frengisi tabakalara, toplumsallaşmaya psikolojik bir tasmayla bağlı olup nasıl yiyeceğini, nasıl spor yapacağını, nasıl sevişeceğini, çocuklarını nasıl yetiştireceğini bile uzmanlardan öğrenip aşağılık duygusunu ırklar arası eşitlik, cinslerin eşitliği, fakirlere yardım, savaşa hayır, genel olarak şiddet karşıtlığı, ifade özgürlüğü, hayvanlara iyi davranma kategorileriyle mutlaklaştıran, emeği kitaplardan, acıları gazetelerden öğrenen çağdaş solcu aydınlarımıza...

hayal gücü yoksunluğu abartılı bir görev ve itaat duygusuyla telafi edilmiş ve bir mezbahaya girse midesi bulanacak et paketleme şirketi yöneticisine benzerken, kendini amacının yüceliğine ikna ettiği için politik, ekonomik, sosyal ya da dini fikirler bütünlüğünden mutlaklaştırdığınız ideolojilere amaç olarak bakan gaz odası odacısı kalpsiz insan kasabı moronlara adıyorum. resmi inançlarının her zaman organizatörler ve canilerle bir ittifakı söz konusuyken, zulümlere olanak veren en önemli özellik, vicdanları devlet ideolojisine olan itaatkârlığıyla insanlığı sloganlar, yaftalar ve inançlarla manipüle edilen, yakınında patlayan bombaya, yakmaya yıkmaya karşı görünüp de yozlaşmaya, adaletsizliğin pençesinde çürümeye ses çıkarmayan; okulu var eğitimi, mahkemesi var adaleti, camisi var dini, kalbi var vicdanı yalan tüm afazi hastası topluma adıyorum.

biyolojik gereksinmeleri zaten karşılanınca yapay amaçlar edinip bu amaçlarının yapaylığıyla arkadaş çevresini belirleyen gereksiz yere aşırı toplumsallaşmış insanlara...

çağdaş toplumlarında önemli önemsiz bir beceri edinmek üzere bir eğitimden geçmek için asgari çabaları yeterliyken, sonra da işlerine zamanında gelip işin gerektirdiği mütevazı çabayı göstermesi yeterli olan sizlere; bütün gerekeni makul oranda akıl ve çokça itaat olan kişilere...

ebeveynlerinin hak bellediği tanrısal çemberin içine doğmuş olmanın kazandırdığı korunaklı olanaklarıyla okuyan, dershaneye giden, üniversiteye giden kurslara giden, arabası hazır evi hazır aynı mezhepten karısı- kocası hazır mide bulandırıcı beşiklerinden mide bulandırıcı mezarlarına kadar toplumlarının gözbebeği gibi baktığı, biyolojik ihtiyaç giderme çabasında yaşamın yoksulluk bahçelerinde haysiyetleri için eşelenen insancıkların çabaları saçma sunulduğu için kendi yapay etkinliklerini amaç edinmiş paragöz servet adamlarına…

kafalarını kendileri taşıyıp başkalarına kullandıran, bedenlerini kansızlığın disiplinine ve zihinlerini unutuşunkine tabi kılarak çeviri yaşamlarını dipnotların ve italiklerin huzurlu gölgelerinde sürdüren bilim insanlarına, doğuştan iyi gelmiş ellerini satranç zihniyetiyle oynadıkları oyuncak sevdalarında bile zar tutanlara, kötü gelmiş ellerini iyi oynamaya çalışan insanlara, çocukken sorulduğunda öğretmen, avukat, mühendis doktor olabilme hayallerinin ederi birkaç küçük bilye tanesiyken çaresizliği öğreterek her şeylerine belirsizliği egemen kılanlara, çocuk ölümlerinden cevaplar arayanlara, devrimi reformdan zor gösterenlere, herkes sustuğu için susanlara, konuşmak için başkalarının konuşmasını bekleyenlere, konuşurken bağırmayanlara, sessiz kalışlarıyla vicdanlarda kapanmaz yaralar açanlara, tarihin apış aralarına sokulup her katmanda açılan kanatlarıyla beyinleri ve yürekleri akrep üretirken, düşüşleri ne hitler’in düşüşüne ne yarışan atların tökezleyişine benzemeyen ve her devirde her savaşta her kavgada güçlüden yana olanlara, her devirde her savaşta her kavgada hep kazananlardan yana saf tutanlara, kendileri sağ kalarak ölülere devrim şehidi, vatan şehidi, din şehidi sıfatları takan ölü sevicilerine, mezar taşlarından sosyoloji üreten tamahkâr toplumbilim tüccarlarına, hayatları kurmaca filmler gibi bir yanılsamayı duyarlılık yanılsamasıyla kâğıt mendillerini ıslatanlara, ıslattıkları mendillerinin eczası uçmasın diye özenle çantalarında saklayanlara, işyerlerinde sağduyulu ve ölçülü; alışverişte vahşi ve saldırgan, şahsiyet zaafına uğrayıp kapitalizmle vicdanı körebe, akılları köşe kapmaca oyunları oynayan, kalp diye göğüslerinin sol yanında korkak birer tavşan taşıyanlara, içte ve dışta, kesin ve keskin muğlâk ve muallâk görüntülerinin gövdesinden kendi içlerine düşen gözleriyle bakan; çiçek, gölge, taş, kar, dağ derinlik renk ve dumanla kendi çekirdeğine ufalmayı göze alamayıp güvende olmak adına çoğunluğa benzemeye çalışanlara, hep bir şeylerin kıyısından yansırken, hep bir yerlerden, hep başka biçimde, her zaman farksız, hep yansıtana göre, hep diğerinden, aslını bile bilmek zahmetine katlanamadıkları şeylerde kendilerini ararken alkış nerede yükselirse oraya koşarak, çekilince etraflarındaki altın yaldızlı çerçeve ve nerede oldukları belli olmayınca uğradıkları gerçeklik kaybıyla, her şeye ve hepsine rağmen kendisi olmaya devam edemeyenlere...

salınınca iki kol olanın sarılınca bir kucak olduğunun ayırtına varamayan, sonbahar yaprakları sıva gibi dökülürken ilk yağmurda ıslanmayan ürkek şemsiye insanlarına, özü olmayan kabuklar haline gelen sosyal unvanlarına kulluk ederken zamanla yarışıp da zamanı geçemeyen, geçse bile arta kalan zamanda ne yapacağını bilemeyen, hızlarının amacı kendileriyle sınırlı kullarına!..

ihtiyatınızın ebediyet deliliğinde dünyanıza yeni sayıklamalar lazım geldiğinde yaşamayıp yaşamın bir benzerini sürdürürken ölümden nasıl sakınacağınızı düşünerek ölüme tapabilirsiniz. takma başlarınızın üzerindeki takma perçemlerinizin, ödenmeyen borçlarınızın, tutulmayan sözlerinizin, yollara düşmeyi ve kaderlerinizle güreşmeyi göze alamamanızın bir mazereti var; yer gibi sağlam, gök gibi her yerde diyerek şanını yücelttiğiniz ama kanını emdiğiniz, kökünü kemirdiğiniz köhne bir devletiniz, allak bullak edici piyasalar, dinler, sanatlar, ülküler; boyalı pudra maskaralıklarınızla suratlarınıza sürdüğünüz (ıyyy) dilleriniz, üsluplarınız, retorikleriniz...

ve siz ey, süslü seremonilerin, sadakat gösterilerinin, ödüllerin, nişanların altında yamalı ciğerlerini, tahta cambaz bacaklarını gizlemeye çalıştığı fahişelerin gardıroplarından konuşanlar!!! meziyetlerinizden daha büyük bir varoluş kontenjanını elinde tutan zaaflarınız fiilin hükümranlığının önüne geçti. biliyorum zordur kabil’in çocukları olup habil’i tutmak, katilin soyundan gelip maktulden yana olmak…

spartaküs'e değil, atticus'a değil; haşmet ibriktaroğlu'na, martin luther king'e, marx'a, bob marley'e, peter green'e, otis rush'a, steve ray vaughan'a, andy kauffman'a, bach'a, mr. jones'a, cyrano de bergerac'a, muhammed ali'ye, şeyh bedrettin'e, imam şafi'ye, şakacı şirin'e, değil. turgut uyar'a, cahit zarifoğlu'na, cioran'a, romain gary'ye (emile ajar), mahir çayan'a, soljenitsin'e, miles davis'e, t.d.lemon 1900'e, cool hand luke'a, cat stevens'a, hannah arendt'e, ali şeriati'ye, charlie chaplin'e, ofsayt osman'a, zapata'ya, marcos'a, castro'ya, gözlüklü şirin'e, goofy'ye, kunta kinte'ye, ebuzer gıffari'ye, birdy'ye, dostoyevski'ye, marlon brando'ya, geronimo'ya, rory gallagher'a, maradona'ya, malcolm x'e, sacco ile vanzetti'ye, b.b.king'e, paul kossoff'a, robby fowler'a, mumia abu-jamal'a, sadri alışık'a, bruce springsteen'e, neil young'a, jomo kenyatta'ya, rosa luxemburg'a, martin eden'e, henry thoreau'ya, buffalo 66'e, bono'ya, victor jara'ya, kazım koyuncu'ya, al pacino'ya;

hayatımda artık bir boğazlı kazak imgesi olarak hep varolan, alkolden titreyen elleriyle uzun gri saçlarını alnından geriye doğru savururken hayat'ın yaşam'a çevrilmesi gerekirliğiyle ilgili yol haritasını kepek döker gibi kucağıma düşürmüş bulunan, iki ile ikinin eşit olmadığını matematikle ispat ederek çocukça hayranlığımı kazanmış, karşılaşmamızı artık tesadüflere bıraktığım odtü'de on iki eylül cuntasının tanklarına omuz atarak ilerletmedikleri bir adımdan bir dünya kazanan zafer abi'ye değil.

hayata karşı bir dağ gibi 'i got the blues' duruşuyla 'hayat kendisiyle pazarlık yapmaya değmez' fikrini yaşamımda somut olarak kendi üzerinde bedenlendiren, hiçbir kitaptan hiçbir filmden öğrenemediğim şeyleri bir mimiğinden, bir cümlesinden süzebildiğim, benimle dost olduğu için kendimi kendimle gurur duyduran nurullah abi’ye.

benden biraz yakışıklı cevo'ya. güzel gülüşlü ismail'e, içimdeki okyanus'a, sokrat'ın aklını isa'nın kalbini taşıyan gerçek insanlara, sabah ezanlarında yağan yağmura, 'gece yarısına bir saat var'lara, öğleyi bulan kahvaltılara adamıyorum!!!

ben allah’a inanırım -benim yüzümden birçok kişi allah’a inandı ama ben şimdi ateistleri ölesiye kıskanıyorum orası ayrı- belki de bu yüzden gözümden ırak olan gönlümden ırak olmaz. nefsimden ırak olur sadece. haa, bir de o şiirden o anlaşılmaz. tartışmayalım. eyvallah.

sevilmekle imtihan olan bir masumdu yusuf. yakup sevdi kuyuya düştü, züleyha sevdi zindana... hepsi bu.