30 Ekim 2016 Pazar

tehlikeli şiirler: yirmi altı

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
eren safi'den mürşidim kocakarı* mesela

"kendimi çok ölü hissediyorum bugünlerde
bir güneş düşüyor bir yağmur damlıyor
kendini bıçaklıyor günler
çirkin bir kız güzel bir kızdan özür diliyor
kendimi katil hissediyorum

esmiyor diye hayıflanırdım fırtına var
yalnızım derdim insandan geçilmiyor
insandan geçilmiyor; yalnızım.
allah'ım hayretimi artır! yok,
allah'ım hayret ver!
kendimi çok ölü hissediyorum

namaza durmalı abdest de alınır
bir kızı öpmeli kahvaltı yapmalı
gazeteyi uzatır mısın? biraz yürüyelim mi? günaydın?
sigarayla oynarsın yakmadan önce ki
düşünmeli insan bazen kısa süreler
evet namaza durmalı bir kızı öperek uyandırmalı
insan çünkü düşünmemeli bazen

insan ellerini yüzünü yıkamalı
birlikte porselen bir çaydanlıktan
dışarıyı seyretmeli dışarıda pencereden yağmur
içerde, içerde olmanın sıcaklığı
içerde içeriyle evli kızlar dışarıda aşık
evet bir kız dışarıyı seyreder ama evde oturur
evet bir ev içeridedir dışarıda yağmur
yine de namaza durmalı
yine de bir kızı öperek uyandırmalı

insan evini bahşeder, dışarıyı da
öpüşünü bahşeder kendini bahşeder bahşı bahşeder
insan bahşetmeyi bilmeli cömertlik öğrenilir
insan ellerini yüzünü yıkamalı."

*: birinci kısım 

26 Ekim 2016 Çarşamba

çağrı

feridun attar'ın ölümsüz eseri mantıku't tayr'da, "hz. yûsuf ve hz. yakup" başlıklı nefis bir bölüm vardır. ve bildik hikâyeye başka bir açıdan yaklaşır.

yûsuf babasından ayrı düşünce yakup'un gözleri ağlamaktan görmez olmuştur. dilinde de daima yûsuf vardır. nihayet, cebrail gelir ve "bundan böyle eğer yûsuf'un adını anarsan adını diğer nebiler arasından sileceğiz," der.

(tam burada, bazan ayet bazan hadis olduğu iddia edilen, aslında mevlana'ya ait bir sözü hatırladım: allah der ki: "kimi benden çok seversen, onu senden alırım,'' ve ekler: "onsuz yaşayamam deme, seni onsuz da yaşatırım.")

yakup, hakk'tan böyle bir emir gelince dilinden yûsuf'un adını anmaz olur. ama mübarek adı elbette gönlündedir. bir gece yûsuf'u rüyasında görür ve onu yanına çağırmak ister. ama hakk'ın yûsuf'un adını anmaması yönündeki emrini hatırlar ve perişan bir şekilde susar. yine de bir "ah!" geçer içinden. "ah!.." rüyasından uyanıp yerinden fırlayınca, cebrail gelir ve cenab-ı hak şöyle buyuruyor der: "gerçi yûsuf'un adını anmadın ama bir ah çektin. âhındaki manayı anladım. tövben bozuldu."

hüdhüd hikâyenin sonunu, "akıl bu işte. deliye divaneye döner. aşıklığın bize neler ettiğine bak," diye bağlar.

(böylece nar ağacı'nın zehra'sının, setterhan'la karşılıklı söyledikleri, "sen öyle çağırmasan ben böyle gelmezdim," cümlesi de manaya kavuşur.

"z" harfindeki eğik çizgiyi tam ortadan kesen, alttaki ve üstteki çizgiye paralel üçüncü çizgi de...

ve dahi, "i" harfinin kelimelerin üzerine rüzgâra maruz bir yağmur gibi eğik düşen noktası da...)

23 Ekim 2016 Pazar

çevirmenleri niçin öldürmeliyiz?*

çevirmen arkadaşlarımdan birine, bir kitabın yirmi sayfasını çevirmezsen ne olur, diye sormuştum. cevabı net oldu: hiçbir şey olmaz.

en iyisi baştan anlatmak galiba. ona da öyle yaptım.

*

şüphesiz, bir dilden başka bir dile geçen her cümle bazan çok bazan az ama mutlaka bir şeyler yitiriyor. bu açıdan bakınca bir kitabın başına gelecek olanı tahmin etmek hiç de zor değil. o yüzden arada köprü vazifesi gören çevirmenlik müessesenin önemi büyük.

sadece dili bilmenin yetmeyeceğini, edebiyat sevgisi ve edebi yeteneğin de bir çevirmenin olmazsa olmazlarından olduğunu hep söylerim. aksi takdirde ortaya çıkan metnin google translate'ten hallice bir toplam olacağını da.

bıkmadan örnek gösterdiğim gecenin sonuna yolculuk ve londra'da bir park, kalemleri de güçlü yiğit bener ve dost körpe yerine bir başkasının eline düşseydi en azından bendeki etkisi bu kadar güçlü olmayacaktı.

sadece güçlü bir kalem yetmiyormuş meğer. çevirmenin edebiyat bilgisine, genel kültüre ve iyi bir editöre de ihtiyacı varmış. aksi takdirde çıktı diye heyecanlandığınız, okuma listenizin en başına aldığınız bir kitap keyif yerine tedirginlik veriyor ve nihayetinde size bu yazıyı yazdırıyor.

*

her şey onuncu sayfada başladı: julien gracq'ın ünlü le rivage des syrtes romanı, orijinal adıyla yani fransızca yazılmış ve sayfanın altına 'yayına hazırlayan'ın notu düşülmüş: (isp.) karşı kıyı.

tam john fowles'dan sonra julien gracq'a kutsiyet izafe eden biri daha varmış diyordum ki, "karşı kıyı" da nereden çıktı sorusuna yanıt ararken buldum kendimi. hadi ispanyolca ile fransızcayı ayırt edememiş ve sözlük anlamından "karşı kıyı"ya ulaşmış olsun ama meslek olarak edebiyat yayıncılığını seçmiş bir kişinin sirte kıyısı'nı bilmiyor oluşu kabul edilemez.

elimde olmadan tedirgin oldum ve daha dikkatli okumaya başladım.

*

"american way of live" benim bildiğim dilimize "amerikan tarzı" diye yerleşmiş bir ifade. ama birebir çevirirseniz sayfanın en altına "amerikalıların yaşam tarzı" yazmak kaçınılmaz.

"yakında başlayacak avrupa kupası hakkında konuştular" cümlesini okuyunca, futbolda avrupa kupası diye bir şey yok ki, dedim. 'roman zamanı'na bakınca bunun dört yılda bir düzenlenen avrupa futbol şampiyonası olduğunu anladım. yazarı belki kendi ülkesindeki kullanıma uygun olarak ya da hata sonucu böyle yazdı ama hem çevirmen hem yayına hazırlayan bunu bilmek ve bu durumu okura bir biçimde bildirmek zorunda. üstelik bu durum iki yerde daha tekrar ediyor.

hiç "gallerli yazar" bilmiyorum mesela. bir kaç "galli" tanıyorum ama. "iskoçyalı"ya bu kadar yüksek sesle itiraz edemesem de "iskoç" demek daha doğru bence.

lou reed'in "walk on the wild side" şarkısını ben bile "yürü tehlikeli tarafta" diye çevirmem. onu öyle çeviren the beatles şarkısı "this boy"u "bu oğlan" diye çevirince şaşırmıyorsunuz haliyle.

hal böyle olunca "new yorklu irlandalıların pessoa'nın hayli tedirgin, gergin öğleden uykusundan uyanmış lizbonlulara benzediği eğlenceli, ilginç bir kitaptı." cümlesine ister istemez itiraz ediyor, "lizbonlularına" olmalı, diyorsunuz.

"direksiyonu solda olan bir araba sürmek isteyen ricardo oturdu sürücü koltuğuna" cümlesine hemen itimat edemiyor, dublin'de trafik soldan akmıyor muydu, diye sorguluyorsunuz.

"sanki 16 temmuz'da dublin'deki cenaze o kadar etkili olmuştu da" ifadesinde "temmuz'da"dan sonra virgül olmazsa bahsi geçen cenazenin on altı temmuzda yapıldığı anlaşılıyor ki aslında cenaze on altı haziranda yapılmıştı.

"pantolonunun cebine yassı bir saat koyup uzaklardaki bir papaz evinin merdivenlerini inmeye başladığını hayal etti." cümlesini okuyunca, "cep saati olabilir mi o? yoksa yassı saat diye bir şey mi var? ben bir şey kaçırmış olabilir miyim?" sorularını peş peşe sıralıyorsunuz.

*

kitabı bitirdim ama ok yaydan çıkmıştı bir kere.

yazarına, adına, konusuna ya da arka kapak yazısına, tanıtım yazılarına bakarak bildiğimiz ya da bilmediğimiz bir sürü çeviri kitabı alıyor, okuyoruz.

peki ya o kitaplar eksik çevrilmişse? yazar çeviride zorlandığı kısımları görmezden geldiyse? tıpkı ingilizceye çevrilen zemberek kuşunun güncesi gibi iki yüz sayfa ihmal edilmişse?

bir ara sosyal medya da çok popüler olan sefiller çevirisinde olduğu gibi yazara ayar vermeyi dipnotta değil kendi kendine yaparsa?

eseri dünya görüşüne ve hayata bakışına göre, hatta çeviriyi yaptığı dönemdeki psikolojisine göre şekillendirirse?

*

bunları düşündüğüm o günlerde bir akşam yemeğinde çevirmenlik yapan bir arkadaşımla görüştük. ona, bir kitabın yirmi sayfasını çevirmezsen ne olur, diye sordum.


* şükrü erbaş'ın köylüleri niçin öldürmeliyiz? şiirinin başlığından mülhem.

20 Ekim 2016 Perşembe

aşk aleyhindedir

"hiç aşık oldunuz mu?

korkunç değil mi? insanı savunmasız hale getiriyor. göğsünüzü ve kalbinizi açıyor ve bu demektir ki birisi gelip oraya girerek seni darmadağın edebilir. yıllar boyunca ördüğünüz savunma duvarları, giydiğiniz bütün zırhlar, hiçbir şey beni artık incitemez derken; diğer aptallardan farklı olmayan bir aptal, aptal hayatınıza giriveriyor. onlara bir parçanı verirsin. bunu istemezler. bir gün seni öpmek ya da sana gülümsemek gibi aptalca bir şey yaparlar ve ondan sonra hayatın artık sana ait değildir.

aşk rehin alıyor. içinize giriyor. sizi yiyip bitiriyor, karanlıkta ağlarken bırakıyor, kalbinize doğru giden yolu kazıyor. acıtıyor. hayallerde değil, aklınızda beyninizde değil. ruhunuzda, bedeninizdeki bir acı. içinize giriyor ve sizi parçalara ayırıyor.

hiçbir şeyin buna gücü yetmemeli-özellikle aşkın.

aşktan nefret ediyorum."*


*: neil gaiman, sandman-9/merhametliler

16 Ekim 2016 Pazar

dakika ve skor

"eczaneye gitmek için köşeden karşıya geçerken kendini tutamayıp başını çevirdi (ışık şakağından sekerek parlamıştı) bir gökkuşağı ya da bir gül karşısında yüzümüzde beliren o ani gülüşle- sanki ekran üzerindeki gibi, üzerinden kusursuz bir berraklıkla ağaç dallarının yansıması geçen bir aynalı dolabın, kör edici beyaz göğün paralel yüzünün bir kamyoneten bir ahşaba has şekilde değil, bu göğü, bu dalları, bu kaygan cepheyi taşıyanların doğasıyla ortaya çıkan insani titremeyle kayarak ve sallanarak indirildiğini gördü."*


*: vladimir nabokov, yetenek

12 Ekim 2016 Çarşamba

anahtar

bir an için yüzünüze kapanan kapılar nedeniyle çektiğiniz acıya ara verin ve kapalı kapının anahtarının kaybolduğunu ya da bizzat sahibi eller tarafından derin sulara atıldığını düşünün de acı neymiş görün. 

11 Ekim 2016 Salı

ruhdaş

ahmet hamdi "tanpınar'ın izinde beş şehir"i dolaşan alberto manguel, kitabının erzurum bölümünde, oraya kadar gelmişken aşkale'yi de görmek ister. tren istasyonunda beklerken, "bilet gişesi penceresinde şu muhavereyi" duyar:

adam: "bir sonraki tren kaçta?"

biletçi: "bilet mi istiyorsun?"

adam: "hayır, trenin geçişini seyretmek istiyorum."

bu 'muhavere'yi okuduğumda, yazarı borges olan bir öykünün kahramanı olsaydım öykünün sonunda o aşkaleli adam ben çıkardım diye düşündüm. ama insan olabilirse kendi kendisinin kahramanı olabilir diyen bir fener bekçisi olarak, ruhdaşlarımdan birini aşkale'de bulduğumu düşünmekle yetindim.

6 Ekim 2016 Perşembe

bir baba, iki anne ve benim annem

bu ara ercan kesal okuyorum: cin aynası. en başta okuma hazzı, sonrası acı ve hüzün. kadraja babası girdiğinde daha bir dikkatliyim sanki. kahramanı babası olan bütün çocuklar gibi.

yakında kaybedeceğini bildiği babasıyla hayat ve ölüm üzerine sohbet etmeye çalışırken oturduğum yerde doğruldum, daha da dikkatli dinledim:

"baba, 'hayatın nasıl geçti?' diye sorsalar sana, ne söylerdin mesela, nasıl anlatırdın yaşadıklarını, geçen ömrünü diye sormuştum bir gün.

"gece yarısı, ıssız bir tarladan, tek başıma geçmiş gibiyim oğlum," demişti.


*

bu beni yaz günlerinde okuduğum bir yazarın notları'na götürdü. bizim mahallenin en 'janti' abisi nuri pakdil'in sorulardan inşa ettiği bölümde okuru çocukluğundan kalma bir diyaloğa ortak ettiği yere:

annemin bir gün babama, "içim; uzun bir yol" demesi.

*

tam burada masadan kalkıp kitaplığa yürüdüm. uygar şirin'in semih kaplanoğlu'nu konuşturduğu yusuf'un rüyası'nı -cânım yûsuf- elime aldım.

nehir söyleşinin sonunda nehrin denize kavuşması gibi bir soru vardır:

tüm filmografinizde sinemanızı, sinemaya bakışınızı özetleyen, temsil eden tek bir kare söyler misiniz?

yumurtanın başında, kadının yolda servi ağaçlarına doğru yürüdüğü kare.


yani annenin ölüme gidişi.

*

hayatın çizdiğim yoldan akmadığı zamanlar. telefonda annemle konuşuyoruz. her zaman olduğu gibi beni ne kadar özlediğini ve bu özlemin çok zor olduğunu söylüyor. geleneksel, "bu hep böyle mi devam edecek?" sorusunu sormuştu ki sustu. sanırım hâlimi anlamıştı.

ve sonra, telefonun ve dünyanın bir ucundaki annem, "belki de bu dünyadan nasibimiz budur," dedi.

5 Ekim 2016 Çarşamba

son konuşma

son bir defa konuşmak isteriz.

evet, biz. hepimiz...

böylece olayların seyrini değiştireceğimizi, bir yanlış anlamayı düzelteceğimizi, işleri yoluna koyacağımızı sanırız. çünkü, olayların en başında biz istedik diye gelmiştir o. başını döndürmüş, elest bezminde verdiği sözü ona biz hatırlatmışızdır.

ne büyük bir yanılgı. kabul, ne güzel bir yanılgı. oysa her şey o istedi diye olmuştur. başını kaldırmayı istemiş, upuzun kirpiklerini savurarak bizden yana bakmayı tercih etmiştir. tıpkı başkasına değil ondan yana yürümeyi, başkasının değil onun ayaklarına kapanmayı tercih eden bizler gibi.

son bir defa konuşmak isteriz. kolundan tutup, "gitme" demeyi...

ama hiçbir işe yaramaz.

1 Ekim 2016 Cumartesi

bulaşıcı güzellik

parkta, ağaçların altındaydık. yan yana. denizin serinliğini yaz günlerine taşıyan hafif bir rüzgar vardı. bazan birbirimize bazan uzaklara bakıyor, konuşuyorduk.

suskunluk anlarından birinde elini yüzüme uzattı ve parmak uçlarını yüzümde dolaştırmaya başladı. çene, dudaklar, sümük yolu, elmacık kemikleri vesaire.

gözlerimi kapatıp kendimi akışa bıraktım. denize çıkan bir sokağın ucundaki mavilikte sonuna kadar açtığı kanatlarıyla uçurtma gibi havada asılı kalmış martı.

"bunu görebilmeni isterdim," dediğini duydum. "elim yüzüne o kadar yakışıyor ki."

"görmeye gerek yok. ellerin o kadar güzel ki her yere ve her şeye yakışır."

*

bu aralar iki şarkıyı çok dinliyorum: ikisi de türkçe.

ne zaman ragga oktay ve yıldız tilbe'nin birlikte söylediği gitme kal'ı dinlesem aynı duygu uyanıyor içimde.

twitterdan yıldız tilbe'ye seslenmek istiyorum: "ne güzel bir kadınsın sen! o kadar güzelsin ki. dokunduğun her şeye güzellik bulaşıyor."