27 Haziran 2021 Pazar

péninsule

fransansızca bir kelime. fransa bisiklet turu, yani tour de france izlerken öğrendim.

/eğer seçme şansım varsa sarper günsal, berkem ceylan ve caner eler anlatımıyla dinlemeyi tercih ederim bisiklet yarışlarını. o kutlu zamanlarda televizyon evde ses olsun diye rağbet ettiğim bir eşya olmaktan çıkar, bir kaç arkadaşım ziyarete gelmiş de ben başka işlerin hakkından gelirken zaman zaman benim de katıldığım bir sohbetin fitili ateşlenmiş gibi hissederim./

anlamadığım bir kelime duydum ilk önce. caner eler, hemen peşi sıra, "fransızcanın en sevilen kelimesi olabilir," deyince dikkat kesildim. "yarımada" demekmiş. ama birebir türkçeye çevrilince "neredeyse ada" anlamına geliyormuş.

üç tarafı su ile çevrili, çoğu zaman dar bir kıstakla anakaraya bağlı kara parçaları için şiir gibi bir isim: neredeyse ada...

*

türkiye'nin en ünlü sözlüğüne itimat edersek: latince "paeninsula" kelimesinden gelmektedir. "paene" neredeyse, "insula" ada anlamındadır. bir anakaraya bağlı üç tarafı su ile çevrili kara parçaları için kullanılır.

24 Haziran 2021 Perşembe

modern sanat ve ütü masası

alt başlık olarak, "ütü masası sanat eseri sayılabilir mi?"

*

bartleby ve şürekası ile muhteşem bir başlangıç yapan ama sonradan "ailemizin çağdaş ispanyol romancısı" unvanını javier marías'a kaptıran enrique vila-matas'ın şenlikli anlatısı kassel'de mantık aramak'ı okuduktan sonra modern sanat hakkındaki fikrim değişmedi -hâlâ hazzetmiyorum- ama anlaşılır bir modern sanat tanımına ulaştım.

modern sanat, sadece nesneler değildir. bir kısmını nesnenin görselliği bir diğer kısmını da bu görselliği açıklamaya ya da pekiştirmeye yeltenen konuşma, yorum veya yazıların oluşturduğu bir toplamdır.

*

mesela, bir ütü masası. salonun ortasında öylece duruyor.

son anda en sevdiği bluzu giymeye karar veren ama ütüden sonra ancak servise yetişecek vakti kaldığı için aceleyle evden çıkan bir kadın ya da haftanın maçlarından özet görüntüler başlayınca, bitsin öyle götürürüm, diyen ve sonrasında kendisini rahatsız etmediği için bırakın kaldırmayı, varlığını bile unutan bir ev erkeği olduğu gibi bırakmış olabilir.

ya da dekoratif bir unsur olarak oradadır. ama çirkin ve işlevsiz olduğu kesin. hatta bazı belediyelerin şehir girişlerine diktiği ve nereye geldiğimizi anlayalım diye yaptırdığı heykeller gibi rahatsızlık verici.

*

şimdi o salona birisi girsin. bu ütü masasının bir yerleştirme olduğunu düşünmesi ve bunun yapan sanatçının ne amaçlamış olabileceğini kendine ya da yöresindekilere açıklamaya çalışması ile olayın rengi değişecek. bu da salonun ortasında duran ütü masasını sanat eserine dönüştürecek.

hadi, biz de yapalım.

"sivil itaatsizlik nedir, derseniz, işte budur, derim. hem de en mükemmelinden. işi bittikten sonra ütü masasını aldığı yere bırakmayan birey, koşulların onu mecbur kıldığı dar çerçeveye isyan etmektedir. bu daha başlangıçtır ve yakında fişten çekilmemiş ütü de yerleştirmeye katılacak, bu isyanın marşı da vakti gelince yanan, vakti gelince sönen ısı sensörünün çıkardığı ses olacaktır."

"çağdaş insan teki ihtiyaçları için kullanmak üzere vaktini ve emeğini parayla değiştirirken hiçbir zaman ihtiyaçları kendisinin tanımladığını aklına getirmez. oysa yüksekliği ayarlanabilir bir ütü masası orta sehpası, fiskos hatta çekirdek aile ya da yalnız yaşayan bireyler için yemek masası bile olabilir. ama bu 'artistlik', plastik kola şişesinden kendisine ayakkabı icat eden fakir afrikalının mecburiyetiyle karıştırılmamalıdır."

"tolstoy, anna karenina'da bildik öykünün aksine bir çamaşırhanede çalışan güzel anna'nın hikâyesini anlatmış olsaydı, "bütün ütülü giysiler birbirine benzer, oysa ütüsüz giysilerin kırışıklıkları farklı farklıdır," diyerek başlardı. nasıl mutlu ailelerin, "mutlu bir aileydiler. öyle ki, görüp görebileceğiniz en mutlu aileydiler"den başka hikâyesi yoksa ütülü giysinin de "düzgün ütülenmişti"den başka hikâyesi olamaz. "ütüsüz bir pantolon kadar tedbirliyim" mısrasını ütülü bir pantolon yazdırabilir mi hiç?"

*

belki de o salonun ve ütü masasının sahibi ya da o evin ütülerden sorumlu kişisi sadece tembeldir. o kadar tembeldir ki, "çocukların yediği ebeveynlerine yarar" sözünden yola çıkarak, çocukları hareket eden ebeveynlerin fazlalıklarından kurtulabileceği gibi boş bir inanca sahiptir.

ona bir dost tavsiyesi: yaz bitmeden o leopar desenli bikiniyi giymek gayretindeyse, sabahları ilk iş sirkeli suyunu içsin, sonra da adam gibi sporunu yapsın. ya da gelsin, her çarşamba yerel saatle on altıda tenis kortlarının oradaki atletizm pistinde çarpışalım.

22 Haziran 2021 Salı

bankalar

geçen gün doksanlardan kalma bir türk filmi izledim. bin dokuz yüz doksan dört yapımı bir sonbahar hikâyesi... klişelerde boğulmayı seviyor ve zuhal olcay'ın her hâlini beğeniyorsanız, bütün bunların üzerine bir de vaktiniz varsa izleyebilirsiniz.

uzun uzun beni varış noktasına getiren güzergâhı anlatmak istemiyorum ama adına aldandığımı, bu aldanışa da kırık bir aşk hikâyesi(1981) çağrışımlarının sebep olduğunu itiraf ederim. 

/ıssız adaya düşünce yanıma alacağım üç şeyden biri ya da türk sinemasının en iyi on filmi listesinin bir parçası olmasa da kırık bir aşk hikâyesi'ne özel bir zaafım var çünkü. çünkü, "kırık bir aşk hikâyesi filmini bilmeyen bir kızla olmaz"./

senaryo klişe, oyunculuk vasat, film ise berbattı. türk sinemasının neden eşkıya'ya ihtiyaç duyduğunu anlamak, burun kıvırdığımız hollywood bile altın dönemini yaşarken biz nasıl bu kadar kötü filmler yapabildik diye sormak için de izlenebilir.

ama tek bir sahnesi vardı ki, beni olduğum yere çiviledi. çoğu insanın sevgiyle, bir çeşit nostalji duygusuyla andığı, bana göre sonun başlangıcı olan doksanlardan bir defa nefret ettim. 

/gerçi başlattığı toplumsal erozyon olmasaydı bile yüksel bel pantolonlar, omuzları vatkalı bol ceketler, pantolonun içine atılan kazaklar, permalı saçlar, araba camı kadar kocaman ve koyu renkli camlı gözlükler, tavuk götü saç kesimi yüzünden de nefret ederdim doksanlardan.

dikkat ettiniz mi bilmem, siyasi hayattaki ve halkın devleti emanet ettiği insanlardaki kirlenmeyi saymadım bile./

neyse... çünkü konumuz bunlar değil o sahne. filmin adını şimdi hatırlamadığım, amerikada eğitim görmüş, ingilizcesi shit ve all rightan ibaret, baş-erkek karakteri iş görüşmesindedir. referansları çok iyidir. amerikada ihtisas yapmış olmak büyük şanstır. yani, başvurusu kabul edilmiş, bu iş olmuştur. biraz sohbet şarttır:

"insanlar bankalara borcu olmadan yaşamaya bırakılmamalıdır. araba, ev... sonra ne bileyim? tatil, elektronik eşya, giyim-kuşam.

-zamanla burada da o duruma gelinecektir. biz görür müyüz bilmiyorum ama."

ne dersiniz, görmüş müdür?

17 Haziran 2021 Perşembe

dakika ve skor

"Öğle sonrası ay'ına kimse bakmıyor, oysa Ay'ın ilgimize en çok gereksinim duyduğu zaman bu, çünkü varlığı kuşkulu henüz. Güneş ışığı yüklü gökyüzünün yoğun mavisinde beliren beyazımsı bir gölge; bu kez de biçimleneceği ve ışıyacağı konusunda kim güvence verebilir bize? Öyle kırılgan, soluk ve ince ki; yalnızca bir yanı, bir orak yayına benzeyen belirgin bir sınır oluşturmaya başlıyor, gerisi hâlâ maviliklere gömülü. Sanki saydam bir ayin ekmeği ya da yarı erimiş bir hap gibi; ne var ki, beyaz çember dağılacak yerde koyulaşıyor. Ay coğrafyasından mı yoksa sünger gibi delikli uydunun hâlâ içine işleyen çapaklar mı oldukları anlaşılmayan lekelerle, gölgelerle birleşerek koyulaşıyor."


*:italo calvino, palomar

15 Haziran 2021 Salı

iz peşinde

sermet pars'a

soğuk, çok soğuk bir kış gecesiydi. postmodern bir romanda kahraman olsaydım, trenden yeni inmiş, istasyon yakınındaki camları buğulu büfeye giren bir yolcu olurdum ama roman kahramanı değilim. roman kahramanı olmadığım için de evimin emniyetinde, salondaki rahat kanepede oturmakla yatmak arasında uzanmış, her üç dakikada bir "bunu kendime neden yapıyorum ki?" diye diye altmışlardan kalma bir sanat filmi izliyordum.

kendime itiraf etmesem de bunu neden yaptığımı biliyorum aslında. bana musallat olmak için gecenin ilerleyen saatlerini bekleyen melankoli gelene kadar vakit öldürüyorum. itiraf ediyorum, arada sırada üstüme çullanan hüzün olmadan ben bir hiçim. böyle olduğu için de yazdıklarımı bir defa daha okuyup, "olmuş bu" dediğim hâlde bu paragrafı metne eklemeden duramadım.

derken telefonum çaldı. duaları kabul olmuş kul sevinciyle televizyonun karşısındaki kanepeden ayağa fırladım. soğuk bir ses kendini tanıtmaya ihtiyaç bile duymadan, "beni arıyormuşsun," dedi. "twitterdaki mevzu mu?"

tam on ikide, il encümen üyesi hidayet elibol'un şehrin batı çıkışındaki babadan kalma benzinliği yıkıp yerine ilk on yılı geri ödemesiz tarım kredisi ile yaptırdığı konaklama tesisinde buluştuk sacitle. mahallenin ve googleın harbi delikanlılarından sacit. iyi top oynardı. şehrin adını şehirden alan lisesi tek şampiyonluğunu onun sayesinden kazanmış, o da aynı sene gol kralı olmuştu. ama annesinin inadına yenik düştü. okudu, adam oldu.

peş bölgemizi benim emektarın kaputuna yaslayıp konuşmadan öylece durduk. ellerimiz ceplerimize gömülü. sacit'in bir eli dışarda ama. evde sigara içmesine izin vermeyen ikinci karısı yüzünden bulduğu her fırsatta sigaraya sarıldığını bilmeyen yok. artık siz de biliyorsunuz.

şimdiden ikinciyi yaktı ve biz tek kelime bile konuşmadık. aslında elektronik sigara içmesi tarzına daha uygun ama birazdan o sigarayı don vurmuş asfalta fırlatacak ve yola fırlatılan sigara izmaritinin ucundaki közü döke saça asfaltta yuvarlanması çok hoşuma gidiyor.

"bergman burada olsa "kilise ayinleri ya da kötü tiyatro"ya benzetirdi," diye düşündüğüm, sanat filmlerindeki kadar uzun, upuzun bir suskunluğun ardından, önce sigarasından son bir nefes alıp kalanı tıpkı az evvel dediğim gibi asfalta fırlattı, sonra da yeterince uzak mı diye bir defa daha tesiste mola vermiş tek otobüsü yıkayan elemana baktı ve zor duyulur bir sesle, "satrançta balkan üçüncülüğü var," dedi.

der demez de geldiği gibi gitmek üzere gecenin en karanlık yeriyle boyanmış otomobiline yöneldi. arkasından "hangi yıl?" diye seslendim. geri dönüp, "bilmiyorum," anlamında ellerini açtı. belki, "ben nereden bileyim?" demiş de olabilir.

"başka bir şey yok mu? ya da öğrenebileceğimiz birileri?" diye ısrar ettim otobüsü yıkamayı bitirip sigara yakan adama aldırmadan. "olsa biz bilirdik," dedi ve kapıyı kapattı. evet, biraz sertçe.

istanbul tarafına dönmek için yanıp sönen sinyal lambasına bakarken, "it," dedim çevirisi kolay olsun diye. "daha iki dakika önce, harbi delikanlı, dedim senin için. kupası paslanmış şampiyonluğu bile andım. sense artistlik yapmak için yazının bitmesini bekleyemedin."

sinirden apartmanın park yerinde arabayı sürttüm. bunları da sanayide, oto-boyacı cemil'in dükkânı açmasını beklerken yazıyorum.

13 Haziran 2021 Pazar

bir masada iki kişi: hiç ihtimal

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- dönme ihtimali var mı?

- sadece ihtimal olarak var. o da kibirden uzak durmak, büyük konuşmamak için.

- bekleyişler, okunan kitaplar, seyredilen filmler, zaman geçsin diye oyalanmalar bu yüzden demek?

- asla. geçmişin tecrübesi hâlâ benimle çünkü. konuştuklarımız, yazdıklarımız, yaptıklarımız... ben, beni o şekilde sevmesine talibim. daha azına değil.

*

söylemeye gerek yoktu. söylemedim de zaten. köprünün altından bu kadar su akmışken onun beni öyle sevmesi imkansız derecede mümkündü ancak.

11 Haziran 2021 Cuma

mcguffin

ya da macguffin...

enrique vila-matas'ın aradığımı bulamadığım ama zaman zaman beni çok güldüren "anlatı"sı... (iyi ki var bu kelime. yoksa, "roman" demeye dilimin varmadığı ama "deneme" de diyemediğim metinleri n'apar, nereye koyardım?)

ne diyordum? enrique vila-matas'ın aradığımı bulamadığım ama zaman zaman beni çok güldüren anlatısı kassel'de mantık aramak bir mcguffin denemesi* ve mcguffin'in ne olduğuna dair bir tartışma ile başlar. açıkcası ne olduğunu anlayamamış, anlayamayınca da, boşver, diyerek yoluma devam etmiştim. çok geçmeden bambaşka bir yer ve metinde, hem de "yalancı bahane" açıklamasıyla bir defa daha rastlayınca üzerine düşünmeden edemedim.

ne olduğunu ise ne olmadığından yola çıkarak anladım. umarım...

çehov'un "duvara asılı" ünlü "silah"ını duymuşsunuzdur: ilk bölümde, duvarda bir tüfek asılı, diyorsanız, ikinci veya üçüncü bölümde o silah patlamalıdır.

herkes bilir. edebi eserlerde yalınlıktan yana duran ve öyküyle doğrudan ilgisi olmayan ne varsa metinden atmayı tavsiye eden bu cümle zamanla kural olmuş, "eğer başta bir silah görünürse o silah daha sonra patlar" biçimine dönüşmüştür.

mcguffin ise tam tersi. duvarda asılı duran, belki görünce patlayacak ihtimalini zihnimize kaydettiğimiz ama patlamayan, hikâyenin sonunda varlığını zaten unutmuş olduğumuz için patlamadığını bile fark etmediğimiz silah. başka bir deyişle hikâye için önemliymiş gibi yapan ama öyle olmayan ayrıntı demek.

tıpkı, 'genellemeler' gibi. her insanın tek ve biricik olduğu bir gerçeklikte, sadece konuya girmeye yarar. evet, bunu daha önce demiştim.

ya da berlin'de başlayıp new york'ta nihayetlenen bir romanın berlin duvarı ile başlaması gibi.

oysa konunun duvarla ilgisi yoktur. her şey aşkla ve hayatı boyunca babasını özlemiş bir adamla ilgilidir.


*: "bir yazar ne denli avangardsa bu sıfatla anılmaya o denli itiraz edecektir," cümlesi bahsettiğim deneme. bir de, tam burada fark ettim ki, mcguffin bahsi bizzat mcguffin olabilir.

8 Haziran 2021 Salı

rövanş

klasik leyla ile mecnun hikâyesinden hareketle kemal sayar'ın leyla'ya bakışını ve yaklaşımını anlatınca, "o benim" demeye getirmiş, "acabasız sahiplendim" demişti.

şimdi burada olsa, onu yeşilçam dizisine götürür, yedinci bölümün başını izletirdim. sonra da, artık bir manasının kalmadığını bile bile, "al, bu da benim!" derdim.

*

çaresizim* eşliğinde akan görüntülerin peşi sıra ofise gelen semih, sigara dumanıyla dolu odasında elindeki fotoğrafa özlemle bakan hakan'ı görür. nihayet kendini dinleyecek birisini bulan hakan da konuşmaya başlar:

"aşıkmışım enişte... aşık olacak gibi olursam gözlerimi kapatıp beşe kadar sayıyordum. sonra oradan kaçıyordum. çok aşık olursam da olurum, diyordum. ders verilmiyormuş, ders alınıyormuş, enişte. aşık olmadım, diyordum. aşıkmışım meğer. meğer it gibi seviyormuşum aysel'i."


*:funda söylüyor.

6 Haziran 2021 Pazar

dakika ve skor

"Fark ettim de yürüyüş sanatı başka şeylerin yanı sıra insanın lafı ağzına geldiği gibi söyleme dürtüsünü iyice pekiştiriyordu; insan sözlerin adeta ağzından havalanıp çıkmasına izin verircesine söylüyordu bunları. Ağzımızdan çıktığı âna kadar uzun uzadıya törpülenen ve ancak sağduyuyla formüle edilip dile getirdiğimiz şeylerden farklı olarak düşünülmemiş ve doğrudan yürüyüş sırasında çıkıveren cümle, cüretkâr ve tuhaf olabilir, kendi ağzımızdan çıkan başka cümlelere benzemeyebilir; öte yandan öyle beklenmedik bir söz dizimi ortaya çıkarır ki, kimi durumlarda hiç bilmediğimiz halde yıkıcı biçimde bize ait olduğunu farketmekten ötürü afallayabiliriz."*


*: enrique vila-matas, kassel'de mantık aramak

5 Haziran 2021 Cumartesi

suzan teyze

her zaman deniz feneri bekçisi değildim. bir zamanlar, ebeveynlerin çocuklarının arkadaşı olduğu için ferahlık duyduğu arkadaştım mesela. ya da annelerin damadı olsun istediği çocuk.

arkadaşlarımın ebeveynleri aynı ferahlığı bugün de hissediyor ama damadı olayım isteyen annelerden pek emin değilim.

yol uzun, söylenmemiş söz "hâlâ" çok. "niye acaba?" diye diye önceki cümlede takılıp kalan tayfayı kurtaralım ilk: müdür olmaya ihtiyaç duymuyorum, ne de olsa kralım. alaçatı'da yazlık, denizi uzaktan da olsa gören kıraç ege tepelerinde bir kaç dönüm arsa planım, aynı arabanın bir üst modeli için internet sitesi turlayacak, uygun faizle konut kredisi bulacak vaktim yok. hayatın doğal akışı içinde gelene itiraz etmiyorum ama çok daha fazlasına sahip olmak için mesai harcamak yerine sahip olduklarım için şükretmeyi tercih ederim her şeyden önce.

kenan ve mem.'i dümdüz ettiğimiz, dolayısıyla king faslını erken bitirdiğimiz akşamlardan biriydi. ömer abinin getirdiği keyif çayını içerken hafta sonu planım olup olmadığını sordu ali abi. yani ihtiyar. ya da yaşlı adam...

cuma akşamı olmazdı. "cuma akşamları muhakkak cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası'nı dinlemeye giderim," dedim. peşi sıra "şaka yaptım," diye yeminler etsem de hem küfür yedim hem de masayı terk eden ali abi kalan çayını karşı masada tek başına içti.

ali abi eşinden yeni ayrılmıştı o zaman. yeni bir başlangıç yapmayı aceleye getirmemek için de bir süredir annesinde kalıyordu. sürekli beni anlatıyormuş evde. öyle dedi. annesi de, "yemeğe çağır da tanışalım, hem ev yemeği yemiş olur," diyerek beni yemeğe davet etmiş. yuvalama yapacakmış. analı kızlı çorbası diye de bilinirmiş ama babasının tayini nedeniyle ayrıldıkları ve bir daha dönmedikleri memleketlerinde yuvalama deniyormuş.

"laf aramızda," dedi, ali abi. "annem mükemmel yapar. parmaklarını yersin."

davete sevgilim de dahildi ama ali abiyi tanımama vesile olan iki ortak arkadaşımız daha bize katıldı.

suzan teyze daha ilk anda bir anne şefkatiyle kuşattı bizi. üstelik ali abinin gençliğinin nereden geldiğini de o ilk anda anlamış oldum. adam, "hepinizi gömerim ben" derken çok haklıymış.

görmüş geçirmiş, hayatı üstüne koyarak yaşamıştı suzan teyze. eski istanbul hanımefendilerini değilse de günümüzde yalnızca trt arşivlerinde yaşayan bir tür olan ve kameraya düzgün bir türkçeyle konuşan örnek insanları hatırlatıyordu. meraklı ve ilgiliydi. üstelik, doğru soruları sormayı biliyordu.

ali abi haklı çıkmıştı. sadece yuvalama değil bütün yemekler, masada yaptığımız sohbet, kısaca akşam çok güzeldi. ama o akşamın en güzel anı kızların suzan teyzeye yaşını sordukları andı. "mümkün değil, yetmiş iki!" dedik hep bir ağızdan. "hiç göstermiyorsunuz." üstelik cildi o kadar güzeldi ki.

suzan teyze, aldığı iltifattan memnun olmuş ama o iltifatı nereye koyacağını bilemeyenlere hep olduğu gibi hafifçe kızardı. mahçup bir edayla, "avrupa krem kullanıyorum. belki ondandır," deyiverdi. kutlu bir andı. unutmadım. ölene kadar da unutacağımı sanmam.

o akşamları bir çok defa tekrar ettik. suzan teyze ne zaman beni yalnız yakalasa bir sürü soru sordu. susmam gerekenleri sustum ama ne cevap verdimse doğrusunu verdim.

daha önce de söylemiştim; "mahalleden ilk taşınan ben oldum". ama her fırsatta geri döndüm. sadece artık hayalini kurduğu çatı katında yaşayan ali abiyi değil bir kaç sokak ötede oturan suzan teyzeyi de ziyaret ettim bu dönüşlerde. en son gördüğümde yatağa değilse de ev içine hapsolmuştu. abdest alırken düşmüş, sonrasında geçirdiği ameliyat hareketlerini kısıtlamıştı. üzüntümü ne kadar saklamaya çalışsam da, veda kucaklaşmasında kulağıma, "insanlara yük olmak çok zoruma gidiyor," deyince kendimi tutamadım.

bu akşam üzeri ali abi aradı. kitap okuyormuş, paylaşmak istemiş. peşi sıra oradan buradan konuştuk. laf arasında "annem öldü benim," dedi. yeni değilmiş. üzülmeyeyim diye söylememiş. zaten ne yapacakmışım ki? oysa sonuncusu bayramda olmak üzere son dönemde sık görüşmüştük. şimdi de ağzından kaçırmış, yoksa söylemezmiş. kurtulmuş, son dönemleri çok zor geçmiş suzan teyzenin.

"ama senin çok hoşuna gidecek bir şey oldu," dedi. "babamın mezarını açtık, onun yanına emanet ettik annemi. on dört şubattı. yıllar sonra sevgililer gününde kavuştular."

romantiğiz ya, "hoş olmuş," dedim.

ahmet güntan'ın bir röportajını okumuştum tam da. "beraber yazma" bağlamındaki soruya verdiği cevabın ve kollektif üretime yaklaşımının "aşk gibi" olduğunu düşünüyordum. fena hâlde aşka benziyordu. evet, bildiniz. çünkü romatiğim. ama şimdi bambaşka bir cevabı düşünüyorum.

"bir arkadaşınızla bütün gün beraber olduğunuzu düşünün. evde annesi ölmek üzere. o arkadaşınızın o gün başat anlatısı anne ölümüdür değil mi? ama o konuyu hiç konuşmazsınız. bir gözlükçüye girersiniz. orada tezgâhtar size gözlükler gösterir. çay ikram eder. çocuğunun bir okul sorunundan söz eder. oradan kemeraltı'nda yürürsünüz, kestane pazarı'nda bir kahve içersiniz. arkadaşınıza işinizdeki bir sorunu anlatırsınız. o sırada pazarın girişinde hayvan satan dükkânda bir kanarya şakımaya başlar. durup onu dinlersiniz. oraya kadar gelmişken bir aktara uğrar sığırkuyruğu var mı diye sorarsınız. aktarın önünde iki kişi para yüzünden bağırarak kavga eder. bir oğlan sevgilisini kendine çeker. bütün bunları izleyen üçüncü bir göz o günün başat anlatısı olan anne ölümünü belki bir iki noktada ancak yakalar, durumu ucundan kavrar, ama o anlatı orada çay bardaklarının, gözlüklerin, kahve fincanlarının, baharat kokularının arasında konuşulmasa da ağırlığınca durmaktadır."*


*:birikim, sayı:380, aralık- 2020.

1 Haziran 2021 Salı

yeni sezon

leyla ile mecnun, in treatment, dexter... hiçbiri en sevdiğim dizi değil belki. ama hepsi de çok sevdiğim ve bitmesini istemediğim, zamansız bitti diye düşündüğüm dizilerdi.

ya da diziler... in treatment'ın yeni sezonu şu an izlenebiliyor. haberlere göre dexter sonbaharla birlikte gelecek, leyla ile mecnun'un çekimlerine ise bu yaz başlanacak.

devam etmelerini çok isterdim ama buna dair umutlarımı rafa kaldırmıştım. kendi zamanlarında kalmaları, her güzel anı gibi zaman zaman kendilerini hatırlatmaları hoşuma gider olmuştu. yine de, haberleri okur okumaz nasıl heyecanlandığımı anlatamam. sinemadan çıkmış da, "kaldırımlardan taşan kalabalıkta" onu görmüş, yılın son öğleden sonrasında meteorolojilerin öngöremediği bir kar yağmaya başlamış gibi.

şimdi heyecanlanıyorum ve mutluluğunu saklamayan bir yazı yazıyorum ama behzat ç. gibi berbat bir "devam" tecrübesi yaşadık aslında. kadrodan eksilenler, söylenmeyeni söyleyeceğim diye zorlayan, bana hiç mi hiç temas etmeyen senaryosu, seyretmekle bir katile prim kazandıracak olmak duygusu olası bir keyfi elimden almıştı.

ya da bana öyle geldi. aslında sorun yeni bölümlerde değil bendeydi. diziyi izlemiş, şimdiki ben olarak yıllar önce hissettiklerimi hissedemeyince hayal kırıklığına uğramıştım. bu durumda bir tuhaflık, şaşırtıcı bir yan yoktu yani. yanlışlık, yeni bir diziyi eskinin devamı sanmaktaydı belki de.

anlayacağınız, hayal kırıklığına uğrayacağımı biliyor yine de heyecanlanıyorum. oysa, çok iyi "geçmişte bırakmak"la övünür dururum hep.

çocukken, "yokluğum ve varlığım arasındaki farkı anlasın" diyen bir mantık ve ahmakça gururla, biraz büyüyünce de, "ben geldiği zamanki hâlini istiyorum ama o gittiği hâliyle dönecek," diyen bir gerçekle.