30 Ocak 2020 Perşembe

ayar

"kavrayışı sağlam bir adam, saat kulelerinin yanlış ayarlandığı bir kentte, saati doğru işleyen birine benzer. tek o bilir doğru zamanı ama bunun ne yararı dokunur ona? herkes kentin yanlış saatine uyar, doğru zamanı yalnız onun saatinin gösterdiğini bilenler bile."


*: schopenhauer

28 Ocak 2020 Salı

acı. saf acı...

ne zaman sosyal medya sokaklarında dolaşsam ya da birileriyle güncel konulara dair konuşma fırsatı bulsam, toplum olarak eşitlik, özgürlük, adalet kadar dolaysız, rafine, eksiksiz, gerçek bir acıya ve üzüntüye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

ama şimdi bir parantez açalım ve burada dursun. çünkü daha sonra işimize yarayacak: zenginin malında fakirin de hakkı olduğunu unutanların, haram ve helali yalnızca cinselliğe indirgeyenlerin, dini ve ahlâkı kadınlar üzerinden kurup bozanların, halkın iktidarı olduğunu unutup kendinden ve çevresindekilerden başkasını düşünmeyenlerin, muhalefeti iktidar ne derse onun tersini savunmak olduğunu sananların, siyasetlerinde dini kullananların, dini siyasete karıştırmayın derken diğer yandan bu ülkenin kurucusunu utanmadan siyasi söylemlerine alet edenlerin, faşistlerin, yaptıkları kötülükler tarihin yakın sayfalarında dururken şimdi mazlumu oynayanların, siyaset gömleği giyen teröristlerin, o teröristlerden önce müzisyen, sonra ressam, peşi sıra hitler ve 'conan' evren'in de ressam olduğunu hatırlamış gibi telaş ve aceleyle yazar çıkartmaya çalışanların allah belasını versin.

daha önce de bahsettiğim bir insan türü var. konuyu onlar üzerinden geliştirelim: birisi öldüğünde, kim olduğuna bakmadan piyasaya ona dair cümlelerini süren insanlar. bunlar önceden hazırladıkları, o an geldiğinde kullanmak üzere sakladıkları cümleleri durdukları çekmeceden çıkarıp ortalığa saçar. sanki ellerinde telefon ya da işaret parmağı 'enter" tuşunda, bilgisayar karşısında pusuya yatmışlardır. kaybedilenin kim olduğunun bir önemi yoktur. önemli olan, dolaşıma soktukları cümleler vasıtasıyla tek bir gözyaşı dökmeseler de, kalpleri sıkışmasa da o topluluğun bir parçası, hatta mümkün olduğu kadar öndeki bir parçası olmaktır.

ve bu insanlar yeterince kötü değilmiş gibi daha da beteri var: herhangi bir ölüm, cinayet, kaza, terör eylemi, afet olduğunda bu durumdan etkilenen insanlar için üzülmek yerine, bu durumu karşı cephede yer alanlara sövmek, içlerinde biriken irini boşalmak için fırsat görenler.

eleştirmeye, hesap sormaya ve hatta sövmeye itirazım yok. bunun için olayların üzerinden zaman geçmesine, beklemek gerektiğine de katılmıyorum. ama genç bir kadının yaşamının elinden alındığını, bir çocuğun öksüz kaldığını, bir adamın sakallarını torununun yüzüne süremeyeceğini, bir eşin bundan sonra yalnız uyuyacağını, bir insanın hayallerinin elinden alındığını aklımıza getirmeliyiz en önce.

empati kurmak mı dersiniz yoksa hemhâl olmak mı? ama aklımıza başka bir şey getirmeden, hesap kitap yapmadan, fırsat bu fırsat demeden üzülelim. belki de kurtuluşumuz dolaysız, rafine, eksizsiz, gerçek ve samimi bir acıdadır.

kaldı ki, eleştirmek, hesap sormak, sövmek için bu anları beklemeye gerek yok. dünya boktan, insanlar yeterince kötü.

şimdi ikinci paragrafı yeniden okuyabiliriz.

26 Ocak 2020 Pazar

fotoğraf

bu sabah bu şiirin fotoğrafını gördüm. ve çok sevdim. -sanki başka türlüsü mümkünmüş gibi-

iki sap cipsofilya ve fotoğraf oyunları arkasına saklanmıştı ama bu görmeye engel değildi.

değişmişti elbet. daha doğrusu dönüşmüştü. ama güzeldi. yüzü de içimdeki yankısı da hatırasına ihanet etmemişti.

mümkün olsaydı, evlerinin yakınındaki bir kafede buluşmak, bir masadaki iki kişiden biriymiş gibi sormak isterdim: bu kadar hüzün neden?

22 Ocak 2020 Çarşamba

günün sorusu: cesaret madalyası

kırık kalp, konumu da dikkate alınırsa, tükenmeye yazgılı bir eylem olan aşka bile isteye atılan maceraperestlere verilen cesaret madalyası olabilir mi?

20 Ocak 2020 Pazartesi

tehlikeli şiirler - kırk beş

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
cemal süreya'dan var mesela
"şu senin bulutsu sesin var ya
uçtan uca tersyüz ediyor geceyi

yataklar var konuşmak için
öpüşmek için telefon kulübeleri

güneşler var, yıldızlar, samanyolları,
karpuzlar gümbür gümbür kapılarda.

tanrılar sofrası amma karanlık
yiyemem tek lokma yiyemem orda.

şu senin tutkulu sesin var ya:
ortak güzellik artı yara izi.

tutar ellerinden kaldırırsın
adı kötüye çıkmış tüm sözcükleri.

yeni törenler gerek bize
yeni törenler - kimi zaman eski.

dert etme, bütün dilleri içerir
bitki konumu, küçükbaş hayvan sesi.

şu senin dolayık sesin var ya
dondurma yiyen gürbüz bir kız gibi müstehcen,

balkon demirine dayalı bir arka kadar şakacı,
ilk doyumdaki gibi yeşil elma tadında,

kimlik denetimi yaptıktan sonra
resimli roman okuyan bir er gibi giderici.

şu senin alçaktan sesin var ya
pencereler var burnumun kemiğinde sızı.

aşklar var unutulmamak için,
boğulmak için ilk sevgili."

17 Ocak 2020 Cuma

paralel evrenler: on iki

bir ingiliz, bir türk. iki şair.

ama biri eleştirmenliği, diğeri şarkı söylemeyi eklemiş özgeçmişine. şimdi de, aynı kavşakta buluşuyor yolları. peşi sıra yollarına devam edecekler. hep olduğu gibi.

"arkadaşlar burada buluştu ve kucaklaştı
sonra her biri kendi yanlışı peşi sıra gitti"*

"resimler sarı güneşsizlikten, duygular değişir
dostlar dağılır dört bir yana, kendi yollarına."**


*:w.h. auden
**:bülent ortaçgil, değirmenler

15 Ocak 2020 Çarşamba

bir kelime aranıyor

evet, bir kelime. ya da kavram.

bulamadığım için de anlatmak zorundayım.

ya da bilemediğim.

*

burada iki caddeyi birleştiren bir yol var. kuzeyden güneye iniyor. ya da güneyden kuzeye. yaklaşık üç yüz metre uzunluğunda. beton değil ama kaldırım yapılırken kullanılan gri taşlarla döşeli. her iki girişine de üçer tane kalın demir çubuk dikilmiş. motorlu araçlar girmesin ama annelerinin elinden tutan küçük kızlar yürüyüşe çıkabilsin, bisikletliler için kestirme bir yol olsun,  fazla enerjilerini yalan yanlış yerlere kanalize etmektense koşmayı tercih edenler kendilerini bir an önce koşu yoluna atsın diye.

yılın tam bu günlerinde, yani kuzeyden güneye inerken sağ tarafta kalan yabani fındık ağaçları bütün yapraklarından soyunmuş ve ipince kavaklar gibi gökyüzüne uzanırken o yoldan geçmek burada rastlayabileceğiniz en güzel şey belki de.

gökyüzünde kış güneşi, vakit öğleden sonra ikindiden önce olmalı. kuzeyden güneye gidiyor olmalısınız. doğru, güneş yatmış ve yabani fındık ağaçları güneşle aranıza girmiş olmalı. koşmak belki ama yürümek olmaz. biraz hız gerek. en iyisi bisiklet.

o yolda, alnınızda ve saçlarınızda rüzgar, gözleriniz kapalı kuzeyden güneye akarken, ipince kavaklar gibi gökyüzüne uzanan yabani fındık ağaçlarının gövdesinden bir kurtulup bir yakalanan kış güneşinin piyano tuşları gibi yüzünüzde gezinen ışığı...

işte, bu. eğer bir adı varsa o kelimeyi arıyorum ben. ya da kavramı.

*

elbette bunu kurgulayıp, satranç gibi hesap ederek tam o vakitlerde, yolunuzu oraya yönünüzü güneye düşürmekle olacak bir şey değil bu.

kendiliğinden, yolunuz tam da öyle bir havada, o vakitte oradan geçiyor olmalı.

tam da bisiklet kuzeyden güneye akarken.

13 Ocak 2020 Pazartesi

seri

ricardo reis'ın öldüğü yıl, okuduğum ilk saramago kitabı değilse de josé saramago evrenine dahil olduğum ve onun yazarlarımdan biri olabileceğini hissettiğim ilk romanıydı. fernando pessoa ve altkimliklerinden ricardo reis'a saygı niteliği taşıyan bu roman hem iddiasının altını dolduruyor hem de anlatımıyla yazarının maharetini ortaya koyuyordu.

öyle ki, roman bitmesin diye yarısından sonra günde yirmi sayfa yirmi sayfa okumuştum. roman bitince de, yirminci yüzyılın en iyi üç romanı listem değişmişti. zaman zaman kendini hatırlatsa da hâlâ 'taslaklar'ın derin kuyusunda bekleyen bir yazı yazdım ve iyi bir romandan sonra hep yaptığım gibi bir müddet roman okumadım.

biraz da bu yüzden, sevdiğim yazarları külliyat olarak okuma alışkanlığım sekteye uğramış oldu. bunun yerine ne zaman canım saramago çekse kitaplığa yürüdüm. hâlâ zulamda bir kaç kitap daha var.

şu an okuduğum kitap ise ilk bölümü üst üste üç defa okuduktan sonra ikinci bölüme geçip devam ettiğim kopyalanmış adam. bu yazının sebebi de o ilk bölümden bir yer. saramago'nun kahramanlarına selâm durduğu ve yazarlığında bir damarı işaret eden bir parmak adeta. kaldı ki, dayanamayıp 'dakika ve skor'lara kattım o yeri.

başka bir deyişle, yalnızlık övgüsü değildi sebep.

okuduğum, hepsini de çok sevdiğim o romanların karakterleri yalnız yaşayan erkekler. 'o yer'le fark ettim ki, bu karakterler saramago'dan izler taşıyor. "yerine bir yalan ekmek için doğruyu kökünden söküp atan bir düzeltmen"in saramago, bu eylemin anlaşılmasından sonra yayınevinin göreve getirdiği genel yayın yönetmeninin de eşi pilar olduğuna eminim. öyle iki yer var ki anlatıda, o bölümlerin aşkla yazılmadığına beni kimse ikna edemez.

böyle değilse bile, otobiyografik unsurlar konusunda yanılıyorsam yani: bu dört romanı*, aynı karakterin maceraları olarak okumak mümkün. tıpkı bir dedektifin dört ayrı macerası gibi.

ve bunlara, ölüm bir varmış bir yokmuş'un ikinci yarısında ortaya çıkan, ölmeyi reddettiği yetmezmiş gibi üzerine bir de saramago'nun kadın olarak resmettiği ölüm meleğini kendine aşık eden müzisyeni de eklemek mümkün.


*:sırasıyla, ressamın el kitabı, ricardo reis'ın öldüğü yıl, lizbon kuşatmasının tarihi, bütün isimler.

9 Ocak 2020 Perşembe

dakika ve skor

"Yalnız yaşamak, bünyesi alıngan, kırılgan ve esneklikten uzak olan kişiler için cezaların en ağrıdır, fakat ne kadar fena olursa olsun böyle bir durumun insanı kriz geçirten ve saç baş yolduran bir dramaya dönüştüğü oldukça nadir görülür. insanı şaşırtmayacak denli sık görülen bir durumsa, insanların kendilerini yalnızlığın kılı kırk yaran titizliğine sabırla bırakmalarıdır. Yakın geçmişte bu durumun bir çok örneği görülmüş, bu örnekler her seferinde fena sonuçlanmamış, hatta iki kez mutlu sonla bitmiştir. Hakkında ad ve soyadının baş harflerinden başka bir şey bilmediğimiz bir portre ressamı, vatanında ölmek için sürgünden dönen bir pratisyen doktor, yerine bir yalan ekmek için doğruyu kökünden söküp atan bir düzeltmen, nüfus işlerinde çalışan ve ölüm ilmuhaberlerini yok eden bir memur. Kaza veya tesadüf eseri tamamı erkek olan bu kişilerin hiçbiri, Tertuliano ismine sahip olacak kadar şanssız olmadıklarından diğer insanlarla ilişkilerinde açık bir üstünlüğe sahipler."*


*:josé saramago, kopyalanmış adam

7 Ocak 2020 Salı

kadınlar - erkekler: yirmi

arkadaşının anlattığı hikâyede kendisinden bir şey sakladığını ya da abarttığını sezen bir erkek işi gücü bırakıp gülümseyerek arkadaşının gözlerine bakarken, aynı durumda kadınların yüzüne alaycı bir tebessüme yerleşir ve o an uğraştıkları neyse ilgilenmeye devam ederler.


notgibi: ben vnf., bu tesbiti twitterda gördüğümü ama ifadesini düzenlediğimi itiraf ederim. bu notun üzerindeki ben ruhi bey nasılım etkisini de...

3 Ocak 2020 Cuma

dilek

bugünlerde, masallardaki cinlerden biri karşıma çıksa ve "dile benden ne dilersen" dese, haklarımın birini yetmişlerin sonunda ünivesite öğrencisi olmaya harcardım. o zamanlar bireylerin daha erken olgunlaştığını hesaba katarsak yatılı lise öğrencisi de olabilir.

henüz aşık olmamışım ama ben ruhi bey nasılım ile çoktan tanışmışım, favorilerim uzadıkça uzamış, tıpkı şimdi olduğu gibi aynada favorilerime bakarak "değil babam kadar, bilsem ki yarısı kadar yakışacak bıyık da bırakırdım," diyorum, şair ceketliyim, boyun atkım var -ki hiç sevmem-, ders asıp kantinde oturuyorum hayata aldırmadan. ne eşitlik ve halkların kardeşliği ne uzak asya ne de cennet ve cehennem umrumda. sadece adalet istiyorum ohepvarolandan, öteki dünyayı ya da ahireti beklemeden adalet.

boğazdaki çay bahçelerinden, boğaz sırtlarında, fıstık çamlarının üzerinden boğazı seyrediyorum. cebimde yıpranmış, satırlarının altı çizilmiş, mısraların yanına yöresine kalp kondurulmuş ben ruhi bey nasılım... o zaman da severmişim cihangir camii'nin avlusunu. orada oturup adalar'ı seyretmeyi, saray-ı amire'ye bakıp hayal kurmayı.

her fırsatta ruhi bey'in izinden yürüyorum. rastlasam soracağım: ruhi bey, ben nasılım?

1 Ocak 2020 Çarşamba

bir "küçük parça" daha

dışarıda erken bir sonbahar karanlığı her şeyin üzerini örtmüştü. bir süre giovanni'nin girdiği kapının sallanan kanatlarını seyrettim. kapının kanatları birbirine sürtüne sürtüne sustu. havaya kaldırıp dünyanın her tarafında aynı anlama gelen bir hareketle bir bira daha istedikten sonra masaya koyduğum boş şişeyle oynamaya başladım.

barmen on sekiz yaşını doldurur doldurmaz kendini yollara vuran ama ruhuna denk düştüğü için bir süredir berlin'de yaşayan avustralyalı bir çocuktu. tam o sırada tezgahın üzerinden barda oturan sevgilisinin kulağına eğilmiş, şehvet yüklü olduğu belli sözcükler fısıldamakla meşgul olduğu için birayı bar sahibi dietrich ackerbaum getirdi. genç avustralyalı soranlara, hayat ucuz ve bir sürü bedava ev partisi olduğu için bu şehirde takılıp kaldığını söylerdi. der stammgast'ı da bütçesine uygun, ucuz evi bu civarda bulabildiği ve kendisi gibi wedding'te yaşayan ve uferfabrik'de takılmayı seven sevgilisi sayesinde keşfetmiş, çok geçmeden haftada dört akşam orada çalışmaya başlamıştı.

kız o gün saçlarını topuz yapmıştı. oğlan konuştukça uzun saçlarının özlemini çeken kulakları hafifçe kızarıyordu. barda şehvet yüklü kelimeler, seviştikten sonra yatakta şiir okumak... bu çocuk kesinlikle işi biliyordu.

çocuk orta boylu, atletik, kirli sakalı ve yeşil gözleriyle oldukça yakışıklıydı. hollywood yapımı gençlik filmlerinde sık rastlanan futbol takımı kaptanlarını hatırlatıyordu. kadınlara asıl cazip gelen yanı sesinin rengi olmalıydı. almancasına eklediği hafif okyanusya vurgusu genç adamın yakışıklılığına kadınların kayıtsız kalamadığı bir hoşluk katıyordu. ama kızın yüzünü doğru dürüst hatırlamıyorum. ne zaman onu düşünsem okuduğum romanlardaki kahramanlardan biri gibi yalnızca bir imge olarak aklımda kaldığını fark ediyorum.

her zaman barda, mutfak girişi tarafındaki son taburede oturup sırtını müşterilere döner, hülyalı gözlerle kendisinden bir kaç yaş küçük sevgilisini seyrederdi. bardağı bira musluğunun altında eğik tutmasını, bardak dolarken onu yavaş yavaş doğrultmasını sanki bir mucizeyle karşı karşıyaymış gibi bir çocuk şaşkınlığıyla izlerdi. görmeseniz de yüzündeki tebessümü, bakışlarındaki aşkı hissederdiniz. orada bacaklarını birbirine dolayarak oturur ve her zaman aynı ayakkabıları giyerdi. kauçuk tabanlı, sarıya yakın süet kısa botları zarif bileklerini her defasında şefkatle sarardı. saçlarını topuz yaptığında sırtı açık kıyafet seçmişse solgun teninde omurilik boyunca inen uzak doğuluların çiviyle yazılmış harflerini okuyabilirdiniz. çocuğu seyrederken sol eli vişne rengi tezgahın üzerinde dururdu. sanki o el yardımıyla dinlenirdi bütün yorgunluklarını. elinin yerini de, sapı işaret parmağı ile orta parmak arasında duran şarap kadehi belirlerdi. her zaman kırmızı. bu sırada sağ dirseğini bara yaslayıp elini boynuna götürür avucuna emanet ettiği boynunu bir yorgunluğu gidermek istercesine ovardı. eğer çocuk herhangi bir sebeple tezgahın arkasında değilse o sağ el tezgaha düşer bazan işaret parmağı bazan orta parmağının ucuyla tezgahın üzerindeki görünmez kırıntıları toplardı. belki topladığı anılardı. ya da çocuğu seyrederken oraya buraya saçtığı düşünceleri, hayalleri.

bazan sessiz sedasız bir kurşun bedenini bulmuş ya da mutfağın karanlığında bir hayalet görmüş gibi irkilir, aklına gelen her ne ise onu çantasında aramaya başlardı. ne zaman çantasında bir şey arasa bulamaz, telaşla son bir defa daha baktıktan sonra çantayı tezgahın üzerine boşaltırdı. arayıp da bulamadığı nesneyi, mesela boynuna yakamozlar bırakan su damlası, turkuvaz küpesinin tekini bulduğunda ne aradığı, hatta bir şey aradığı aklından uçup gitmiş gibi dalar giderdi. o sessiz sedasız kurşun bedenini yoklamadan ya da su içmeye gittiği mutfakta hayalet görmeden önce kaldığı yerden devam ederken, bulduğu şeyi bir daha kaybolmasın, onu bırakıp gitmesin diye sıkıca avucunda tutardı. sıkıca tutmak belki de bulduğundan, avucundaki varlığından emin olmanın tek yoluydu.