31 Ağustos 2015 Pazartesi

us open

yılın son grand slam'i amerika açıkbugün başlıyor.

*

fazla "amerikalı' bulduğum için o kadar hazzetmem. üstelik saat farkı yüzünden maçları canlı izlemek zordur. yılın son büyük çarpışması olduğu için önem kazanır biraz da.

bütün görgüsüzlüğüyle new york şehrini yansıtır. nihayetinde, louis armstrong'un bin dokuz yüz altmış dört yılındaki dünya ticaret fuarı sırasında kullandığı açık hava konser mekânının apar topar değiştirilip merkez kort yapıldığı ve yaklaşık yirmi sene öyle idare edildiği bir turnuva bu.

ortama alışmak için belli bir anlayışa sahip olmak gerekir, özellikle amerikalı olmayanlar için. bin dokuz yüz seksenlerin sonlarında maçınız açık kortlarda ise kafetaryadan yükselen kızarmış pirzola kokusunu teneffüs etmek zorundaydınız.

isveç şampiyonu stefan edberg ortamdan o kadar rahasız olmuştu ki, bir daha oraya dönmeme tehdidinde bulunmuştu. ardından antrenörü tony pickard ona huzur bulması için long island'da bir aile pansiyonunda kalmasını önermişti. ve bu öneri işe yaradı. edberg, us open'ı iki kez kazandı.

hatta klasmanda bir numaraya yükselmeyi başarmış amerikalı jim courier bile flushing meadows'taki alanın "atom bombasıyla yok edilmesini" teklif etmişti.

*

geçen yıl erkekler kanadında yaşanan büyük süprizden sonra bu sene olacakları merakla bekliyoruz. serena grand slam yapabilecek mi? federer reşit olacak mı? nadal "her sene en az bir grand slam serisi"ni onuncu yıla taşıyabilecek mi? cilic ünvanını koruyabilecek mi?

28 Ağustos 2015 Cuma

deliler*

ya da "seni tanımadan önce dinlediğim şarkılar - iki"

bu şarkıyı ilk duyduğumda sözlerini tam anlamamışım. sonradan anladım ve asıl manasını  o zaman kazandı. o zamanlar yeni türkü çok modaydı ama neden bilmem ben pek sevmezdim. hâlâ da benim için özel olduğunu söyleyemem; sıradan...

çok çocuktum ama içine "deliler" doluşmuş gözler hayal ederdim hep. ve gözlerinden o "deliler" bakan kadınları... çocuk da olsam bilirdim, kadın olmak biraz da bu demekti. hem cenneti hem cehennemi görmüş olmaktı. aksi takdirde ya çocuk oluyorlardı, ya arkadaş ya da anne. bir kadının anlatacak hikâyesi olmasıydı hem cenneti hem de cehennemi görmüş olmak ve deli yaşamayı tercih eden bir akıllı olmaktı.

ve o kadının, "delilerden sen anlarsın, konuş onlarla. nasıl muhtacım buna" demesi de doldururdu içimin diyaloglarını. ama olmadı. öylelerine rastladığımı sandığım zamanlarda da yanıldığımı anlamam uzun sürmedi. ama bir defa; yanıldığımı fark etmem gerçekten uzun sürdü. o da neden bilmem "elinde mor çiçeklerle gel" diyen ikinci kısma vurgundu.

türkçe müziğe ancak "sert"liği kadar tahammül edebildiğimiz -çünkü mahalle baskısı denen şey o zamanlarda da vardı- zamanlardı. o radyocu kız -galiba sevgiliydik- programında atilla atalay öyküleri okur, "sert" olmaya çalışan şarkılar çalardı.

bu yorumu onun sayesinde öğrendim ve "bana kalırsa orijinaline beş basar," dedim.

* haluk levent, deliler

26 Ağustos 2015 Çarşamba

bir kaç saat daha

ona telefon numaramı verirken beni her an arama hakkını da verdiğimi elbette biliyordum. üstelik o yeterince kıymetli, biz oldukça samimiydik.

bu yüzden gecenin on ikisinde ağlamaktan bir şey anlatamadığı, "annem" ve "intihar" kelimelerini hıçkırık ve göz yaşlarının arasında ayırt etmeyi başarınca koşarak yaşadığı şehre gittiğim de oldu, sabahın dördünde telefonun bir ucundan ona, biraz sarhoş, biraz büyümekten korktuğu ve eski sevgilisini deli gibi özlediği için yüz defa bizzat kendisinin saydığı "dünya yerinde durdukça ben de yanında olacağım," dediğim de...

bir defasında daha insaflı bir zamanda aradı. akşam beş gibi. havanın erken karardığı kış günlerinden biriydi. her zamanki gibi bahçe duvarının köşe yaptığı yerden bahçelerine atlamak yerine kapı önünde durup evden çıkmasını bekledim.

"sigaram yok. sigara alalım," dedi. gittiğimiz büfeden bira da aldı. benim içinse 'şeftalili ays ti'. evlerinin sokağındaki küçük bir park vardı. parkın içinde de basketbol sahası. oraya gittik. aslında başka yerde durması gereken, seyredenler otursun diye oraya taşındığı belli bir park kanepesine oturduk. o birasını, ben 'şeftalili ays ti'mi içtim. sonra bana hiç anlatmadığı bir hikâye anlattı.

lise üçte deli gibi aşık olduğu çocuğu. çocuğu daha önceden biliyordum ama bu hikâye yeniydi. çocuk, "bu gece bana geleceksin. yoksa her şey biter," demiş. ama mümkün değil, diyor. ne bizimkilerden izin alabilirim, ne de bizimkilerin bana güvenini kötüye kullanabilirim. mümkün değil, gidemem. ama, tamam, dedim. neden yalan konuştuğunu sordum. bitecekse bitsin. gülümsedi. "onu o kadar seviyordum ki. beni terk edecekse akşama terk etsin bir kaç saat daha fazla sevgilim olsun istemiştim," dedi.

şimdi mi? dünyanın bir ucunda, batı kıyısında oturuyor. melekler şehrinde. bir kaç yıl önce yakışıklı bir adamla evlendi. ve ben düğünlerinde yoktum.

25 Ağustos 2015 Salı

cahit zarifoğlu pessoa

sadece "yedi güzel adam"dan biri değildi o.

mahallenin yakışıklı abisi, kendisini bir sırt çantasına doldurup avrupa yollarına düşen aklı bir karış havada evin büyük oğlu da değildi.

aristo, artist ya da isminin "acz" tutan baş harflerini işaret sayarak "bağışlanmayı" dileyen bir mümin de değildi.

bunlar ve bir çok şeyin yanında oyunları seven kocaman bir çocuktu da.

müstearlara sığınır, oyun arkadaşı arardı.

bazan bıçkın istanbul delikanlısı abdurrahman cem, bazan yeraltındaki güneydoğu medreselerinde "emsile bina" okuyarak işe başlamış, ağırbaşlı bir hocaefendi ahmet sağlam, bazan genç şairlere yol gösteren, heyecanlı ve atak bir ağabey vedat can olurdu.

21 Ağustos 2015 Cuma

dakika ve skor

"bir turnuva finalinde mağlup olduğunuzda oradan hemen kaçamazsınız; korttan çıkamaz, kameralardan kurtulamaz ve soyunma odasına sığınamazsınız. galip hoplayıp zıplayarak zafer anının tadını çıkarırken, mağlup orada oturup kupa törenini beklemek ve daha yeni kaybettiği bir maçın hayal kırıklığına rağmen söyleyeceği güzel şeyleri düşünmek zorundadır."*


*: chris bowers, federer -tenisin yaşayan efsanesi-

19 Ağustos 2015 Çarşamba

o gittikten sonra ne yapacağınızı bilirsiniz

forrest gump'ı izlediniz mi? bin dokuz yüz doksan dört tarihli bu "amerikan masalı"nı ben dün izledim. masal gibiydi.

pamuk şekeri, atlı karınca, bahçede hortumla duş almak gibi falan...

fark ediyorum ki, sevdiğim bir çok sahne içinden bir tanesi hem son okuduğum kitaplardan biri hem kişisel ilgilerim yüzünden öne çıkmış.

forrest, kendisine cennet zamanı kadar uzun gelen ve hiç bitmeyecek sandığı gecenin sabahında jenny'yi yanında bulamayınca, bir ihtimal diyerek jenny'nin odasına gidiyor hani. boş odaya bomboş gözlerle bakıyor öylece. sonra evin içinde oturuyor. bu böyle belki günler haftalar sürüyor. nihayet, verandada otururken aniden koşmaya başlıyor.

tam üç yıl, iki ay, on dört gün, on altı saat boyunca koşuyor. ve sonunda, annesinin, "hayata devam edebilmen için geçmişi arkanda bırakman gerekir," demesini hatırlıyor. galiba, kendisi de bunun için koşmuştur.

*

kitap ise, junot diaz'dan: ve işte onu böyle kaybedersin. bahsettiğim yer ise aşağıda.
"kadınlara ara verirsin. işine dönmeye çalışırsın, yazmaya. üç romana başlarsın; biri beyzbol oyuncusuna, biri narkotik polise, biri ise bir serseriye dairdir - üçü de pipo içer. (...) seni düşüncelerinden uzaklaştıracak bir şeye ihtiyacın olduğuna karar verirsin. gerçekten ihtiyacın varmış çünkü haftada beş-altı kez koşmaya başlarsın. yeni bağımlılığın, sabahları ve charles yakınlarındaki patikalarda kimseler yokken geceleri koşarsın. kendini o kadar zorlarsın ki bazen kalbin duracak gibi olur. kış geldiğinde koşmayı bırakacağına dair bir korku düşer içine fakat o aktiviteye her şeyden daha fazla ihtiyaç duyarsın; bu yüzden ağaçlar yapraklarını dökerken, patikalar boşalırken, ayaz kemiklerine işlerken bile koşmaya devam edersin. bir süre sonra bir tek sen ve iki deli daha kalırsınız. bedenin değişmeye başlar, bütün o içki ve sigara hastalığını atarsın, bir süre sonra bacakların başkasına aitmiş gibi görünmeye başlar. ne zaman eski nişanlını düşünsen; ne zaman yalnızlık, kaynayan, yanan bir kıta gibi kükreyerek arkana yanaşsa bağcıklarını bağlayıp parkurun yolunu tutarsın ve bu gerçekten işe yarar."
*

üniversiteli bir çocuk olursunuz sonra. son sınıftır, ama sözde. herkesten ve her şeyden kaçarak akşam üzerlerinde havuza gidersiniz. klor gözlerinizi yakar. ağlasanız bile anlamazsınız. hiç kimse anlamaz.

bazı şeyler size her zaman hazırlıklı olmayı öğretir. takım elbiselerin, kot pantolonların, pijamaların altına kimselerin görmediği, göremeyeceği koşu ayakkabıları giyersiniz.

kim bilir? belki de bir sabah uyanır, koşmaya başlarsınız.

18 Ağustos 2015 Salı

kıskançlık

kaybetme korkusunun içimizde büyüttüğü zehirli bir çiçek değildir kıskançlık. paylaşma ihtimalinin kalbimizdeki gece yarısı adımlarıdır.

15 Ağustos 2015 Cumartesi

kısa kısa - on sekiz

* bu defa şarkımız eskilerden.

* "oğlum, bu kız okuma yazma mı bilmiyor yoksa?(dar alanda kısa paslaşmalar)"

* onur caymaz aşkın bugüne kadar rastladığım en güzel tarifini yapıyor: kışın erken, bıktırıcı karanlığında balkondaki ipte unutulmuş mendil. diğer çamaşırlar toplanmış, o unutulmuş. mandalına aşık; onu ipine hapsederken canını acıtan mandalına...

* "geçmişte kalmış zor hatırlanan isim ve suratlar, geçtikten sonra yaktığımız köprünün diğer tarafındadır," diyor, az önce radyo spikerinin zifte bulanmış kirli sesiyle anons ettiği şarkı.

* "kelimelerim seni korkutmasın" der, "meçhul kadın" mektubunda. ya da stefan zweig "meçhul bir kadının mektubu"nda.

* benim de kullanışlı ama bir anlam ifade etmeyen cevaplarım var.

* "adil bir toplum, toplumla ilgili her şeyi bildiğinizde, herhangi bir yerinde olmak istediğiniz toplumdur.(john rawls)"

* converse giyen kadın alınganlığı diye bir şey var.

* federer hakkında yazılmış en iyi kitabın yazarı olan chris bowers'in çalışmalarının sonunda ortaya çıkan, federer'in hem bir insan hem de bir tenisçi olarak resmi: uysal mizacı, bir azizin ahlakını bile test edecek yoğun bir dalkavukluk ve parasal bir tahrik bombardımanına maruz kalmasına rağmen alçakgönüllülüğünü korumayı başaran bir adam.

* sizi bilmem ama ben, hakkında, "istese, tek bir cümleyle kalbinizi kırabilir" denilen bir yazarı okumak isterdim. michael dirda söylemiş. on dokuz haziranda doksan yaşında ölen amerikalı romancı james salter üzerine.

* "özgürlüğü elinden alınan insan mutlaka birilerinden nefret etmeye başlar," demiş arnold wesker. bunu derken çiflerin birbirinden nefret ettiği evlilikleri kast ediyor olmalı.

* "yaratıcılık dediğimiz, titizce düşünülmüş taklitlerden başka bir şey değildir.(voltaire)"

* yılın üçüncü grand slam'i wimbledon tenis turnuvası'nda erkeklerde "küstah sırp" novak djokovic şampiyon olurken, kadınlar şampiyonu serena williams oldu. ama her iki kulvarda da ikinciler kazansaydı kimse şikayetçi olmazdı. hatta nole ve serana'nın safında olanlar bile.

* novak djokoviç ünvanını dört sette korurken rakibi "iyi aile çocuğu" federer'di. federer geçen yıl olduğu bu yıl da ikincilikte kalırken yarı finalde "kendini ingiliz sanan iskoçyalı" andy murray'i üç-sıfırla geçtiği maçta sunduğu tenis resitaliyle tenis severleri mest etti.

* serena williams ikinci "serena slam"ini yaparken kariyerinin ilk grand slam'ine de göz kırptı. bir yıl önce kendisini roland garros'ta turnuva dışına iterek bütün dikkatleri üzerinde toplayan venezuela doğumlu ispanyol raket garbine muguruza'yı bu defa iki sette geçti. serena'nın maç sonu konuşmasında dediklerine katılıyorum. o kız daha çok finaller ve elbette şampiyonluklar görecek.

* teklerde grand slam yapmayı başaran son tenisçi steffi graf olmuştu. ve bunu başardığında takvimler bin dokuz yüz seksen sekiz yılını gösteriyordu. üstelik o yıl seul'de düzenlenen olimpiyatlarda altın madalya kazanan graf bu başarısıyla golden grand slam yapmıştı.

* türkçe alfabedeki bütün harfler bir arada. üstelik tek cümle içinde: pijamalı hasta yağız şoföre çabucak güvendi.

* yazın "bronz neşesini ele veren elbiseler" çok güzel. arz ederim.

* "niemals geht man so ganz" ya da "hiçbir zaman tam olarak gitmezsin" der trude herr. almanca'ya tahammül edebilirseniz şarkısı da bu.

* bir yerden gitmek hiçbir zaman orayı terk etmek değildir. her zaman giden bir şeyleri yanında götürüyor ve karşılığında kendinden bir şeyler bırakıyor.

* kendisini çekiç sanana her şey çivi görünür.

13 Ağustos 2015 Perşembe

on üç ağustos

"bir üfleyişte kaç mum söndürebilirsin şimdi?" sorusu çıkınca bahtıma, çalışmadığı yerden sorulmuş öğrenciler gibi yapıyor, konuyu değiştiriyorum.

geyikli gece'nin son dizesine gidiyorum koşarak:

"uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum".

11 Ağustos 2015 Salı

katkı

mütevazı bir katkı.

ama "kaos"a değil. "hangimiz sevmedik çılgınlar gibi?" diye sormakla yetinmeyip, fırsat bu fırsat diyerek yanına bir kaç "zor" soru daha ekleyen müslüm gürses'in kendi sorusuna verdiği "deli gibi sevmek ruhumuzda var" cevabına katkı.

hepimiz suya nakışlar çizen birer çılgın değil miyiz?

10 Ağustos 2015 Pazartesi

günün sorusu: eğitim - öğretim

yağmurla hüzün, denizle özgürlük, gece ile kötülük arasında gerçekten bir ilişki var mıdır, yoksa bu gibi eşleşmeler, kitaplar, filmler ya da birileri dediği için mi bize öyle gelir?

7 Ağustos 2015 Cuma

tehlikeli şiirler: yirmi bir

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
cemal süreya'dan bir şiir* mesela
"Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Şöylelemesine maviydi kör oldum
Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?"

*: sizin hiç babanız öldü mü?

5 Ağustos 2015 Çarşamba

bir ilyada hikâyesi

selçuk burada. bu vesileyle onun "pis adam!" deyişini taklit eden(!) eski zaman kadınlarına selam olsun.

müstehzi bir ifadeyle "sanki ilk defa orada" diyeceklere, "haklısınız," dedikten sonra, amacımın selçuk'un varlığının varlığıma eklemlenen dost yanından bahsetmek olmadığını da belirteyim.

buradan, "o halde bu bahis neden," sorusunun cevabına geçebiliriz.

*

bundan yıllar önce yolum denize karşı bir şehre düşmüştü. kız meselesiydi. onu göremediğim zamanlarda şehrin sokaklarında dolaşıyor, iş hanı ve pasajların bodrum katlarında kalmış dükkanları keşfediyordum.

şehrin tek sinemasının olduğu iş hanında bir sahafa rastladım. sinemadan çıkışta, seyircileri dışarı götüren merdivenin sonunda karşıma çıktı. camekanda "satılık ve kiralık kitaplar" yazıyordu. içeri girdim.

sahibi kıyafetine özen göstermeyi yıllar önce bıraktığı belli, seyrek beyaz saçları darmadağınık, ellerinin üzerindeki damarları kolayca sayabileceğiniz kadar zayıf, yaşlı bir adamdı. selamlaştık. o elindeki kitabın tamirine geri döndü ben de rafların bir adım gerisinde durup kitap sırtlarını seyre daldım. sonra da rafları yormaya başladım.

ilk dikkatimi çeken insanlar yaşadıkça olmuştu. ilk defa küçük bir çocukken izlediğim ama daha sonra defalarca izleyeceğim, çocuk aklımla ve kalbimle beni çarpan from here to eternity'ye senaryosunu veren bu kitaba nasıl kayıtsız kalabilirdim ki? üstelik nasıl unutabilirim?

sonra o ikisini gördüm. ilyada ve odysseia... ilk aşk gibiydi. gerçekliğinden emin olmak için bir süre bekledim. dokunursam altın tozuna dönüşeceklerdi sanki. ya da elim boşlukta yol alacak, aslında hayal gördüğümü fark edecektim.

nihayet cesaretimi topladım. ya da heyecanıma yenildim. elimi sander yayınları'ndan çıkma hazineye uzattım. azra erhat ve a. kadir çevirisi. düşünüyorum ve o güzellikte başka bir kapak gelmiyor aklıma.

ilyada ve odysseia'yı henüz okumamıştım ve öyle hissettim ki eğer okuyacaksam bu kitaplardan okuyacaktım. o ana kadar okumayışımın nedeni de bu kitaplardan okuyayım diyeydi.

bu üç kitabı aldım. heyecanımı belli etmemeye çalışarak dükkan sahibinin karşısına yürüdüm. kitaplara baktı; insanlar yaşadıkça'nın fiyatını söyledi. diğerleri satılık değil kiralıktı. ne? kiralık mı? "hepsi buraya kadarmış ahbab!..."

kitapları ilk gördüğüm anda hissettiğim aşka benzer duygular benzerliği geçmiş aşk olmuştu: birincisi; kitabı kiralayıp, okuyup sonra da iade edecek kadar zamanım yoktu. ikincisi; altını çizmeden kitap okuyamazdım. üçüncüsü ise, o iki kitap benim olsun istiyordum.

tam bir yıl sonra yeniden girdim o dükkana. güzel bir tesadüfle selçuk da o şehirdeydi. evet, kız meselesi. bir yıl boyunca benden dinlediği hikâyeye bu defa yerinde şahitlik etti. dükkan sahibi adamın sanki beni tanıyormuş gibi şehvetle "onlar satılık değil, kiralık" deyişini, bunun üzerine "eğer bu kitaplara olan ilginiz ticari, amacınız kiralayarak para kazanmak ise ben size yeni baskılarını alayım siz de onları okurlara kiralayın," deyişimi ve karşılığında aldığım "olmaz öyle," yanıtını yerinde gördü. hatta bana kiralayıp iade etmemeyi teklif etti. bunda benim hiçbir suçum olmayacaktı. eğer bu yüzden günah defterine bir satır daha eklenecekse de sorun değildi. "gerek yok," dedim. nasıl olsa bulurdum bir yerlerde. uzun süre aradım. ve nihayet odyssiea'yı ankara sahaflarından birinde buldum. ama ilyada yoktu.

bu iki kitap yüzünden hiç olmadığım kadar aptal ve kaba davrandığım, sonrasında kalp kırdığım da oldu. oysa beni mutlu etmek istemiş, internetten bulduğu iki kitabı benim için satın almıştı. "izin vermediğim birisi bana asla aşık olamaz" gibi davranmıştım. bu ne cüret? ne hakla bana hediye alıyorsun?

bir yaz tatilinde ilyada da ortaya çıktı. basri amcanın kitaplığında. çok okuyan, kitaplarına muhabbetle bağlı bir adam. emekli tarih öğretmeni. selçuk'un babası. selçuk'a "onu istiyorum!" dedim. bu istediğim karşısında selçuk'un içinden geçen ürpertiyi görmeliydiniz.

yıllar sonra. nihayet başardı. buraya geldiğinde yolculuk çantasında ilyada da vardı.

*

ona itiraf etmediğim bir şeyi belki burada itiraf edebilirim. modern zamanlarda ne kadar yol filmi ya da anlatı varsa, hepsine esin kaynağı olmuş bu kitapları okumadan da ölebilirim. çünkü benim kahramanım bir süredir stick man.

tek amacı eşine ve üç çocuğuna dönmek olan çubuk adam...