30 Ağustos 2013 Cuma

soru

sizin hiç annaneniz öldü mü? benim bir kere öldü.

hayatımda gördüğüm en güzel kadındı. bir sabah herkes uyandı bir tek o uyanmadı.

27 Ağustos 2013 Salı

kahvehane muhabbeti

mahalleden ilk ayrılan ben oldum ve asla küfür etmiyorum. kenan bir kaç defa işleri batırdı. mem. zengin çocuklarıyla arkadaşlık yapmaya başladı. ihtiyar hâlâ hepimizden genç. "maç kahvehanesi" artık yok.

erbabı bilecektir, cebeci'de "siyasal"ın karşısında "maç kahvehanesi" vardı. ve hatta şehir efsanesi olabilecek bir anlatıya göre, müfettişlik sınavı mülakatlarında "maç kahvehanesinin garsonu kimdir?" diye sorulduğu söylenir.

bana gelince, "siyasal" öğrencisi olmadım. fakültenin içine sadece ankara film festivali kapsamındaki film gösterimleri için bir kaç defa girdim hepsi o. ama hem "maç kahvehanesi"ni hem de kahvehanenin geçmişini şimdi kebabçı olan en eski yerinden, ihtiyar'ın anlattığı "kurşun"lu hikayelere kadar iyi bilirim .

çünkü orada çok king oynadım.

cebeci'deki evi tesadüfen tutmuştum ama "maç kahvehanesi"ni bulmam king oynamayı çok seviyor olmam yüzünden, daha doğrusu king muhabbeti için pek uygun olmayan bir ortamda bu ilgimdem bahsetmiş olmam yüzündendi. o zamanlar adının sonuna "abi" ekleyerek hitap ettiğim yaşlı bir adam(!) bazı akşamlar arkadaşlarıyla "maç kahvehanesi"nde king oynadıklarını, istersem gelebileceğimi söyledi. ben de gitmeye başladım.

en başta içlerinden sadece birini tanıyordum: ihtiyar... eğer eşinden izin alabilirse semih abi, nöbeti yoksa ve kızlardan fırsat bulabilirse doktor, "uzun zamandır meyhaneye gitmedim, bu akşam rakı içesim var," demezse ecevit de katılırdı bize. bazan yakari mahalleye gelir, bambaşka oyunlar oynardık. ama genelde aynı kare takılır, eşli ya da eşsiz king atardık: ihtiyar, kenan, mem. ve ben.

ihtiyar en yaşlımızdı, neredeyse babamla yaşıt. ama yarı yaşındaki kızlarla takılır, hem onları hem de bizi çok güldürürdü. daima bizi özgür kılan bir yanı vardı ve hepimizden daha gençti. sanırım bu yüzden kıskanır, ona bu isimle seslenirdik. bazan "yaşlı" da olurdu. "yaşlı adam" da.

kenan arkeoloji okumuştu ve bu ilgisi o bölümden mezun herkes gibi staj esnasında gittiği bir kaç höyük ve tümülüs kazısıyla sınırlı kalmıştı. toptan kumaş ticaretiyle uğraşıyordu. bu yüzden ona "penyeci" derdik. dozajı arttırdığımız zamanlarda ise "doncu".

mem. ise, asıl adı mehmet olan bir fizikçiydi. neredeyse hayatımdaki bütün mehmetlere "mem." dediğim için o da kaderinden kaçamadı. renk körüydü ve ona olur olmaz zamanlarda, "bunun rengi ne?" diye sormayı çok severdik. cevabını da: "güzel bir renk."

ben mi? onların kelimeleriyle anlatırsak: ihtiyar bir akşam yanında bir çocukla geldi. kibar, terbiyeli. neredeyse her şeye teşekkür ediyor, ağzından kaba tek kelime çıkmıyordu. lan, bu çocuk ibne mi yoksa, bile dedik. bir şey değil biz de küfür edemiyoruz, gerilip duruyoruz.

bir süre sonra ben de küfür ettim elbette. ilk küfürden sonra herkesin derin bir nefes aldığını, ihtiyar'ın, "hah şöyle..rahatla oğlum biraz," dediğini bugün gibi hatırlıyorum.

sanırım bitirebiliriz. tıpkı başladığı gibi...

yıllar çabuk geçti. beklendiği üzere mahalleden ilk ayrılan ben oldum ve asla küfür etmiyorum. kenan bir kaç defa işleri batırdı. mem. zengin çocuklarıyla arkadaşlık yapmaya başladı. ihtiyar hâlâ hepimizden genç. "maç kahvehanesi" artık yok.

26 Ağustos 2013 Pazartesi

kadınlar-erkekler: yedi

kadınlar kendilerini yalayan kediler gibi temiz, erkekler bok içinde yuvarlanan itlerden farksız.

23 Ağustos 2013 Cuma

dakika ve skor

"avanos. ağustos akşamı. sekiz-dokuz yaşlarındayım. salonun bahçeye açılan penceresi açık. ılık bir rüzgâr bahçeden gelen kokuları içeriye taşıyor. evde kimse yok. annem ve kardeşlerim niye evde değiller, bilmiyorum. "somya"ya uzanmışım philips radyomuzda türk sanat müziği çalıyor. uyku ile uyanıklık arası bir yerdeyim. kapı açılıyor önce, gölge gibi, babam geliyor. üzerime eğilip saçlarımı okşuyor ve sonra yanıma uzanıp, kollarıyla kucaklıyor. babamın göğsüne başımı gömüp yatıyorum. babamla dünyanın en güzel akşamında, dünyanın en güzel evinde, dünyanın en güzel uykusunu uyuyorum. bir daha öyle bir uyku olmadı hayatımda."*


*: ercan kesal, peri gazozu
 

22 Ağustos 2013 Perşembe

harun ve adsız küçük kız

üniversite dördüncü sınıfta "o kız" tarafından terkedilince, bununla baş edebilmek için haftada üç gün herkesten ve her şeyden kaçarak havuza yüzmeye gittiğimi daha önce de anlatmıştım.

baş edebildim mi bilmiyorum ama o macera sırasında çok güzel hikayelere şahit oldum, tanımaktan daima onur duyduğum insanlarla rastlaştım. harun ile babası da bunlardan ikisiydi.

her zaman olduğu gibi kulaç atıp hayal kurarken yan kulvarda minik bir beden farkettim. ve tempomu ona göre ayarlayıp yüzmeye öyle devam ettim. ağır ağır beş yüz metre yüzdük ve durduk. sanki yorulmuşum gibi ben de onunla durdum. dirseklerimizi havuzun kenarına dayayıp sohbet ettik. beş yaşını bitirdiğini, küçük -daha bebek- bir kız kardeşi olduğunu ama onun yüzmeyi bilmediğini, anne ve babasının doktor ama annesi örtülü olduğu için sadece babasının çalıştığını bir çırpıda anlattı.

öyle bir anlattı ki, sanki o minik bedenin içine kocaman bir adam konmuştu. ya da o kadar hızlı büyümüştü ki bedeni ona yetişememişti.

sonra gitti. ben de kaldığım yerden devam ettim. sonraki günlerde beraber çok yüzdük. dönüşte vasıta bulmakta zorlandığımı tahmin eden babası beni de beklemeye başladı. ve dönüş yolunda yaptığımız sohbetler boyunca harun gibi muhteşem bir çocuğun ancak böyle bir adamın oğlu olabileceğine karar verdim.

belki bu yüzden, belki kendim daha çocuk olduğum, belki baba olmak aklımdan bile geçmediği için harun gibi bir oğlum olsun diye aklımdan hiç geçmedi.

*

bugün stadyumda, atletizm pistine her zamanki gibi köşedeki kapıdan, yani şeref trübününün sağ tarafındaki kapıdan girdim, saat yönünü takip ederek üç numaralı kulvar boyunca koştum ve yarı saha çizgisi hizasına geldiğimde sahaya girdim. bir yandan yarı saha çizgisi boyunca koşarken bir yandan tişörtümü çıkarttım ve tam başlama noktasına bıraktım. elimdeki anahtarlığın tşörtün üzerine düşerken çıkardığı sesin yankısı kulağımda, sahanın diğer tarafından çıkıp üç numaralı kulvarda, bu defa saat yönünün tersine koşmaya başladım.

ve bir kaç metre ötede onu gördüm. sekiz numaralı kulvarda yürüyordu. tam aynı hizaya gelince kulaklığımı çıkartıp, haydi, diye seslendim. ilk önce tanışıp tanışmadığımızı anlamak için dikkatle bana baktı. tanışmıyorduk. yine de koşmaya başladı. onun temposunda yarım tur koştuk ve o annesinin yanında mola verdi.

biraz dinlendikten sonra bu defa annesiyle koşmaya başladılar. onlara yetişince yavaşlayıp hemen yanında koşmaya devam ettim. başladıkları yere geldiklerinde bir mola daha verdiler. "bir aşkın daha sonuna geldik," diye düşündüm. ama hayır, biraz sonra tekrar koşabilmek için annesini ikna edip tekrar koşmaya başladı.

artık emindim, bu aşktı. çünkü, arada geriye bakıp beni arıyordu. yoksa gitmiş miydim? onun en fazla dört-beş yaşlarında olmasının, aradaki yaş farkının hiç bir önemi yoktu.

hızlanıp yeniden hizasına geldim. aşkımızın son iki yüz metresini birlikte koştuk. sonra da bu aşkın bir geleceği olmadığı için annesinin nezaretinde bağrımıza taş basıp birbirimize el sallayarak vedalaştık.

evet, isterdim. o al yanaklı, terlikleriyle geldiği için çıplak ayakla koşan sarışın kızın benim kızım olmasını ve beraber koşabilmeyi çok isterdim. ve hatta, çocuk esirgeme kurumunun onu bana vereceğini bilsem ebeveylerinin yemeğine fare zehiri koyardım ya da bütün akrabalarının üzerinden tırla geçerdim.

*

anlayacağınız, "şedit"in en sevdiğim kelimelerden olması boşuna değil. eğer bu kelimeyi kullandığım için kızanlar varsa, kızmak yerine hiç olmazsa "h" yok desinler ve "şehvet" demediğim dua etsinler.

üstelik, beterin beteri var: ya, "haşhaş" deseydim.

19 Ağustos 2013 Pazartesi

o sahne: dans la maison (2012)

françois ozon'dan anlatmak, yaratım süreci, yazar-okur, öğretmen-öğrenci ilişkisi üzerine bir an bile temposunu kaybetmeyen bir film.

bir anlamda bin bir gece masalları'nın modern versiyonu. şehrazat belli; en arka sıradaki cloude. harun reşit ise fransızca öğretmeni germain'den seyirciye kadar herkes. belki cloude'un kendisi bile.

*

bu ara çok fazla film izlediğim söylenemez. sinema ve filmlere ihanet edişimin bahanesi ise basit; zamansızlık ve okumanın cazibesi... eleştirmenlerin ozon'un olgunluk eseri dediği bu filmi ise bir çeşit dost tavsiyesi üzerine izledim. ve sevdim.

kaldı ki, bu seneki festivalin beğeni toplayan filmlerinden biri olduğunu, iki bin on üç césar ödüllerine altı dalda aday olurken, iki bin on iki yılında san sebastian'da altın istiridye, toronto'da ise uluslararası eleştirmenler birliği ödüllerini kazandığını izlemeden de biliyordum.

*

fassbinder ekolünden gelen ve kısa filmlerle başladığı sinemada, peşpeşe çektiği les amants criminels(1999), gouttes d'eau sur pierres brûlantes(2000), 8 femmes(2002), swimming pool(2003), 5x2(2004), le temps qui reste(2005) gibi vasatın üzerindeki filmlerle sinemaseverlerin dikkatini çeken françois ozon, bu filmin konusunu el chico de la última(arka sıradaki çocuk) adlı oyundan ödünç almış. fakat tıpkı finalde olduğu gibi ispanyol yazar juan mayorga'nın oyunuyla film arasında bazı farklılıklar söz konusu.

ama bu durum, "uyarlamanın bir tür ihanet olduğunu kabul etmek zorundayız," diyen bir yönetmen için şaşırtıcı olmasa gerek.

françois ozon, hayır diyemediği için, biraz da kibarlık olsun diye gittiği bu oyundan oyuna aşık olarak dönmüş. 'en arka sırada oturan öğrenci'lerin cazibesini inkar etmese de, biyografik anlar da içeren yazma ve film çekme sürecini ele veren bir hikaye anlatmak istemiş ve böylece izlediğim françois ozon filmlerinin en iyisi olan dans la maison'a giden süreç başlamış.

*

dans la maison gustave flaubert lisesi'nde başlıyor. lisenin adını hugo, balzac, proust dururken, madame bovary ile sansasyon yaratan, ahlaksızlıkla suçlanan flaubert'ten alması film üzerine bir uyarı olarak okunabilir. ne de olsa françois ozon aile kurumuyla olan derdini saklamayan bir yönetmen.

germain(fabrice luchini) öğrencilerine edebiyat zevki kazandırmak isteyen orta yaşlı bir fransızca öğretmenidir. ve bütün öğretmenler gibi öğrencilerinden şikayetçi; ziyan olup giden hayatlar, bunun farkında bile olmayan aptal sürüsü.

hafta sonu neler yaptıklarını anlatsın istediği bir sınav da bunu kanıtlar. ama bir öğrenci farklıdır: claude. ernst umhauer alt sınıftan gelen, annesi onları terkettiği için işsiz ve alkolik babasıyla yaşayan 'arka sıradaki öğrenci' de muhteşem. bazı sahneleri sadece tekinsiz mavi gözleriyle bakmakla oynuyor.

'arka sıradaki öğrenci' cloude'un yeteneği göz kamaştırıcı, anlattığı hikaye dikkat çekicidir. yaz boyunca parktaki bir banka oturup seyrettiği orta sınıftan bir ailenin yaşadığı eve, okul açıldığında aynı zamanda sınıf arkadaşı olan evin oğluna matematik çalıştırma bahanesiyle girip çıkmaya başlamıştır. fırsat buldukça evde olan bitene, özellikle de anneye artık yakından bakmakta ve sınav kağıdında gördüklerini anlatmaktadır.

aradığı öğrenciyi bulduğunu anlayan germain bunun üzerine claude'la yakından ilgilenmeye başlar. ona okuması için kitaplar getirir, yazması ve öykünün devamını anlatması için onu motive eder. zaten ikili arasındaki bu konuşmalar yaratıcı yazarlık kursundan diyaloglar gibi.

germain bunu öğretmenlik adına mı, yoksa öyküyü merak ettiği için mi yapıyor, diye sorarsanız, ikisi de, derim. çünkü, cloude'un şehrazat tarzında anlattığı, en heyecanlı yerinde kesilen ya da geçmişe dönüşle merakı çoğaltan öykü, eşiyle paylaştığı orta sınıf entelektüel, sıkıcı hayatlarını renklendirmeye başlamıştır.

jeanne(kristin scott-thomas) ve germain'in heyecanını kaybetse de hâlâ entelektüel ukalalığını muhafaza eden bir evlilikleri diane keaton'lı herhangi bir woody allen filmindeki çiftleri hatırlatmakta. yönetmen bununla yetinmeyip oyunbaz tavrını sevdiği allen'a bir sahnede match point (2005)'le selam gönderiyor.

sadece çiftin cloude'a değil, cloude'un da onlara ihtiyacı vardır. herkese bir suç ortağı, bir şeyler yaratırken görecek birileri gerek. kaldı ki, birileri okumayacak olsa yine de yazacak, yani "çekmeceye yazmak"la yetinecek pek az kişi vardır.

*

film başlarda swimming pool(2003)'un karasularında yüzse de çok geçmeden farklı oldukları ortaya çıkıyor.devamında hissedilen, cloude'nin tekinsiz bakışlarıyla desteklenen film noir etkisi, film bir suç öyküsüne dönüşecek, sonu karanlık bir yere varacak hissi vermesine rağmen filmin sonuna kadar koruduğu mizahıyla beklenildiği kadar karanlık bir yerde sonlanmıyor.

öğrenci ile öğretmen arasındaki ilişki de ikisini birden değiştiren, birbirini besleyen bir ilişkiye evriliyor.

*

o sahneyi ise, filmin özüne biraz uzak bir yerden seçtim. çünkü jeanne ve germain'in woody allen tarzı modern sanat tartışmalarını çok sevdim. galiba modern sanattan hazzetmediğim için bu karikatürleştirme hoşuma gitti.

jeanne yöneticiliğini yaptığı galerinin başarısızlığa aşina yazgısını değiştiremezse galeri kapanacak kendisi de işsiz kalacaktır. son şansı olan sergiden önce, eserleri germain'e tanıtıyor ve belki de ondan cesaret veren bir şeyler duymayı umuyor.

o sahnenin başında sergi kataloğuna bakmaktadırlar, jeanne eserleri nasıl bulduğunu sorar:

"- ne düşünüyorsun?

- gayet sıradan şeyler değil mi? bir mutfak saati ve vantilatör.

- sıradan nesneler ama şaşkınlık yaratmak için düzenleri değiştirilmiş. görüyorsun, saat on üç rakamdan oluşuyor.

eserleri beğenmeyen, pek özel bulmayan germain katoloğu kapatırken kaçamak bir yanıt verir.

- fena değil.

ama jeanne'nin vaz geçmeye niyeti yoktur. germain'e bir kulaklık uzatır hatta kulaklarına takar.

- ve bu, dinle!

- nedir bu?

- dinle... "sözlü resim!" sanatçı kulaklıkların duvara asılmasını veya boş bir kutuya konulmasını öneriyor. ressamın sesi resmi anlatır. dinleyici çalışmayı hayal ederek sanata iştirak eder hale gelir. hayal gücünü boş çerçeveye yansıtır. resimler gerçekti ama ressam onları anlattıktan sonra yok etti. on üç tane var. bununla sanatçı şiirsel, fani ve maddesellikten sıyrılmış bir şeyler önererek somut nesnelerle kafayı bozmuş kültürel endüstriyle dalgasını geçiyor."*


çeviren: seijaku samurai

16 Ağustos 2013 Cuma

elvis presley için anma denemesi

elvis presley on altı ağustos bin dokuz yüz yetmiş yedide, yani punk'ın doğduğu sene hayatını kaybettiğinde, buralı bir gazete haberi, "müziğe seksi getiren adam" başlığıyla duyurmuştu. elvis'in sahnedeki bir fotoğrafının altına ise, "elvis presley, elinde gitarıyla ilk defa amerikan televizyonuna çıktığında sadece yüzü ve belinin üstü kısmı gösterildi. ünlü şarkıcının seks dolu hareketlerinin gösterilmesi uygun bulunmamıştı," yazmışlardı.

haber şöyle devam ediyor: anneler babalar ondan nefret ediyor, bu ise gençlerin onu daha çok sevmesine yol açıyordu. siyah saçları, dolgun dudakları, daracık pantolonlarıyla presley çokları için seks ilahıydı. elvis'in konserlerinde bir olay çıkmasın diye polis birlikleri daima hazır bekletilir, bayılan kadınları hastaneye götürmek için onlarca hemşire görevlendirilirdi...

13 Ağustos 2013 Salı

yıl dökümü

bu yıl da en çok babamı özledim.

annemin, "belki de bu hayattan nasibimiz böyleymiş," demekle neyi işaret ettiğini artık biliyorum. ya da öyle sanıyorum.

uzun hikâye, nun masalları, edebiyat ve kötülük, ars moriendi, yeraltından notlar, bir yusuf masalı'nı yeniden okudum.

ercan kesal'ın yazdıklarıyla tanıştım. gündüz vassaf, nazan bekiroğlu, ahmet mümtaz taylan ve murat menteş'in köşe yazılarını sektirmedim bile. tanıl bora ise alçağın teki. bundan böyle tek bir yazısını bile okumayacağım.

neredeyse sevdiğim bütün yazarlar yeni kitap yayınladı. en iyiyi seçmek zor ama en kötüsü, yeni bir şey söylemeyen, zaten bunu aklına bile getirmeyen, denenmiş ve iyi sonuç alınmış eski yolu yeniden yürüyen ruhi mücerret'ti.

"z" harfindeki eğik çizgiyi tam ortadan kesen, alttaki ve üstteki çizgiye paralel üçüncü çizgiyi çizmeyi bırakmıştım ama nar ağacı'nın zehra'sı yüzünden tekrar çizmeye başladım.

neşet ertaş ebediyete yürüdü ve ben bir süre neşet ertaş türküleri dinleyip ağladım. sanki hayatımdan bir cümle eksilmişti.

sonra selçuk yula, geriye "kalemizde ivançeviç var/ geri dörtlü çelikten duvar/ orta saha hepsi canavar/ ileride selçuk yula var" tezahüratını bırakıp, çocukluğumuzu da alarak gitti. ah be kaptan, kıvır kıvır saçların rüzgarda uçuşmasa da olurdu, bassaydın topa, bekleseydin biz geriden gelenleri.

yeni bir deftere başladım. adını da "terk-i terk defteri" koydum.

okyanusu bir defa daha gördüm. rengi ancak okyanusta görebileceğiniz mavidendi.

küçük prens yere düştü. ama yere düşmeseydi, adımın baş harfi -hem de başlangıcı geride kalmış haliyle- işlenmiş mendille sevişiyor olmayacaktı şu an.

ellerimin annanemin ellerine daha çok benzediğini fark ettim.

krema ve şerit doğranmış kabaktan mükemmel makarna sosu olabildiğini öğrendim. karabiberin olaya katkısını ise inkar etmiyorum.

pilavlarım hâlâ sıkıntılı.

bundan böyle her türden salatada mutlaka maydanoz olacak.

on üç uğursuzmuş. bazan elinizden bir şey gelmez.

yarı maratonu üç dakika geç bitirdim. belki de antrenmansızlığı bahane etmeyi bırakıp, yaşlandığımı kabul etmeliyim.

artık yaşlanmaktan korkmuyorum. çünkü, toplamda bir haftayı ve bir iki "an"ı çıkartırsak hayatımın en güzel senesiydi.

günlerce kitaplıkla uğraştım. ama değdi.

"eğer allah varsa buna izin vermez," dedim bir kez. allah varmış. hamd ona olsun.

ilk günü yirmi bir mart olan 'ilkyaz'ın yirmi sekiz martta kesinlik kazandığını anladım.

yıllar var ki, ilk kez bu kadar az film izledim. bütün bond filmlerini izlemeyi planlamıştım ama olmadı.

bulaşık yıkarken çocukluğumun ve ilk gençliğimin bir çok filmini yeniden izledim.

iki bin on bir yazı geri gelmeyecek. geri gelmeyecek bütün yazlar gibi.

behzat ç.'nin bit(iril)mesi şehirle olan bağlarımdan birini daha yitirmekti. bir üst geçit nasıl yıkılırsa öyle acıdı içim.

etiketinde "ezme incir" yazan ama rafta reçellerin yanında duran 'bir şey' keşfettim. sanırım bağımlılık yapıyor.

staedtler marka siyah tükenmez kaleme ihanet ettim. altını çizmeden okunamaz bir kitaptı. yanımda başka bir kalem -elbette siyah- vardı. bir günahı bir defa işleyince ardı geliyor.

bu yıl da ölmedim.

on üç ağustos

"bunca yıl bu gücenik macera beni tutuklu kılan
artık bu yaşa erdirdin beni, anladım
gençken almadın canımı, bilmedim
demek gökten ağsa bile tohum yürekten düşecekmiş
çünkü hataya bağışık büyük hatadan beri nezaret yer
çiğ tanesi sanmak ne cüret, gözyaşıymış
insanın insana raptolduğu cevher.

şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi
taşınacak suyu göster, kırılacak odunu
kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde
bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbelalemin
tütmesi gereken ocak nerde?"*


*: ismet özel, bir yusuf masalı-münacat


 

11 Ağustos 2013 Pazar

tahmin

iki bin iki dünya kupası çeyrek finalinde ronaldinho'nun david seaman'ın koruduğu ingiltere kalesine attığı gol izlediğim en güzel gollerden biriydi. o golü unutulmaz yapan unsurlardan biri de seaman'ın maç sonrasında gol için söyledikleriydi: "ronaldinho topa vurduğunda başıma bir şeylerin geleceğini tahmin etmiştim."

rengini fısıltıdan almış sesiyle, "orta son ile lise iki arasında matematik hocama aşıktım. yani öyle sanıyordum. çünkü çok güzel gülüyorduk. sonradan anladım ki, beraber gülünce aşk olmuyormuş," dediğinde o golü hatırladım. çünkü, "bayılıyorum ben sana," demekten kendimi alıkoyamamıştım.

ve akşamın geri kalanında, ardından yol boyu, "umarım duymamıştır," diye dua ettim.

duymuş.

9 Ağustos 2013 Cuma

okura methiye

bilim kurgu yazarı isaac asimov bir üniversitede düzenelenen bilim kurgu konferansına katılır. konuşmacılardan biri asimov'un eserleri üzerine konuşurken salondaki dinleyiciler arasında o da varmış.

konuşma bittikten sonra konuşmacının yanına gitmiş, "vakıf üçlemesi hakkındaki yorumlarınıza katılmıyorum," demiş. kendisiyle pek ilgilenmeyen konuşmacı sadece alaycı  bir "yaa," ile karşılık vermiş. bu duruma hafiften sinirlenen asimov, "ama ben asimov'um," diye devam edince de konuşmacı, "peki bu size en doğru yorumu yapma hakkını veriyor mu," diye sormuş.

ve hazırcevaplığıyla tanınan asimov'a da susmak, bu hikayeyi dost meclislerinde anlatmak kalmış.

*

bu vesileyle, "yazar -ya da şair- burada ne anlatmak istemiştir," çoksaçmasorusuyla edebiyat sevdirmeye çalışan tüm türkçe öğreticilerine selam olsun.

7 Ağustos 2013 Çarşamba

anket

siz olsanız, doktora hediyesi olarak fakir ülkelerdeki çocuklar için unicef'e doktorasını bitiren arkadaşı adına iki yüz elli doz çocuk felci aşısı bedeli bağış yapan bir kadına aşık olur muydunuz?

üstelik, bal rengi kocaman gözlerine gölge düşüren kirpikleri ne zaman kırpışsa fırtına yaratacak kadar uzun ve hiç kullanılmamış iki adet gamzesi var. emin olduğum bir başka şey de "iq"suyla aynı anda bir kaç kişiyi dövebilir.

notgibi: şahsen ben olurdum, yirmi beş - otuz beş yaş arası kadınlardan olduğunu bilmeseydim.

4 Ağustos 2013 Pazar

kısa kısa - dokuz

* selçuk'u gece yarısı civarında ne zaman arasam, "buzdolabından çıkarıldıktan bir süre sonra üzeri buğuyla kaplanan mor üzüm tanesi sesim"le konuşmamı istiyor.

* "benden, bana kayıtsız kalınması ile benden nefret edilmesi arasında bir seçim yapmam istense, tereddütsüz, nefreti seçerim – kayıtsız kalınacak bir yanım yoktur. ve ben söylemek isterim ki, her şey ve herkese kayıtsızım. değilmişim gibi davrandığım durumlar, yaşıyormuşum gibi yapma zorunluluğumdandır. (şule gürbüz, kambur)"

* istediğimize sahip olamamak, istemediğimize sahip olmaktan evlâdır.

* önceden bunları yazdığım için şimdi tekrar yazamıyorum. önceden bıktığım için tekrar bıkmamın anlamı yok. önceden sevdiğimi söylediğim için şimdi tekrarlamak gerek. şimdi tekrar tekrar söylüyorum; çemberin iki ucu birleştiğinde ben yok olucam.

* roland garros'da beklenen oldu: rafael nadal ve serena williams, her ikisi de çok rahat şampiyonluğa ulaştı.

oysa federer adına her şey iyi başlamıştı. şanslı kura, kendisine ters gelen berdych'in ilk turda monfils'e daha ilk turda elenmesi, djokoviç ve nadal'ın yarı finalde cenkleşecek olması biz sevenlerine  "bu defa söderling'e ihtiyaç olmayabilir," dedirtmişti. ama tsonga çeyrek finalde federer'i çok net yenip turnuva dışına itti: üç-sıfır.

* bazan yolum yeni bloglara düşüyor. eğer kötüyse hoşuma gitmiyor ve üzerinden atlayıp gidiyorum. ama iyiyse, nefret ediyor ve takılıp kalıyorum.

* "sen bir yaz güzelisin, yaprakların ekşi, suda yıkanırsan/ portakal incinir, tütün utanır, incirler kanar (turgut uyar, yokuş yol'a)"

* derste ya da beklerken, saat daima sandığınızdan daha geridedir. bulaşık ise her zaman sandığımızdan çoktur.

*yönetmen, yapımcı ya da oyuncu... işin içinde clint eastwood varsa üst düzey bir soundtrack garanti. bakınız: trouble with the curve.

* birden yirmiye kadar bütün sayıları bilen ama hangi sayının hangisinden önce geldiğini bilemeyen bir adam olmayı isterdim.

* "gün boyunca hayatta kalmaya, geceleri ise yaşamaya çalışıyoruz. (gündüz vassaf)''

* hiç acımam yoktur, fırından eve gelene kadar ekmeğin ucunu ya da pidenin kenarını koparıp yerim.

* "el ele gittiğimiz bir yolda sen gitgide büyürsen/ benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar (turgut uyar, yokuş yol'a)"

* "spectacular"a "resmi çizilmeye değecek kadar güzel olan şey" türkçe karşılığını veren sözlüğü bana da bulun. onu seveceğim... (burada duydum.)

* hep en iyisini isteriz. ama sonuç hep bildiği gibi olur.

* türkçe müziğin muktedirleri deniz seki'den boşalan "feleğin çemberinden geçmiş kadın" kontenjanını galiba sıla ile doldurmaya karar vermiş.

* wimbledon'da, şimdiye kadar izlediğim en kötü grand slam finali sonrasında iskoç andy murray şampiyon olarak ingiliz kendini beğenmişliğinin yetmiş yedi yıllık 'şampiyon' hasretine son verdi. kadınlarda ise şampiyonluğu, burada ikinci kez final oynayan ve ilkinden eli boş dönen marion bartoli kazandı.

bol süprizli turnuvada bana göre en en büyük süpriz, nadal'ın daha ilk turda steve darcis'e elenmesiydi. ilk turda elenmesi değil, rakibini sıralamada yüzüncü basamakta olması değil, üç sıfır yenilmesi değil, nadal gibi bir çelik iradenin iki tie-break yitirmesiydi böyle düşünmeme sebep. sonra federer'in ikinci turda elenip üst üste otuz yedinci defa grand slam çeyrek finaline kalma şansını yitirmesi ve elini kolunu sallaya sallaya şampiyon olması beklenen serena williams'ın dördüncü turda alman sabine lisicki'ye elenmesi sayılabilir.

* "temmuz tam bu işe göredir bana kalırsa/ gel bağışlayalım birbirimizi. (turgut uyar)"

* tanrım, biliyorsun; gamzeleri olmalı gülüşünü sanki paranteze alan. arz ederim.

* "ölüm, biriktirdiğimiz şeylerin altında kalmak olmalı. (ibrahim tenekeci)"
 

1 Ağustos 2013 Perşembe

kirli ağustos*

şiirle başlayalım güne, aya.

ağustosun ilk günü. ve sıradan.

ağustos, unutuşun ayı. ve vazgeçmenin. beyaz incirlerin, yarım adayı yıkayan rüzgarların. yaşlanmanın ayı. yokluğu görmenin ve böylece ispatlanması varlığının: olmayan nasıl yok olsun ki?

bir de koşu yolunda vaktinden önce sararıp düşmüş yapraklar. hâlâ...

"o da var olanın ağır ağır yokluğu
şurda bir gündüz kımıldamakta
dağılmanın beyaz organı: tuz birikintileri
gibi bir gündüz
kalın kabuklarını kaldırır doğa.

düşer bir balıkçının tersi olan şey
kirli ağustos! beni ordan oraya götüren eşya
aklımda üç beş otel ya kalır
ya kalmaz üç beş otel aklımda
o da değil bir otelin kendisi
yalnızlığın kahverengi organı: düş birikintisi
bir de kahverengi alevlerden yapılma.

başka değil, yokluğu görmek için
kirli ağustos! gözkapaklarımı da yaktım sonunda"


*: edip cansever, yerçekimli karanfil (toplu şiirler I)