30 Kasım 2014 Pazar

varlığım varlığına...

varlığının varlığıma kelebek temasları inkar edilemez.

öpmeyi yeni öğrenen bir çocuğun dudağını dokundurup çekmesi gibi hafif.

ama gerçek.

ve güzel...

27 Kasım 2014 Perşembe

gel ya da git*

farah zeynep abdullah...

kabul, objektif değilim. ne yaparsa yapsın beğenmeye hazır bir biçimde takip ediyorum kendisini. çünkü, kelebeğin rüyası'nı izledim. o günden bu yana sarışın sever bile sayılabilirim. metafizik bir aşkın evdeki hesap çarşıya uymamış filmini sırf o var diye izliyor, ruhu eski zamanlara ait diye hep aynı rollere takılıp kalmasına aldırmıyorum bile.

bir hümeyra değil elbette. nazan öncel, birsen tezer, jehan barbur hiç değil. ama, bu kızın on parmağında on marifet var, dedirtiyor işte.

şarkının birden bire "deliren" kısmını fazlasıyla zamane bulsam da içimde büyüyen baksana talihe ya da sen mutlu ol ne olur'u ondan dinleme arzusuna engel olamıyorum.

*farah zeynep abdullah, gel ya da git

26 Kasım 2014 Çarşamba

tehlikeli şiirler: on yedi

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
ece ayhan'dan 'mor külhani' mesela...

"1. şiirimiz karadır abiler

kendi kendine çalan bir davul zurna
sesini duyunca kendi kendine güreşmeye başlayan
taşınır mal helalarında kara kamunun
şeye dar pantolonlu kostak delikanlıların şiiridir

aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler

2. şiirimiz her işi yapar abiler

valde atik'te eski şair çıkmazı'nda oturur
saçları bir sözle örülür bir sözle çözülür
kötü caddeye düşmüş bir tazenin yakın mezarlıkta
saatlerini çıkarmış yedi dala gerilmesinin şiiridir
dirim kısa ölüm uzundur cehennette herhal abiler

3. şiirimiz gül kurutur abiler

dönüşmeye başlamış beşiktaşlı kuşçu bir babanın
taşınmaz kum taşır mavnalarla karabiga'ya kaçan
gamze şeyli pek hoş benli son oğlunu
suriye hamamında sabuna boğmasının şiiridir

oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler

4. şiirimiz erkek emzirir abiler

ilerde kim bilir göz okullarına gitmek ister
yanık karamelalar satar aşağısı kesik kör bir çocuğun
kinleri henüz tüfek biçimini bulamamış olmakla
tabanlarına tükürerek atış yapmasının şiiridir

böylesi haftalık resimler görür ve bacaklanır abiler

5. şiirimiz mor külhanidir abiler

topağacından aparthanlarda odası bulunamaz
yarısı silinmiş bir ejderhanın düzüşüm üzre eylemde
kiralık bir kentin giriş kapılarına kara kireçle
şairlerin ümüğüne çökerken işaretlenmesinin şiiridir

ayıptır söylemesi vakitsiz üsküdarlıyız abiler

6. şiirimiz kentten içeridir abiler

takvimler değiştirilirken bir gün yitirilir
bir kent ölümünün denizine kayar dragomanlarıyla

düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler?"

24 Kasım 2014 Pazartesi

türdeş

kitaplığınızın karşısında durup, "bunların hepsini okudun mu," diye soran insanlar vardır ki, hayatları boyunca bir iki kitap ancak okumuşlardır. bir de, "koşarken ne düşünüyorsun," diye soran insanlar vardır ve hayatları boyunca bir defa olsun uzun mesafe koşmayı tecrübe etmemişlerdir.

bu insanları alıp aynı kefeye koyabilirsiniz.

21 Kasım 2014 Cuma

günün sorusu: ayrılık

iki insan ayrılınca bütün o hatıralar ve hayaller ne oluyor? uzayın sonsuzluğunda mı kayboluyor, "bir sana bir bana," diyerek her iki tarafa taksim mi ediliyor?

19 Kasım 2014 Çarşamba

dakika ve skor

"yine de, insanın temel karakteri keskin değişimler göstermiyor. tek başına kalma arzusu, hiç değişmeden hep vardı içimde. o yüzden günde bir saat kadar koşup, o süre boyunca kendime ait bir sessizlik zamanına sahip olabilmek, ruh sağlığım açısından önemli bir anlam taşımaya başladı. en azından koşarken ne kimseyle konuşmam ne de başkalarının konuşmalarını dinlemem gerekiyordu. yalnızca çevremdeki manzarayı izleyip, kendimi bulmam yeterliydi. bu hiçbir şeyle değiştirilmeyecek ölçüde değerli bir zaman dilimiydi."*


*: haruki murakami, koşmasaydım yazamazdım

18 Kasım 2014 Salı

mektuplaşma

müzeyyen senar ve nilüfer bir olup "aşık gibi sevmezsen kardeş gibi sev beni" dediğinde sadece sevmek zamanı değil başka pencereler de açılıyormuş meğer...

mesela, mışkin'in daha sonra, "güneşli bir sabah kalemi elime aldım ve ona mektup yazdım; neden ona yazdım, bilmiyorum," diyeceği ve yepançinlerin üç kızından en küçüğü, "münakaşa kabul etmez güzellikteki" aglaya'ya yazdığı mektup ile cevabına.

mektup:

"bir zamanlar bana içinizi açma lütfunda bulunmuştunuz. belki beni şimdi büsbütün unutmuşsunuzdur. nasıl oldu da size yazıyorum? bunu bilmiyorum; kendimi size, yalnız size hatırlatma isteğine kapıldım. birçok defa her üçünüze çok ihtiyacım vardı, ama üçünüzden yalnız sizi görüyordum. size ihtiyacım, çok ihtiyacım var. kendime dair yazacak, anlatacak bir şeyim yok. zaten istediğim o değildir; mutlu olmanızı çok isterdim. acaba mutlu musunuz? işte, size sadece bunu söylemek istedim.

kardeşiniz prens l. mışkin"
nazire:
"prens lev nikolayeviç! bütün bu olanlardan sonra yazlık evimizi ziyaretinizle beni şaşırtmak niyetinde iseniz, sevinenler arasında beni bulamayacağınızdan emin olabilirsiniz.
aglaya yepançina"
*
ben de "sevinenler arasında beni bulamayacağınızdan emin olabilirsiniz" tarzı cümleler ihtiva eden eski zaman mektuplarından almak istiyorum ve anne yepançin'in mışkin'e söylediklerine katılıyorum: "... belki de sen gelmiyorsun diye öfkelenmiştir, ancak bir budalaya böyle yazılmıyacağını hesaplıyamamış, çünkü o bunu olduğu gibi kabul eder, zaten öyle oldu ya."

16 Kasım 2014 Pazar

dalgalandım da duruldum*

her ne kadar kendi şarkısı kalbimi kıra kıra olsa da, "dalgalanıp da durulurken" vesikalı yarim'i anmamak olmaz. daha doğrusu, gönül kontejanından türk sinemasının ikinci sırasına kaydettiğimiz bu 'siyah-beyaz beyaz şiir'in bir sahnesini:

sabiha halil'e tek bir soru bile soramadığı, başarısız konuşma denemesinin ardından kader arkadaşı müjgan'a gitmiştir. müjgan'nın karyolasına oturmuş ve en başından itibaren halil'le ilişkisinde aklı temsil eden, kendisini kaçınılmaz son-uçlara dair uyaran pavyon arkadaşını dinlemektedir. müjgan, "öyle susmakla olmaz. evlisin. evliymişsin, deseydin," dediğinde sabiha'nın cevabı, "diyemem," olur. iyice öfkelenen ve "niye diyemezmişsin? korkun neden?" diyen müjgan'a verdiği cevap ise o ana kadar ona aşık olmamışları bile aşık eder: "ya evet derse?"

benim için yalnızca müzeyyen senar ve nilüfer düetiyle var olmuş olacak bu şarkı içinde, ne zaman "aşık gibi sevmezsen kardeş gibi sev beni" deseler bu sahneyi hatırlar, kabul edilemezi bile kabul ettiren aşkın içindeki razılık duygusuna iman ederim.

*müzeyyen senar - nilüfer, dalgalandım da duruldum

14 Kasım 2014 Cuma

"köpeğiyle dolaşan kadın"

anton çehov'un aynı isimde, aşkın olası güzergahını, uğradığı sapakları müthiş bir doğallık ve sadelikle anlatan bir öyküsü vardır. ki bu öyküyü "aşkın öyküleri üçlemesi"nde anmıştık.

evet, girizgahtan anladığınız doğru. bu yazıda o öyküden bahsetmeyeceğiz.

*

hâlâ koşmayı seviyorum. haftada en az üç sabah, "hilal"in bir ucundan diğerine, yani fenerden balıkçı sığınağına kadar koşup dönüyorum. bazan, evde kahvaltı için ekmek olmadığı zamanlarda yani, fenere dönerken yol üzerindeki bir fırından ekmek ve zeytinli poğaça alıp yolun kalanını sallana sallana yürüyerek tamamladığım da oluyor.

bu arada, size anlatmadım ama deniz fenerinin karşısına, şehri büyük şehirlere götüren şehirler arası yolun diğer tarafına bir site yapıldı. geçen sene yaz sonunda başladıkları inşaatı bu sene baharın yaza temas ettiği günlerde bitirdiler. o zamanki belediye başkanından aldıkları desteğe rağmen eski nato üssünün hâlâ askeri bölge hüviyetini koruması nedeniyle çok katlı bina için ruhsat alamamışlar. amerikan banliyö dizilerindeki gibi çift katlı, verandalı, bahçeli on yedi tane ev. sitenin adı büyük bir yaratıcılık örneği(!): deniz feneri evleri...

ama sloganları başarılıydı: "şehrin dışında kalın".

sadece sürünün değil, şehrin de dışında kalın...

*

geçtiğimiz yaz, temmuzdu galiba. market alış verişi sırasında bir kadın gördüm. ilk anda aklımdan geçen, "sadece bu şehrin değil, tüm dünyanın yaş grubunuzdaki en güzel kadını siz olmalısınız," oldu. umarım bunu sesli söylememişimdir.

sonra unuttum gitti. anlayacağınız sıradanım çok; herkes gibi ben de kolayca unutuyorum.

aynı kadın günlerin kısalmaya başlamasıyla yeniden ortaya çıktı. evde kahvaltı için ekmek olmadığı bir sabah yol üzerindeki bir fırından ekmek ve zeytinli poğaça almış, hatta ucundan kopardığım parçayı yiye yiye geri dönerken ona rastladım.

golden retriever cinsi köpeğinin tasmasını tutuyordu. ve muhtemelen deniz feneri evlerinde kalıyordu.

hemen ekmeğin kopardığım ucunu sakladım. elimde olmadan o tarafa baktım. ve göz göze geldik, "günaydın," dedim. gülümsedi. gamzeleri varmış. ve bu güzel.

sonra kaçarcasına yürüdüm. gören ocakta yemeğim, okula yetişecek çocuğum var sanabilirdi.

*

bence yetmiş yaşlarında. ama en fazla ellilerinde gösteriyor. hatta, buraya yaz tatiline gelmiş eski bir artist olduğunu bile düşündüm. ecnebilerin ev alıp buraya yerleşmesi nadirattan olduğu için aşık olduğu bir gurbetçinin peşi sıra gelmiş avrupalı da olabilirdi.

ortalamanın üzerinde bir boyu, bedeninin vazgeçilmemiş bir manken formu var. bakımlı elleri o kadar güzel ki şu ana kadar gördüğüm en güzel eller onun olabilir. biçimli ayakları ve onu bütünleyen bileklerin uyumunu ise görmelisiniz. etek giydiğini hiç görmedim. sadece pantolon giyiyor. ayak bileklerini ele veren pantolonlar.

siyah kemik çerçeveli gözlüklerinin ardındaki gri gözlerini, omuzlarına değdi değecek sarı saçlarını, daima nar rengi bir rujla görünür kıldığı dudaklarını da... ama ben en çok burnunu seviyorum. o kadar güzel ki, sanki toprak altından çıkartılmış bir mermer heykelden ödünç alınmış gibi.

kostüm tercihi ise ayrı bir dünya. bugünlerde bele oturan bir yağmurluk giyiyor mesela. bele oturan kostümler tercih eden bir kadın bizim buralarda yağmurluk giymez, yağmurluk giyen tayfa ise bele oturan bir yağmurluğu hakaret sayar.

*

hiç konuşmadık. henüz köpeğini de sevmiş değilim. sadece tebessümler ve gamzeler eşliğinde selamlaşıyoruz.

bu yazıyı ise uzaktan onları gördüğüm ve yan yana gelinceye kadar üstümü başımı, yürüyüşümü düzelttiğim bir sabah, bir kaç tekrarla hazır ettiğim "günaydın"ı kendisine sunduktan sonra aldığım gülümsemenin onuruyla, bana neler oluyor, diyerek yazıyorum.

13 Kasım 2014 Perşembe

tam kafiye

ya hazdan ölürüz biz ya azdan.

ölebilirsek.

ölemiyorsak bir önemi yok nasıl olsa ne şekilde öldüğümüzün.

ya da ölmediğimizin.

 

8 Kasım 2014 Cumartesi

değişim

"defoe'nun on sekizinci yüzyılın başında robinson crusoe'nun yaşanmış, gerçek bir hikaye olduğunu iddia etmesinden iki yüz elli yıl sonra, nobokov bin dokuz yüz altmışlarda amerikanın yollarında, üniversitelerinde geçen romanlarının birer masal gibi okunması gerektiğini tekrarlıyordu."*


*: orhan pamuk, saf ve düşünceli romancı

7 Kasım 2014 Cuma

günün sorusu: kulaktan kulağa

acaba bir kaç ağaçkakan bir araya gelip kulaktan kulağa oynarsa ne olur?

4 Kasım 2014 Salı

eksik-masal

benzer bir şeyi 'esemes' zamanlarında da yapmıştım. ama o zaman şimdi olduğu gibi masal anlatmamış, öykücü'ye john hollander'ın hayaller adlı şarkısının türkçesini söylemiştim: ister misin bazı hayaller almak?..

şimdi yaptığım ise, whatsapp üzerinden masal anlatmak.

o gece yazdıkça uydurduğum, sonrasında çok beğendiğim masalı buraya taşıdım. bunu yaparken tek bir şey ilave etmedim, çıkartmadım. belki kelime dizilişiyle oynadım, yazım hatalarını ve akıllı telefonların kelimelere nizam veren ayarının bambaşka kelimeye dönüştürdüğü kelimelerin doğrusunu yazdım. hepsi bu?

başlıktaki "eksik" ise, masal yarım kaldığı ve sonsuza kadar öyle kalacağı için.

*


sanki bir öykü kitabı okuyor gibi anlatayım:
dışarıda kar sesi olsun
sesimde buğu
omuzlarını örten ama boynunu açıkta bırakan bir gece elbisesi olsun üzerinde. gece elbisesi dedimse uyku elbisesi. birazdan uyuyacakmışsın gibi.

bu bir deniz kızı öyküsü: ayakları olmayan bir deniz kızı ile zarif ayak bileklerine halhal takmış dansçı çingene kızın hikayesi.

bu deniz kızı derin çok derin bir denizin derinliklerinde dört bir yanı inci ormanlarıyla çevrili küçük bir şehirde mutlu mesut yaşarmış
deniz altında yaşayanlar için gökyüzü sayılabilecek olan suyun yüzeyinden sonrasını merak edermiş bir yandan
hayatındaki tek sıkıntı buymuş
daha doğrusu, yani görmesini bilenler icin hayatındaki tek heyecan buymuş
bir gün başını kaldırmış gökyüzüne bakarken
pardon, suyun yüzeyine bakarken
önce bembeyaz yelkenlera sahip kocaman bir kalyonun suya batmış kara gövdesini ve suya düşen gölgesini, sonra da onu günlerdir takip eden ve en sonunda yakalayan fırtınayı görmüş
peşi sıra kalyon ve fırtına, beyaz yelkenlerin suya düşen gölgesi ile fırtınanın nefesi arasındaki mücadeleyi izlemiş biraz korku biraz alışkanlıkla
çünkü böylesi mücadeleleri hep görürmüş
ama bu defa farklıymış
çünkü, daha önce hayatında bu kadar büyük kalyon, bu kadar beyaz yelkenler görmemiş.
bu kadar güçlü fırtına da...
kalyon ne kadar büyük, yelkenler ne kadar beyazsa fırtına da o kadar şiddetliymiş.
fazla sürmemiş
kalyon ne kadar büyük, ne kadar dayanıklı olsa da fırtına bu. nasıl karşı koyabilirsiniz ki?
suyun yüzeyine
pardon gökyüzüne
ya da her neyse
kalyonun parçaları düşmeye başlamış. yelkenler sudaki akislerine kavuşmuş. insanlar, tahta parçaları suya düşmüş. toplar, gülleler, fıçılar, silahlar...
gökyüzü
pardon suyun yüzeyi
ya da her neyse
ilk önce suya düşen, sonra çırpına çırpına can verip yüzeyde asılı kalan cesetlerle dolmuş. tıpkı sönmüş yıldızlar gibiymiş. ve deniz kızı bu benzetmeyi nereden aldığını bilmiyormuş.
derken simsiyah bir küre aşağı inmeye başlamış. bu küre renkli elbiseleri suyun derin karanlığında bile fark edilen bir adamın ayağına zincirle bağlıymış ve normalde
su yüzeyine
pardon gökyüzüne
ya da her neyse
çıkması gerekirken usul usul batıyormuş. bir yıldız gibi kaymış denizin derinliklerine doğru.
bu adam bir sihirbazmış. bir avuç kumu altın tozuna çevirdiği gün, zenginliğinin tehlikede olduğunu düşünen kaptan ve tanrının koyduğu kurallarla alay edildiğini düşündükleri için kalyona uğursuzluk geleceğini düşünen tayfalar tarafından bir gülleye zincirlenip geminin ambarına kilitlenmiş.
belki de kurallarına körü körüne bağlanılmasından hoşlanmayan tanrı bunun üzerine fırtınalarından en güçlü olanı yollamış
kaptan ve çok gurur duyduğu gemisini cezalandırmış.
adam sihirbaz olduğu için uzun süre nefesini tutabiliyormuş. ve bu bir masal olduğu için de suyun altında konuşabiliyormuş.
...

1 Kasım 2014 Cumartesi

kasım

evet, yine kasım.

yine dostoyevski.

"delikanlı" günlerimizi anarak biraz da.

bunu nasıl kaçırmışım diye hayıflanarak. burayı nasıl çizebilmişim diye şaşkınlıkla.

şimdilik bir insan galerisinde yürür gibi. yüzler ve isimler...

ama yanlış hatırlamıyorsam, yol ilerde düzelecek.