30 Ocak 2013 Çarşamba

günün sorusu: mutluluk

mutluluk ödül müdür, yoksa bir hak mı?

27 Ocak 2013 Pazar

"philtrum" ya da has edebiyatın hayata galebesidir

bu kelime, yani "philtrum", burun ile üst dudağı birleştiren düşey oluğa verilen isimden başka bir şey değil.

ama eskiden bunu bilmiyordum...

*

sudokusundan dolayı the guardian'ın internet sayfasına hasta olduğumu daha önce de söylemiştim.

bir defasında yanlış bir yere tıklamış olmalıyım ki, kabir azabına dönüşen bir sayfayla* karşılaştım. bırakın oradaki ingilizce kelimeleri, bahsi geçen 'şey'lerin türkçelerini bile bilmiyorum.

türkçe karşılıkları var mı, onu da bilmiyorum...

anlayacağınız, "kim 'bir miktar' para ister?" tarzı bir yarışma olsa, anında sosyal medyaya malzeme olurum.

hemen sayfayı kapattım ve unutuşun rüzgarına bırakıp uzaklaşmasını seyrettim.

kabul, bazı arkadaşlara da sordum bütünüyle unutmadan. fakat onlar da bilemediler, ilk soruda takılıp kaldık toplu halde.

*

her hikayenin olduğu gibi bunun da bir "ama"sı var:

ama burun ile üst dudağı birleştiren düşey oluk aklımda kalmış...

varlığıyla bazı kadınları daha da güzelleştiren, dokunmaktan kendinizi alakoyamadığınız, her dokunuşta parmak uçlarınızı yakan fırtınalı vadi...

o kelime bir gün gelip beni bir tomris uyar öyküsünün** sonunda buldu ve türkçesini öğrenmiş oldum:

"eğildi, kadını önce alnından, sonra burnunun ucundan, sonra titremeye başlayan, ağlamaya hazırlanan dudaklarına inen sümük çizgisinden öptü."

ve edebiyata bir defa daha iman ettim.



*: belleğim beni yanıltıyor olabilir. çünkü bahsettiğim sayfayı site içi aramada bulamayınca gugıla sordum. yolum buraya çıktı.

**: anlat bana

24 Ocak 2013 Perşembe

mükemmel okur

saramago, "sizin için mükemmel okur kimdir?" sorusunu cevaplıyor:

"okuduğu şeyden etkilendiğinde, devam etmeden önce sayfadan başını kaldırıp bir an duran okur."*



*: bir+bir, sayı: dört

23 Ocak 2013 Çarşamba

bir masada iki kişi: âkil adam

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- o esnada orada olman iyi olmuş. böyle bir durumda senin gibi âkil adamlara ihtiyaç olmuştur.

- bunu anlamıyorum işte; bir yandan verdiğim kararlarla hayatımı ziyan ettiğimi düşünüyorsunuz, diğer yandan "âkil adam" kontenjanını her zaman bana ayırıyorsunuz.

- hiç kimse hayatını ziyan ettiğini düşünmüyor. kaldı ki, sen sadece kendine kötü olanlardansın, başkaları söz konusu olduğunda daima en doğru şıkkı işaretlersin.

- o da aynısını söylerdi... bana ne kadar güzel şeyler söylerdi... bana nasıl da iyi gelirdi... ama gitti.

- ama gitti.

- olsun. hiç olmazsa bir aşk bıraktı geride.

*

içimden devam ettim, "bazı aşkların unutulması uzun sürer dedirten, o kadar uzun zamana sahip olmadığını hissettiren ve mezara kadar gidecek bir aşk."

20 Ocak 2013 Pazar

dışavurumcular

"ya da ekspresyonistler," dedikten sonra türkçevikipedyadan çalarak, "doğanın olduğu gibi temsili yerine duyguların ve iç dünyanın ön plana çıkarıldığı sanat akımı" diye devam edecek değilim. anlayacağınız, blogun dibe vuran entelektüel seviyesini biraz olsun yükseltme çabası değil bu.

(bunun için başka planlarım var: avludaki yaban gülü ile berlin'de altın ayı kazandıktan sonra film çekmesi yıllarca engellenen iranlı yönetmen serhad macidi'nin bolca modernizm eleştirisi içeren, imgesel ve lirik filmi sonbaharın son gününde meşe palamutu'nu "o sahne"ye almak mesela... slavoj žižek'in entelektüel müslüman dünyada olay yaratan "müslüman bir nietzsche. şimdi değilse ne zaman?" başlıklı makalesinin alçak gönüllü bir eleştirisine soyunmak, aslına uygun enstrümanlarla osmanlı-saray müzikleri icra eden topyekûn grubunun 'cover'ladığı 'aziz' tom waits şarkısı green grass'ı "mepeüç"üme atmak ve eğer ulaşmayı başarabilirsem, elif şafak'ın yaz başında çıkacak, oxford'lu genç kız ve mardinli-süryani-kürt telkari ustasının mevlana'ya ait olduğu iddia edilen bir kirpik yüzünden kesişen hikayesini anlattığı yeni romanı kirpiğin gölgesi'nden, "gölgenin aksi aynaya düşünce" başlıklı bölümü 'konuk' etmek de diğerleri...)*


o halde "dışavurumcular" derken ne anlatmak istiyorum?

ya da kimdir "dışavurumcular"?

genel olarak sinema salonlarında, nadir de olsa 'evde sinema keyfi' yapılan odalarda yaşayan, film seyretmek yerine film hakkında konuşmayı tercih eden, yani filmi yorumlamak, eleştirmek gibi eylemleri filmden sonra değil, film esnasında gerçekleştiren tiplerdir.

asla tek başlarına dolaşmazlar. sinemaya yanlarında en az bir kişiyle giderler.

"dışavurumculuk"un ilk belirtisi ise, "tek başına sinemaya gitmeyi sevmem," cümlesidir.

film boyunca sadece o film hakkındaki paha biçilemez düşüncelerini değil, geçmiş sinema maceralarını ve başka filmlerle ilgili anılarını da anlatırlar. her sahne ve her diyalogla ilgili bir fikirleri vardır ve anında söylemek isterler.

*

ben mi? ben sinemaya yalnız gitmeyi severim. genelde dersimi iyi çalıştığım için de galiba "öncü" sayılırım.



*: kolayca tahmin edeceğiniz üzere, parantezin içine hapsettiğim bütün italikleri ben uydurdum.

18 Ocak 2013 Cuma

parmak kız ile köstebek

martin amis, ünlü parmak kız masalını geçici bir süre için de olsa gerçekçi bir resme dönüştürüyor:

"diyelim ki parmak kız köstebek ile evlendi. buna köstebek açısından bakalım. toprağın altında, soluk alması imkânsız karanlıkta birlikte yaşıyorlar. parmak kadın sadık bir eş. peki ya köstebek, mecburen yarı kör olan, ister istemez çiçeklerle güneş ışığından nefret eden köstebek, parmak kız'ın -bir laleden doğan parmak kız'ın- engellenmiş duygularını sezer. gelgelelim ona git demek köstebeğin yapabileceği bir şey değildir. dolayısıyla yaşadıkları ini iyice mezara benzetir, daha karanlık, daha nemli yapar ve karısını oradan gitmeye iter."*


*: görüş evi

17 Ocak 2013 Perşembe

biraz da politika(!)

eurosport-türkiye, tanıl bora'nın geçtiğimiz günlerde vefat eden ressam burhan doğançay ile gençlerbirliği'nde top oynamış olması sebebiyle kulüp tarihi çalışmaları için yapmış olduğu ve iki bin iki yılında express dergisinde yayınlanan söyleşiyi hatırlamış:

"konya’ya özel maça giderdik, tarlaların içinden, sekiz saatte. o zaman da türkiye’nin en büyük barajı, çubuk barajı. çubuk barajında pikniğe gidildi bir gün -bunun gençlerbirliği'yle alâkası yok!-, genciz tabii, çok güzel bir kız vardı, kızılay genel müdürünün kızı esin. esin kayıkla gezerken yüzüğünü düşürmüş barajın havuz kısmına. biz tabii soyunduk hemen, daldık, çamur -bulamadık. baraj boşaltıldı! tek parti devri! baraj boşaltıldı ve bulundu yüzük. türkiye'nin demokrasiye geçilmesi büyük olay. kansız geçilmesi büyük olay."



merkez üs: http://tr.eurosport.com/futbol/super-lig/2012-2013/super-lig-tanil-bora-nin-burhan-dogancay-in-roportaji_sto3575466/story.shtml

15 Ocak 2013 Salı

tehlikeli şiirler: yedi

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla.
ali lidar'dan 'alengirli şiir' mesela...  

"ben seni severim sevmesine de toplum buna hazır değil
nükleer denemeler kyoto sözleşmesi küresel ısınma falan.
belki sen çok küçüksün belki benim ruhum ölü
biraz nietzsche biraz kant kafan karışmış belki
parlıamanet'i de bozdular tutunacak dalımız mı kaldı?
pavyonda tanıdığım bilge bir pezevenk vardı!
kötü kitaplar okumak kötü yaşamak gibidir derdi.
iyi kitaplar okudum bir boka yaramadı..

ben seni severim aslında da düzenim bozulur diye korkuyorum
durduk yere başımıza saçma sapan bir aşk çıkar
sinemaya gitmeye ele ele tutuşmaya falan kalkarız
işin yoksa çiçek al, saç tara, parfüm sık.
küsmesi, barışması, ayılması, bayılması
hatta eninde sonunda kaçınılmaz ayrılması
meyhanede tanıdığım gerzek bir filozof vardı!
güzel kadınlar insanın ömrünü uzatır derdi.
bir sürü güzel kadın girdi hayatıma
hepsi ağzıma sıçtı..

ben seni severim belki de rabbim buna hazır değil.
her şeyin güzelini sever o ideal birliktelikler ister
seninle benim yan yana oturacağımız çekyata
ne ilahi adalet sığar ne de diyalektik..
içime çöreklenmiş sığ bir sığır var benim.
ben seni severim sevmesine de
iş çıkarmasana şimdi ne gerek var güzelim.."

13 Ocak 2013 Pazar

üçleme: çocuk hayalleri

önnot: bu yazı biterken kendimi, yıllarca, "bu berbat dünyaya çocuk doğurmak mı, allah korusun," ya da "çocuk istemem, çünkü birini benden daha çok sevmene tahammül edebileceğimi sanmıyorum," dedikten sonra, mağazanın çocuk reyonuna uğramadan bir mağazadan çıkmayan, eline aldığı cici kostümleri, "sence de çok güzel değil mi," nidaları eşliğinde muhatabına gösteren otuz yaş civarı kadınlar gibi hissettiğimi itiraf etmeliyim.

iş bu önnot, "köprüden önce son çıkış" vazifesi görmektedir ve bundan sonrası vnf.yi ilgilendirmemektedir.

*

dost meclisinde çocuk hayalleri kuruyoruz. "eğer bir gün baba olursam, çocuğumun doğum tarihini roma rakamlarıyla uzaktan bakanlara bir saatin kordonu gibi görünecek şekilde sol kol bileğime dövdürmek isterim," dediğimde bir arkadaşımız -ki içimizde en akıllımız odur- itiraz etti: "ya bir gün çocuğunu kaybedersen?"

zar zor, "o zaman bileğimi keser atarım," diyebildim.

ardından dışarda bir yaprağa konuk olan kar tanesini bile duyabildiğimiz bir sessizlik oldu. sonra konu değişti, orkestra oynak bir şeyler çaldı, komiklikler, kahkahalar falan...

akşam ilerleyip gece oldugunda, kendimle başbaşa kaldığımda yani. bir yandan dost meclisinin muhasebesini yaparken bir yandan da "çocuk hayalleri" kurduğumu farkettim. bu üçleme de oradan çıktı:

bir: onu ilk kez kucağıma aldığımda çıplak gövdesini çıplak göğsüme, kalbini kalbimin üzerine getirmek ve bu dünya üzerindeki kalp zamanımızı eşlemek isterim.

iki: henüz bir kaç aylıkken, karnımın üzerinde yüz üstü yatsın ve sol yanağını göğsüme yaslamış biçimde uyurken bir yandan da ağaç gövdesine sarılan koalalar gibi gövdeme sarılsın isterim.

üç: iki yaş dolaylarındayken, onu geç kalktığımız bir misafirlik dönüşü kucağımda eve doğru taşırken yarı uykulu haliyle kollarını boynuma dolasın isterim.

elbette bu üçlemede de bir sıralama dışı var: kızımın bana benzeyen bir adama aşık olmasını, oğlumun da "kahramanı babası olan bir adam" olmasını isterim sanıyordum. ama yazarken farkettim ki, aslında ben çocuğumun bu blogu bir biçimde keşfetmesini ve "bence fena yazmıyormuşsun," demesini istiyorum.

11 Ocak 2013 Cuma

günün sorusu: devlet sineması

devlet tiyatrosu, devlet opera ve balesi, devlet flarmoni orkestrası, devlet resim-heykel müzesi... bunların hepsi var da neden devlet sineması yok?

10 Ocak 2013 Perşembe

metin kaçan

hayır, kör ölür badem gözlü olur hikayesi değil bu.

"ağır roman"ında yarattığı karakterlerden rol çalarcasına bir hayat yaşayan metin kaçan, tıpkı "yaşamak istemem artık aranızda" diyen yavuz çetin gibi bir deniz kuşu olmak istedi.

hâl ve gidiş notu pek yüksek sayılmazdı. yine de ardında türkçe'de eşi benzeri olmayan bir kitap ve 'beni ben yapan' bir film bıraktı.

ne diyelim, inandığı tanrı şefkatini ondan esirgemesin.

*

biz de onun anısına iki 'şarkı' dinleyelim.

ilk olarak, yönetmen mustafa altıoklar'ın da akıllı bir tercihle filme dahil ettiği evsizler mikrofona gelsin ve metin kaçan'ın yakın arkadaşı, aynı zamanda filmde de rol alan küçük iskender'den incelikli hayta'yı söylesinler.
"savrulurken raconun kırmızı pelerini öfkeye
zaman ki sana hasta oldu
incelikli haytasın

nüksederken mahallenin maşallahı/ eyvallahı
güzelleş be oğlum

şimdilik ölümüne kadar hayattasın
şimdilik ölümüne kadar hayattasın"
peşi sıra kitaplığın raflarını yoralım ve "mahallenin en güzel abisi sado"nun ölümü üzerine metin kaçan'ın yazdıklarını okuyalım.

"imparatorlar, tornacılar, marangozlar, çocukları sünnet ettiren, giydiren, bekâr gençleri evlendiren, tersoların cebine harçlık koyan babacan kabadayının ölmesiyle bulanık bir hayale dalıp çalışmayı kestiler.

arap sado'nun mertliğine, yardımseverliğine hayran olan kadınlar, her nakışına gözyaşlarının düştüğü patiskaya, karanfil ve lale deseni işleyip kefen hazırlamaya başladılar.

o akşam kolera'nın iyi insanları ve arap sado'nun can arkadaşları, ruhlar âleminin gece bekçilerini kıskandırırcasına sado'nun hâlâ ışıldayan bedenini beklemeye koyuldular; sağ taraftan çekmeye başladıkları 'özel günlerin kıyak çift kâğıtlısını' büyük bir sabırla soğuta soğuta içip bütün geçmiş zamanların en hicranlı yolculuğuna çıktılar. gıli gıli salih'in yattığı teras katından gelen hıçkırıklar dışında kolera'nın insanları o geceyi duman sessizliğinde yaşadı.

ertesi gün arap sado'nun arkadaşları marangoz mimi usta'nın yaptığı tabuta sado'nun buz gibi olmuş bedenini yerleştirdiler. tabutu omuzlarının üzerinde değişe değişe taşıyıp, kara zindan mezarlığı'na götürdüler. koleralılar sado'yu tabuttan çıkarıp üzerindeki işlemeli kefenle, hiç ölmeyecek sandıkları yılların kabadayısını, ağır ağır mezara indirdiler. ellerine aldıkları küreklerle sado'nun üzerine toprak atıp son vazifelerini yaptılar. okey oynarken taş çalan hocanın isteğine uyup mezarlıkta sado için cenaze namazı kıldılar. koleralılar gariban çocukların dağıttığı suyla ellerini, yüzlerini yıkayıp hüzünlü duygularla mezarlıktan çıktılar.

perşembeyi cumaya bağlayan mübarek günün akşamı, kolera'nın kadınları arap sado'nun ruhuna helva kavurup bütün mahalleye dağıttılar. kolera'da yaşayan covinolar da bu helvayı seve seve yediler.

et kemikten ayrıldığı vakit, darbukacı balık ayhan, canından çok sevdiği arkadaşı arap sado'yu hatırlayıp onun için yaptığı besteyi ağırdan çalmaya başladı. balık, üzerine örtü koyduğu darbukayı çaldıkça kolera'da yaşayan köylülerin tüyleri diken oldu. diğer insanlar havada uçuşan duygulardan etkilenip kalplerinin rölantisini ayarlamaya çalıştılar.

darbuka sesini duyan gıli gıli salih, arap sado'nun bıçağını kiremitlerin arasındaki zulasından çıkarıp okşamaya başladı. sado'nun yaptığı şakaları düşündükçe gözünden akan yaşlar bıçağın oluklarından ağır çekimde süzülüp yere boşaldı."

7 Ocak 2013 Pazartesi

bodozlama // re-cordis*

bu parçayı yıllar sonra bir yerlerde duyacak, kendi kendime ya da yanımda birileri varsa ona, "beni iki bin on iki yılından on üçe taşıyan şarkı buydu," diyeceğim.

"dört tane sıfır"ı ekranda gördüğüm sırada dinlediğim için değil, ilk defa kulağıma çalındığı yirmi yedi aralıktan bu yana, yaklaşık on gündür binlerce kez dinlediğim için.

nefis bir düzenleme. derinden gelen o ritme dikkat edin, tıpkı su altında yüzen birinin nefes almak için yüzeye çıkması gibi karşınızda belirecek. nefes alıp yeniden derinlere daldığında ise içinizde bir yerde veyasin'in diğer işlerini de görmek arzusu büyüyecek.

videosu ise, yutubun laetitia casta'lı baby did a bad bad thing'ten sonra gördüğü en şehvetli video olabilir.


* veyasin, bodozlama // re-cordis

6 Ocak 2013 Pazar

mutlu son

sonu mutlu biten hiçbir aşk hikayesi birkaç cümleden fazlasını hak etmez.

3 Ocak 2013 Perşembe

paralel evrenler: bir

iki yazar...

ingiliz george orwell ve türk orhan pamuk...

ilki, ikinci dünya savaşının peşi sıra yazdığı ve 1984 yılını anlattığı, "geleceği karanlık olan, gerçeklerin, doğruların saptırıldığı, konuşma özgürlüğünün yok edildiği modern dünyayı protesto eden bir roman"da, ikincisi ise iki binli yılların başında yazdığı  ve "bin dokuz yetmiş beşte bir bahar günü başlayıp iki binlerin başına kadar gelen, istanbullu zengin çocuğu kemal ile uzak ve fakir akrabası füsun'un hikayesi"nde aynı şeyi anlatıyor...

olaylar ise, bay charrington'a ait eskici ve antikacı kırması, ıvır zıvır dükkânının üzerindeki insana zaman tüneline düşmüş hissi yaşatan dağınık oda ve kemal'in annesinin, biraz yatırım yapmak, biraz da arada bir gidip kafasını dinleyip oyalanacağı bir yer olsun diye aldığı, ama modasının geçtiğine karar verdiği eski eşyaları ve yeni satın alıp hemen bıktığı şeyleri attığı bir yer olarak kulandığı merhamet apartmanı'nın ikinci katındaki arka odada benzer biçimde gelişir.

"biraz sonra ikisi de uykuya daldılar. winston uyandığı zaman, saat dokuzu gösteriyordu. kıpırdamaya cesaret edemedi, çünkü kolu julia'nın başının altındaydı. yüzündeki boyanın büyük bölümü winston'ın yüzüne ve yastığa bulaşmış olmasına karşın, elmacık kemiklerindeki bir parça kırmızılık güzelliğini ortaya çıkarmaya yetiyordu. batan güneşin son ışıkları, yatağın kenarına vurmuş, suyun fokur fokur kaynadığı ocağı aydınlatmıştı. avludaki kadın artık şarkı söylemiyordu, ama sokaktaki çocuk sesleri hâlâ duyulmaktaydı. eskiden bir kadınla bir erkeğin akşam serinliğinde çırılçıplak yan yana uzanmaları, istedikleri zaman sevişmeleri, istedikleri zaman söyleşmeleri, yataktan kalkmak için zorunluluk duymamaları, orada rahatça uzanıp dışarıdan gelen sesleri dinlemeleri olağan şeyler miydi acaba, diye düşündü."*

"dışarıda, istanbul'da bahar günlerine özgü o pırıl pırıl gök vardı. sıcak, kış alışkanlıklarından kurtulamamış istanbulluları sokaklarda terletiyordu, ama bina içleri, dükkanlar, ıhlamur ve kestane ağaçlarının altları hâlâ serindi. benzer serinliğin, üzerinde mutlu çocuklar gibi her şeyi unutarak seviştiğimiz küf kokulu şiltenin içinden de geldiğini hissediyorduk. açık balkon penceresinden deniz ve ıhlamur kokan bir bahar rüzgârı esti, tül perdeleri kaldırıp ağır çekimle sırtlarımıza bıraktı ve çıplak vücutlarımız ürpertti. ikinci kattaki dairenin arka odasından, yattığımız yataktan arka bahçede mayıs sıcağında hırsla küfürleşerek futbol oynayan çocukları gördük ve birbirlerine söyledikleri edepsiz şeyleri, bizim kelimesi kelimesine yaptığımızı fark edip sevişmemizin ortasında bir an durarak, birbirimizin gözlerinin içine bakıp gülümsedik."**


*: 1984
**: masumiyet müzesi

1 Ocak 2013 Salı

defter

yaklaşık üç hafta önceydi...

uzun bir aradan sonra kendime defter aldım. içimde bir ses, defterlerine dönme zamanı gelmedi mi, demiş gibiydi.

üzerinde bulutların dolaştığı yaz denizi renginde. "akdenizin ufka doğru mora çalar mavisi" gibi değil ama, sabah sulu sepken altında başlayan ve öğleden sonra güneş altında nihayetlenen altı saatlik kanyon yürüyüşünün 'son-uç'unda karşımıza çıkan libya denizi gibi.

ön kapağın iç yüzünde bir tarih: on dört aralık cuma ankara'on iki...

ve ilk sayfa: ancak yolda olmakla tahammül edebildiğim dönemleri oldu hayatımın.

şimdilerde bir de adı var: "terk-i terk defteri".