29 Ekim 2015 Perşembe

duvar yazısı

bu sabah. denize yazgılı sokakların birinde. bir okul duvarında.

nedendir bilinmez soru ekinden bir önceki sözcük yarım kalmış. belki boya bitmesi, belki bekçi düdüğü.

cümle noksan ama anlam tamam.

biraz ismail abi'yi de akla düşürüyor.

*

söylesene reis! gemiler batınca denizlerin canı yanar mı?

*

sonra mı?

sonra, uçaklarla yarışan uçurtmalar uçurdum bugün gökyüzünün mavisinde.

27 Ekim 2015 Salı

günün sorusu: mazi

kim maziyi değiştirmeden ve dönüştürmeden anlatabilir ki?

25 Ekim 2015 Pazar

kavga

s. melek yıldız, "nihayet bitti!" dediği dosyasında yer alan bu öyküsünde aşkın uğradığı duraklar ve "son-uç"tan bahsediyor.

*

raymond carver'a...

o gün büyük bir kavga ettik. mutfaktaydık.

ben gittiğimde bir yandan söyleniyor bir yandan bulaşık makinesini boşaltıyordu. üst rafı. alt rafı sabah boşaltmıştım. makine üst rafı iyi kurutmuyordu. belki bozuktu, belki bardakların, fincanların tabanında biriken suyu buhar etmek kolay değildi. alt rafı boşaltır, sonra üst rafı ileri geri hareket ettirip salladıktan sonra kurumaya bırakırdık. ya da duvara asılı bezle kurulardık. soldaki.

ortak arkadaşımız olan bir çift armağan etmişti. şehir dışında, yüksek güvenlikli bir siteye taşındılar. yeşil çimenler, barbekü, bahçe sandalyeleri ve masa. ahşap. yeni eve yeni eşya istiyorlardı. bulaşık makinesi ister misiniz, diye sordular. ben ses çıkartmadım. bulaşık yıkamayı severim. bulaşık yıkarken hayal kurmayı.

daha doğrusu kendi kendime konuşmayı. en doğrusu, veremediğim ya da verdiğim halde düşündükçe pişman olduğum cevapların yerine güzel bir tane bulmayı.

arka koltuğu yatırınca arabaya kolayca sığdı, her evde en az bir tane bulunan "nakliye işleri yapan o arkadaşı" aramaya gerek kalmadı. "elinden her iş gelen arkadaş" da bir akşam geçerken uğrayıp bağlantıları yaptı.

ben mi, "onun olmadığı yerlerde, onu anlayamıyorum dediğiniz arkadaş"ım. baba parasıyla kolejlerde okuduğum yetmezmiş gibi üniversiteyi de bir vakıf üniversitesinde okudum. sonra master ve doktora için londra. evet, o da baba parasıyla.

bir sabah uyandım. canım değil yataktan çıkmak var olmak bile istemiyordu. yattığım yerden gri gökyüzüne asılmış yağmur bulutlarına baktım. o gün istanbul'a geri döndüm.

fotoğraf işine girdim. londra'da tanıştığım bir çocuk vardı. oraya buraya gidiyor reklamdan başka bir işe yaramayan dergiler için fotoğraf çekiyordum. mesela, sırtını alçak bir tepeye yaslayıp denizi seyre dalmış bir rum köyünün restorasyon fotoğraflarını çekiyordum. editörün yazdığı bir kaç paragraf ve bir sonraki sayfada "bilmem kim oğlu inşaat ve turizm şirketi"nin o köyden ev kapmanızı tavsiye eden tam sayfa ilanı. yani ekip işi.

ışıl'ı da öyle tanıdım. "sınıfın manken olacak kızı"ydı. çok güzeldi. daha o günün akşamında kendimi karşıma alıp, "işte bu yüzden seni değil, onu manken yapıyorlar," demiştim. öyle güzeldi yani. keşke bu kadar çok sigara içmeseydi. bütün bir yazı sevgilisiyle hindistan'da geçirmişti. dönüşte ayrılmaya karar vermişler. o, ben ve amerikalı bir manken beraber çalışacaktık. adam istanbul'un çeşitli yerlerinde moda olması istenen ya da beklenen sonbahar kostümleri içinde ışıl'ın fotoğraflarını çekiyor gibi yapacaktı. ben de o anı fotoğraflayacaktım.

yorgunduk. mola vermiştik. üsküdar'da bir çay bahçesinde. hava çok soğuktu. ışıl'ın üzerinde kül rengi kürk yakalı turuncu bir palto vardı. ellerini fark ettim. güzeldi. parmaksız eldivenleri işe yaramıyordu. çay bardağını iki eliyle sıkıca kavramıştı. elimi uzattım. sanki balo salonundaydık, karşısında durmuş bu dansı lütfetmesini istiyordum. önce biri, sonra bardağı tahta masaya bırakan diğeri bir kuş gibi havalandı ve avuçlarıma kondu.

elleri elimdeydi. ne güzeldi. onların yanında benim ellerim dağ adamı yetinin ellerine benziyordu. olsun, yine de elleri elimdeydi. sanırım ben de karşılığında kalbimi verdim. ve ödemeyi peşin yaptım. elini, hayır elimi, dudaklarıma yaklaştırdım. ve ellerine hohladım. nefesim kesilene kadar. son darbeyi parmak uçlarını öperek indirdim. ama ona değil kendime. kalbime.

çok geçmeden intikamını aldı. suriçi'nde bizans'tan kalma bir duvara sırtımızı vermiştik. susuyorduk. o sigara içiyordu. ben de yazdan arda kalmış bir güneşin tadını çıkartıyordum. sigarasını bitirince, gelip önümde durdu. gözleri gözlerimde. neredeyse aynı boydaydık. montumun yakasından tutup beni kendine çekti. yüzyıldan daha uzun bu öpücüğün ardından geriye çekilince, bu da neydi, diye sordum. şok olmuştum.

"teşekkür," dedi. "ellerimi ısıttığın için". bu defa ben yakasına yapıştım. bittiğinde, bu da neydi, diye sordu. "teşekkür," dedim. "az önceki öpücük için."

nasıl durabildik bilmiyorum ama bizi durduran korkularımız değildi. "hazzın başında beklemek" diye bir şey vardı. ikimiz de beklemeyi biliyorduk.

sadece bir kaç saat. çok güzel yemek yapıyormuş. yemek ve şarap. yemek odasından başka, oturma, yatak ve çalışma odası olarak kullandığı odadan masayı olduğu gibi bırakıp elimizde kadehlerle kırmızı renkli kanepesine, pardon, kırmızı odasına geçmiştik. sırtımızı kanepenin kenarlarına verdik, ayaklarımızı kendimize çektik, yüz yüze oturduk. "hindistan yolculuğu nasıldı?" diye sordum ve aldığım cevabı hiç unutmadım. "hayat gibiydi. güzel olacak sanmıştım."

kadehinden büyük bir yudum aldı. sigara paketine uzandı. "çok yoruldum," dedi. "o insanlar, ne yaparsa yapsınlar daha fazlasına sahip olamayacak". "belki de bu yüzden dindarlar," dedim. "yeniden dünyaya gelmekle ya da öteki dünyada başka bir şansları daha olacağını düşünüyorlar."

gözlerinde bir ışık yanıp söndü. kadehini kanepenin hemen yanındaki sehpaya koydu. elleri ve dizleri üzerinde yürüyüp bana uzandı. bir kaç beden büyük olduğu yetmezmiş gibi bir kaç düğmesini iliklemeden bıraktığı gömlek sol omzunu ve o omuzdan kaymamakta direnen siyah askıyı saklamaktan vaz geçmişti. kadehimi elimden alıp yere bıraktı. tüm ağırlığıyla üzerime uzandı ve yüzümü ellerinin arasında aldı.

ve bir defa daha öpüşüyorduk. elimi yüzüne götürmek istedim ama "orası değil salak," dercesine elimi tuttu ve beline götürdü. sonra ellerim omuriliği boyunca yukarı çıktı. gömleğini ve başka ne varsa peşinde sürüklemişti..

sabah uyandığımda şövalesinin başındaydı. bir tabureye oturmuş, eğer aynısından bir tane daha yoksa dün gece üzerinden çıkarıp uzaklara fırlattığımız gömleği bulmuştu. giydiği uzun etek neredeyse beline kadar sıyrılmış, yukarıda toplanmıştı. dizlerinde sonbahar sabahlarının solgun ışığı çoğalıyordu. fırçasının ucunda ise kırmızı boya.

o resim şu an yatak odasında. yatağın başında asılı. muhtemelen bir park kanepesine oturmuş, bacak bacak üstüne atmış bir kadın. kucağında park kanepesinin geri kalanına sırt üstü uzanmış bir adamın başı var. adamın elleri yanda. kadın başını adamın yüzüne eğmiş, şefkatle adamın alnına düşen saçlarını eliyle geriye tarıyor. kanepenin arkası, resmin manzara ya da gökyüzü yeri simsiyah. kanepenin üzerinde durduğu zemin ise bembeyaz. kadının uzun kırmızı eteği dalgalanarak ayak bileğine kadar iniyor. ayağında yüksek topuklu ucu açık siyah bir ayakkabı. açık uçtan görünen tırnaklar da etek gibi; kan kırmızı. geriye kalan her şey, kadın ve erkeğin bedenlerinin formu ve yüzleri tamamlanmamışlık hissi veren eskiz çalışması halinde. ama tamam olduğundan hiçbir şüpheniz olmasın.

aşıktık. evet, istiyorduk. bir hafta dolmadan bana taşındı. sigarayı, saçının rengini açmayı bıraktı. çekimler dışında lens takmıyor artık. arkadaşlarımız ortak, olamayanlar tarih oldu. evin havası, dünyaya bakışım değişti. ne gam. ne de olsa çok aşıktık.

tam üç yıl oldu. ve bir ay. ve bir kaç gün daha.

o gün büyük bir kavga ettik. o bilgisayar başındaydı. teziyle ilgili bir şeyler yapıyordu. ben kanepeye uzanmış, borges'ten bir kaç öykünün tadını çıkartıyordum. masadan kalktı. mutfağa gitti.

yanına gittim. kendi kendine söyleniyordu. çünkü benimle konuşmak istemiyormuş. çünkü bir faydası olmuyormuş. artık yorulmuş. benimle konuşmaktan vaz geçmiş.

oysa bütün bunlar çok saçmaydı.

bana sus demiş.

dolap kapaklarını çarpmaya başladı. su ısıtıcısını tezgaha vurdu. sonradan baktım kırılmış. yeni bir tane aldım.

elinde ekmek bıçağını tutuyordu. eğer rahatlayacaksa bana saplasın diye geçti aklımdan. hatta bunun için dua ettim. yeter ki mutlu olsun.

sabahlığının eteklerini uçurarak yanımdan geçti. bilgisayarın ekranında kayboldu. ben de kanepeye döndüm. bir kaç öykü daha okuyayım istedim. başaramadım. cep telefonuyla oynadım. tuvalete gittim.

salona döndüğümde masada yoktu. mutfaktaydı. yoğurt çorbasına başlamıştı. çok severim. domates çorbası da güzeldi ama birinciliği yoğurt çorbasına verdiler. bir şey demeden kaşığı elinden alıp kaldığı yerden karıştırmaya devam ettim.

bir kaç dakika sonra geri döndü. ocağın hemen yanındaki rafa uzanıp nane kabını aldı. naneler parmak uçlarından çorbanın üzerine yağarken saçını öpmek istedim. ama ben karar verene kadar işini bitirip çekilmişti.

o gün büyük bir kavga ettik. mutfaktaydık. ama ne olduysa ben karar verene kadar geçen o kısacık sürede oldu.

21 Ekim 2015 Çarşamba

hands of bresson

eller ki, saklayamadığım zaaflarımdan biridir. belki diriliş'in büyük şairi sezai karakoç'un "ellerinden belli olur bir kadın" demekle ikna ettiği zihinlerden biri olduğum belki bedene indirgenmiş güzellik algısından muzdarip bir akıldan ibaret olduğum için böyle. ya da her ikisi birden.

ama eller bir köprü. ilk dikkatimi çeken hep eller oldu. elleri beğenmediğim hiçbir kadını güzel bulmadım. çünkü ellerinden öteye geçemedim. başka bir deyişle ileride bir güzellik varsa da ben bedenin başladığı yerde takılıp kaldım.

belki bu yüzden sine-masal şiir in the mood for love'ı bu kadar çok sevmem.

belki bu yüzden şair sinemacılardan robert bresson'ın ellere olan zaafını ele veren bu video karşısında duyduğum büyük heyecan.

*

video, daha evvel bergman'ın aynalarını da kolajlayan, tarantino'nun alttan, wes anderson'ın üstten çekim ilgisini ifşa eden, stanley kubrick'in bir nokta perspektivini, wes anderson'ın simetri tutkusunu ele veren videolar yapmış bir ekip ya da kişinin işi. bana kalırsa diğer videolara da bir bakın derim.

20 Ekim 2015 Salı

sanat eserleri

"bütün sanat eserleri bir yüzey ve sembolden ibarettir. yüzeyin ötesine geçmeye kalkanlar kendilerini büyük bir tehlikeye atarlar."*


*:oscar wilde, dorian gray'in portresi

19 Ekim 2015 Pazartesi

paralel evrenler

ı.

çocukluk arkadaşım. annanemlerde geçirdiğim yazların bir başka armağanı. benden bir yaş büyük. okumayı çok severdi. sanırım bizi yakınlaştıran şeylerin en önemlisi buydu. o çevrede cumhuriyet gazetesi okunan tek evde büyümüştü. ama lise yıllarında bambaşka fikirleri olmuş. yazdan yaza görüştüğümüz için benim sonradan haberim oldu. milli görüş'çüydü.

doğru ya da yanlış bir fikre kendisini adayıp sadakatle bağlanabilenlere duyduğum saygıdan o da payına düşeni aldı. kaldı ki o güzel bir insandı, her zaman öyle kaldı.

yeni yüz yılın ilk seçimlerinde akepe, -nedendir bilinmez- neredeyse yazılı ve görsel medya organlarının tamamı tarafından yelkenlerine üflenen rüzgarın da etkisiyle gece yarısı konuşacak radyo istasyonu arayan platonik aşıklar misâli konacak dal arayan muhafazakarların oylarına romantik solcuların oylarını eklenmiş, ezici bir çoğunlukla meclise girmişti.

o günlerin benim için kayda değer tek anısı onun anlattıklarıdır: partiye gittim. bir kaç ihtiyar bir de ben vardım. başladığımız yere, ilk günlere dönmüştük.

araşarkı.

hayatımın hiçbir döneminde herhangi bir cemaate, kiliseye ya da klana üye olmadım. ben benim çünkü. tarihe, televizyon ve gazete haberlerine ve hatta insana rağmen insana inandım bir tek. eşref-i mahlûkat olduğundan hiçbir zaman şüphe duymadım.

ahlak, toplum, devlet vesairece konulan duvarlara ihtiyacı yok insanların. bana kalırsa, kendi duvarları insanı kötülükten ala koymaya yeter ve artar.

ıı.

cumartesi günüydü. "bugün burda cumartesi" gibiydi.

bir kaç gündür bizim buraların denizden karaya esen ünlü rüzgarı gemi azıya aldığı için, sabah evde tembellik edip öğleye doğru şehir stadına gittim. şehrin bölgesel amatör lig'de mücadele eden futbol takımı deplasmanda olduğu için "antreman var, maç var" bahaneleri de olmayacaktı. rahat rahat koşardım.

sahayı çevreleyen pist neredeyse bomboştu. bir kaç maratoncu abi ve sohbet ederek yürüyen iki teyze. bir de ben. arkadaşımın dediklerini hatırladım: başladığımız yere, baharın ilk günlerine dönmüştük.

ııı.

tıpkı, hasan ali toptaş'ın tadından yenmez söyleşiler kitabına koyduğu isim gibi: başlarken yalnızsın, bitirdiğinde daha da yalnız...

koşmayı bitirdiğimde pistte sadece ben kalmıştım. bir de gitmemi sabırsızlıkla bekleyen kirli sakallı, eşofmanlı görevli.

ve biterken bu çalıyordu.

16 Ekim 2015 Cuma

iştahsızlık

muhteşem yemeklerin olduğu bir listeyi uzun uzun inceledikten sonra salata yemeye karar veren, onu da çatalının ucuyla bir iki defa dürttükten sonra öylece bırakan kadınların olduğu bir dünyada iştahlı bir kadınla aynı sofrayı paylaşmak kadar büyük bir keyif olamaz.

14 Ekim 2015 Çarşamba

dakika ve skor

"erkek hayran olduğu bir şairden, rilke'den kadına şiirler okurken, kadın başını onun yastığına koyup uykuya daldı. erkek yüksek sesle okumayı severdi, güzel de okurdu, kendinden emin, tok bir ses, kâh pes perdeden ve ciddi, kâh coşkulu, kâh heyecanlı. okurken bakışlarını sayfadan asla ayırmaz ve sadece komodine uzanıp sigara almak için dururdu. kadını, surlarla çevrili şehirlerden yola çıkan kervanlar ve cübbeli sakallı adamlarla dolu bir rüyanın içine atan zengin bir sesti. birkaç dakika onu dinlemiş, sonra da gözlerini kapayıp dalmıştı."*


*: raymond carver, lütfen sessiz olur musun, lütfen? - öğrencinin karısı

12 Ekim 2015 Pazartesi

günün sorusu: biz

modern zamanlarda "biz" kelimesinin içini tam manasıyla doldurabilmek için ne türden, ne kadar uzun süreli kişisel ilişkiye ihtiyaç var?

10 Ekim 2015 Cumartesi

bohem versus hipster

soranlara, "bohemim ben," diyorum ama bu günlerde asıl trendy olan hipsterlık galiba. pek "in" yani.

durum böyle olunca insan merak ediyor. nedir bu hipsterlık? nasıl olunur? kıravat mecburi mi? "bi jean bi tişört" yeter mi? bir yerlere üye olmak gerekiyor mu? üzerimde nasıl durur?

pantolonun paçasını kıvırmak sorun değil mesela. çünkü, ayak bileklerime güveniyorum. çok renkli çoraplarda da sıkıntı yok. gömlek ya da tişörtün bütün düğmelerini iliklemeye de gerekirse alışırım.

son bir soru daha: tavsiye eder misiniz?

siyah tişört üzerine kısa kol kareli gömlek giyince aynada yirmilik rakçı gören amcalar gibi olmayalım sonra. ya da, yaz-kış bisiklet etkinliklerine katılınca kendini genç sanan, katılımcıların yaş ortalamasına baksa o tür atraksiyonların tam da orta yaş işi olduğunu fark edecek bio-market ve yeşil çevre sevdalıları gibi...

dikkat ederseniz, "converse giyince gençleştiğini sanan kadınlar gibi" demedim.

8 Ekim 2015 Perşembe

küçük bir parça

tam on beş ay önce "devam edebilir" demiştim. burada.

*

o gün, orada, bu masanın başına oturmuş, değirmenler'i birsen tezer yorumuyla dinlerken, "bir yazar olsaydım," diye düşündüm. "ya da bir roman üzerine çalışıyor olsaydım, esas kızla esas oğlan şarkının, "ve sen ben/ değirmenlere karşı bile bile/ birer yitik savaşçı" diyen yerinde gözgöze gelsinler, yıldızlardan dünyaya düşen ve bu düşüşün izlerini dizlerinde hâlâ taşıyan birinin gözlerine baktıklarını hiçbir söze ve kanıta ihtiyaç duymadan anlasınlar isterdim."

yıldızlardan düştüklerine göre adları oraları hatırlatmalıydı: hilal ve ayhan...

*

ani bir firen yaptıktan sonra kornaya basan ve muhtemelen küfür etmekte olan taksi şoförü yalnız değildi. ben de küfür ediyordum. ama onun ilgisi birden bire aracının önüne atlayan adama yönelmişken ben çocukluğumdan bu yana peşimi bırakmayan ve böyle bir anda bile yakayı kurtaramadığım alman disiplinine saygılarımı sunuyordum.

ankara'ya elli iki kilometre kala meydana gelen bir kaza yüzünden kapanan ve ileri ya da geri hareket imkanı kalmayan ankara-istanbul karayolunda saatlerce beklemiştim. şoförü önüne çıkan bir yabani hayvanı ezmemek için fren yapan lüks otomobil yüklü bir tır, tıpkı engelli yarışlarda onca mesafeyi koşup geldikten sonra başını eğip bacaklarının arasına alan ve engelin üzerinden atlamamayı tercih eden atlar gibi devrilmiş, otomobiller de yola saçılmıştı. hesapta olmayan bu gecikmenin üzerine bir de başkentin akşam trafiği eklenince ancak sekizi beş geçe kızılay'a varabilmiştim.

zaman zaman saygıyla andığım prusya krallığı'ndan miras alman disiplini yüzünden arabayı mithatpaşa caddesi ile kurtuluş parkı arasındaki birbirini dik kesen sokaklara bırakmak içimden gelmemişti. oysa, yalnızca beş liraya değnekçilerin hükümranlığındaki o sokaklardan park yeri, değnekçilerden de koruma satın almak mümkündü. ama park yeri olarak kullanılan kaldırımlar insanların, koruma da kendi kendilerine karşı olunca, insana, ödediği bedel beş liradan daha fazlasıymış gibi geliyordu.

arabayı kocatepe camii'nin altındaki otoparka bıraktıktan sonra koşmaya başladım. bir yandan da konserin olduğu nefesbar'ın yerini kafamda canlandırmaya çabalıyordum. sakarya'dan gelip mithatpaşa caddesi'nin üzerinden atlayan üstgeçitin ayağında, yolun karşısındaydı. kendi kendime, başlatma şimdi üstgeçidine, deyip yola atladım.

bir yandan yokuş aşağı koşarken diğer yandan sağ elimi kaldırarak dilediğim özür ani bir fren yaptıktan sonra kornaya basan taksi şoförünün küfürlerini engellemekte işe yaradı mı bilmem ama benim susmam için bir kaçı çoktan ölmüş bir çok kişinin sağ elini kaldırması gerekiyordu.

nefesbar'ın önündeki kalabalığa ve sokağa taşan müziğe bakılırsa konser başlamıştı. kimi hülyalı gözlerle havaya savurduğu sigara dumanını izleyen, kimi bırakacak yer olmadığı için elinde tuttuğu içki bardağıyla beraber kendini müziğin kollarına bırakmış, kimi muhatabıyla sarmaş dolaş, kimi gözgöze her yaştan reşit kadın ve erkek barın kapısından dışarı taşıp alan açılsın diye masa ve sandalyeleri kaldırılan bahçeyi doldurmuş, bir o kadar insan da devrilen bir boya kutusundan yüzeye yayılan boya gibi bahçe kapısından sokağa taşmıştı.

dengesini bulmaya çalışırken sırtıma çarpan sırttan ve dikkatsiz bir elin parmakları arasında yüzüme yaklaşan içki bardağından kendimi kurtarıp, bahçe kapısının hemen önünde tek vücut olmuş genç çiften izin istedikten sonra kalabalığın geri kalanını ancak özgeçmişinde korumalık yazan birinin bilebileceği yöntemlerden musa'nın asasıyla kelimenin tam anlamıyla yararak kapıya yürüdüm. alkole bulanmış bir ses, "elvis nereye?" diyecek oldu. zaten geç kalmıştım, bir kaç yıllık küfür rezervini de son beş dakika içinde hem de nefes nefese koşarken tüketmiştim. sadece dönüp bakmakla yetindim. ama öyle bir baktım ki onun adına ben korktum. buharlaşıp yok olmayı başaramayınca çareyi elindeki bardağı kafasına dikmekte buldu. adam aniden bünyesine dahil olan alkol miktarı nedeniyle yüzünü ekşitirken ben de içeri girdim. ve girer girmez onu gördüm.

sahneyi aydınlatan hafif bir ışığın dışında geriye kalan bütün lambalar kapalıydı. sahnenin önünde oturan bir kaç sıra insanı sandalyelerden bir sıra çepeçevre sarıyordu. bu sıranın arkasında, pencere önünde ayakta duran kalabalık bir grup daha vardı. bütün bu insanlar mekanı boşluk bırakmadan doldurmuştu. usul usul şehrin batı kapısına yürüyen bozkır güneşinden arda kalan son ışıkları da pencere önündeki dinleyiciler dışarıda bıraktığı için içerisi oldukça karanlıktı. ama onu gördüm.

sanki sadece onu aydınlatan bir ışık vardı. tiyatro sahnesinin karanlığında sırası gelmiş oyuncuyu aydınlatan lamba gibi diyeceğim ama yeterince şiirsel olmayacak. oysa, tam da hikâyenin şiire en çok ihtiyaç duyduğumuz yerindeyiz. o yüzden gökten yağan bir ışık seli altındaydı diyelim. tıpkı yağmur sonrası bulutları arasında bulduğu her boşluktan yere düşen güneş ışığı gibi.

koyu mavi, uzun dışarı elbisesini giymiş, saçlarını altın sarısı bir eşarpla örtmüştü. daha sonra, biraz da o anı anarak, sarı rengin kendisine çok yakıştığını söylediğimde, sıradan bir sarı değil o mevlana'nın sanduka örtüsünün rengi diyecekti. dirseğini diğerinin üzerine attığı bacağına koymuş ve çenesini avucuna yaslamıştı. diğer eli ise bileğinden itibaren serbest düşüşe geçmiş, gül rengi tırnağı derin kesilmiş zarif parmakları ise sanki kendini suya emanet etmiş bir beden gibi boşluğa asılı kalmıştı. ucuna minik yapraklar asılı altın zincirden bilekliği de parıltısını içinde saklayarak eline eşlik ediyordu. sarı çantasını hemen yanındaki sandalyenin üzerine koymuştu. bir yandan sahnedeki uzun saçlı sarışın kadının söylediği şarkıyı dinliyor bir yandan da işaret parmağını burnunun ucuna vuruyordu. sanki bir yerlere mesaj yolluyordu ya da o anı sonsuza saklamak için görünmez bir günlüğe mors alfabesi ile not alıyordu. o an orada gerçekliğin ayrıntıları önemini kaybetmiş ve sanki etrafındaki her şey silinip gitmişti.

tam o güzel şarkıcı kadın, "ve sen ben/ değirmenlere karşı bile bile/ birer yitik savaşçı" derken bakışlarını bana çevirdi. ilk önce beni göremediğini sandım. ya da başka bir zaman olsa göremeyeceği bir şey görmüştü ve yüzündeki herhangi bir anlamdan yoksun ifade bunun sonucuydu. o an aynı şeyleri düşündüğümüze eminim: hangi yıldızdan düşüp birbirimizi bulduk biz? işte o kısacık anda ikimiz de aynı şeyi hissetmiş, yıldızlardan dünyaya düşen ve bu düşüşün izlerini dizlerinde hâlâ taşıyan birinin gözlerine baktığımızı hiçbir söze ve kanıta ihtiyaç duymadan anlamıştık.

o kısacık an geldiği gibi gittiğinde her defasında kendiliğinden nar rengi giyinmiş olarak karşıma çıkan dudakları, "merhaba," dedi. sonra aynı dudaklar kocaman bir gülümsemeyi çevrelediler. bir defa daha gamzelerini gördüm. bir defa daha aynı şeyi hissettim. keşke ölsem. ölsem ve beni o dudakların bitimindeki halk arasında gamze olarak bilinen o çukurlardan birine gömseler.

yeniden mekanın gerçekliğine döndüğümde yanındaydım. şarkının bitmesini bekleyememiş, alacağım herhangi bir tepkiyi umursamadan özürler eşliğinde yanına yürümüştüm. en azından öyle yaptığımı umuyorum. bilmiyorum. çantasını kucağına aldı. boşalan sandalyeye oturdum. yerleşmeye çalışırken omuzlarımız bir anlığına birbirine dokundu. aynı koku.

şarkıyı dinledik. sonra şarkıcı kadın sahneye sakallı bir adamı davet etti. adam, oturanların arasından alkışlar eşliğinde sahneye doğru yürürken, hilal kulağıma eğildi ve "hadi, gidelim buradan," dedi. ayağa kalktık ve kapıya doğru yürüdük. en son, güzel şarkıcı kadın ve o sakallı adamın beraberce, "sen bana yangın ol efendim/ ben sana rüzgâr" dediğini duydum.

*

ben tam burada hayal etmeyi terk kettim. ama içimden bir ses, artık bugün olmayan akman bozacısı'na gideceklerini söylüyor. orada çay ve sütlaç eşliğinde vaktin nasıl geçtiğini anlamadan pastane kapanana kadar sohbet edecekler. zamanın farkına vardıklarında vakit geç olduğu için kocatepe camii'nin altındaki otoparka gidip arabayı almak yerine atatürk bulvarına inip bir taksiye binecekler.

ve gecenin sonunda, ayhan hilal'i,"iyi akşamlar," dedikten sonra, sağında ve solunda birer parça çimenlikle apartman kapısına yürüyen beton yolu sokaktan ayıran demir kapının önünde bırakacak.

sanırım...

4 Ekim 2015 Pazar

üçleme: wanted

bu blog, blog bulvarında gördüğüm en güzel blog olabilir.

baktınızsa görmüşsünüzdür: tam dokuz yıl önce bugün, yani dört ekim iki bin altıda yazılmış tek bir yazı ve o yazıya muhtelif zamanlarda gelmiş yirmi sekiz yorumdan ibaret.

kitabın zilif, yazarın oruç aruoba oluşu kıymet arttırsa da maceranın kendisi bile tek başına heyecan verici.

ne de olsa, toplu taşıma araçlarında, şehirler arası otobüslerde, plaj gölgelerinde denk geldiğimiz kitap kesişmelerinden büyük manalar devşirmek bir çeşit kader. kitapçıda aynı kitaba uzanmak ya da aynı kitapla kasaya yürümek aşk başlangıcı değilse nedir?

bu arayışın peşine düşen blog yazar(lar)ını hem taktir ettim hem de benim aklıma neden gelmedi diye kıskandım. ve elimde olmadan düşündüm: aynı şeyi yapacak olsam şehrin duvarlarına yapıştıracağım kağıtlarda hangi isimler olurdu? kalabalık bir listeyi zor da olsa bir üçlemeye indirdim. peşi sıra, hep olduğu gibi bir adet paha biçilemez...

şu an masamda duran dört kitaba bakıyorum da hepsinin de kapağı birbirinden kötü. eğer onlara rastlamadan çok daha önce içindekilere iman etmemiş olsaydım rafta gördüğümde elime bile almazdım.

önce üçleme:

bir - nun masalları... birinci baskısı dergâh yayınları, türk edebiyatı-hikâye dizisi'nin otuz yedinci kitabı olarak mayıs doksan yedide yapılmıştır.

doksan dört. haziran. ne bulursam okuduğum, dünyadan değilse de hayattan çıkış yollarını araştırdığım zamanlar. o gün, çay bahçesinde limanı gören bir masaya oturmuştum. ve ilk kez nazan bekiroğlu okudum. eğer içimde okumaya ve yaşamaya dair kırılmalar olmuşsa en az bir tanesinin o güne denk geldiğine eminim.

bulabildiğim bütün öykülerini okudum. hatta yedi iklim edebiyat dergisi'nde bir şiirine bile denk geldiğimi hatırlıyorum. adı da biz yokuz olmalı, belleğim beni yanıltmıyorsa. o arayış sırasında bir duygu daha yerleşti içime: nazan bekiroğlu dergilerde kalmalıydı.

nun masalları'nı ilk duyduğumda kendimi ihanete uğramış gibi hissettim. yazarın okuruna ihaneti. sevgilim ihanet adlı denemesinde "ama ihanetin bir rengi varsa mutlak gri olmalıdır" dese de onun ihaneti pek renkli kapaklar altındaydı.

yıllarca o kitabı alıp kitaplığıma sokmamakta direndim. fakat bir gün bir taşra şehrinde aniden karşıma çıktı. işaret kabul edip satın aldım.

daha sonra çok başka baskıları yapılsa da en güzel baskısı odur. bir tanesi de yakari'dedir.

iki - bir yağmur köpeği - tom waits... şarkı sözü çevirileri elvan okaygün tarafından yapılan, korsan yayın, müzik serisinin beşinci kitabı olarak doksan üç yılının ocak ayında dizilip basılmıştır. kapak tasarımı erol egemen, iç düzeni metin göz tarafından yapılan kitap, metintosh tarafından dizilip kardeşler matbaasında basılmıştır.

bu kitaptan, belki de tom waits'ten ilk defa kemal sayar'ın bu kitap üzerine yazdığı bir yazıyla haberdar olmuştum. hem, "and it's more than goodbye i have to say to you/ kuru bir elvedadan daha fazlası var sana söylemek istediğim" diyen bir şarkıya/şarkıcıya nasıl kayıtsız kalabilirsiniz ki?

yıllarca kovaladım, baskısı doksan üç yılında korsan yayın tarafından yapılan bu hazineyi. nihayet sahaf arkadaşlardan biri önüme attığında yeni bir yüz yıl olmuştu. bahsi hiç açılmasa da o kitabı kendi kitaplığından çıkardığını biliyorum.

o günlerde öykücüye uğramam gerekiyordu. (gerek değil, istek. içten gelen bir zorunluluk.) ve ona o ara sahip olduğum en değerli şeyi götürdüm. ve tekrar başladım aramaya. yıllar sonra bir başka sahafta buldum. ve bulur bulmaz hissettiğim şu oldu: bu kitaptan sadece bir tane var ve öykücü ben onu bulabileyim diye buraya bırakmıştı. öykücü bu. kesinlikle yapar.

bu kitaptan yalnızca bir tane olduğunu düşünmeme sebep olan başka bir şey de kapak tasarımı ve baskısının facia denecek kadar kötü oluşu. erol egemen ve tayfası diğerlerini yakmışsa şaşırmam.

üç - ars moriendi... est & non yayınları, düş bakışı dizisinin ikinci kitabı olarak birinci baskısı doksan dokuz kasımında istanbul'da yapılmıştır. editörlüğünü c.ırmak, kapak tasarımını m.saldamlı yapmış, aymat'ta basılmıştır.

kısa bir süre sadece pazar günleri aldığım, onda da kültür sanat sayfasından başka yere tahammül edemediğim zaman gazetesinde rastlamıştım cahit ırmak'a. gerçek olamayacak kadar güzel bir isimle anlayamadığım, fakat gücünden asla şüphe duymadığım metinler inşa ediyordu. benzer duyguları daha önce yalnızca bir defa hissetmiştim; on yedi yaşında ilk defa ismet özel okuduğumda. manayı çözemiyordum ama içimde bir ses yankılanıp duruyordu.

sonra o yazılar, birileri çıkıp, "bu da ne" dediği için kesildi ve yüz yıl bitmeden est&non tarafından basıldı. gazetede okurken bir kaç kişiye tavsiye ettiğimi hatırlıyorum ama kitaptan hiç kimseye bahsetmedim.

ve paha biçilemez:

gidiyorum bu... mor kapağını ferdinand hodler'in hayal kırıklığına uğrayanlar tablosunun kötü bir uygulaması süsleyen, bizzat ah muhsin ünlü'nün gayretleri ile basılan bu kitabın, kapak düzeni ve dizgisi hamza aşgın tarafından yapılmış, nisan iki binde istanbul'da şan ofset'te basılmıştır.

fırsat buldukça sohbetleşmeye dükkanına uğradığım sahaf arkadaşım, içeri adım atmıştım ki, "az önce murat menteş buradaydı," dedi. kaçırdığıma üzüldüm. daha dublörün dilemması ortalıkta yoktu ama genç yaşta adam ettiği kuzgunun gölgesi ve kaosa mütevazı bir katkı'dan dolayı severdim. kılavuz dergisi adına ah muhsin ünlü ile röportaj yapmaktan geliyormuş. ve heybesine doldurduğu, ah muhsin ünlü'nün kendi çabasıyla bastırıp eşe dosta armağan ettiği, balkonunda bekleşen, kenarı yağmur sularıyla yıkanmış gidiyorum bu'lardan bir kaç tane bırakmış. derhal üçüne el koydum. sevgilim, yakari ve kendim için.

yani, kılavuz dergisi'nde yayınlanan o röportajda, bizzat ah muhsin ünlü'nün "balkonda çürüyorlar" dediği, kenarı yağmurda ıslanmış kitaplardan üçünün yerini biliyorum.

1 Ekim 2015 Perşembe

yaz bitimi

takvimler, ajandalar, mevsim normalleri, göçmen kuşlar...

hepsi hikâye.

eğer sokağın güneş vuran tarafından koşmaya başlamışsanız yaz bitmiş demektir.

*

bir de, bağdat etekleri kumsalı süpürürken geriye minicik ayak izleri bırakan hayal kadınların deniz kenarına siyah boğazlı kazakla inmeye başlaması vardır ki, asıl odur.