29 Eylül 2014 Pazartesi

bir nabokov hatırası

bir kaç yıl önce nabokov'la muaşaka halindeyken, yaş kemale ermeden eski okumaları da tekrar edeyim dediğim bir külliyat okuması üzere yol alırken yani...

araya başka kitaplar sokuştursam da, nabokov üzerine okumaklarla da beslenen verimli bir okuma serüveni olmuştu.

bunlardan biri de, internet bulvarında elinizi sallasanız çarpacağınız alev alatlı metniydi. geçen gün "garsonu çağırdığım(!) minik not"tan sonra bu metin yeniden aklıma düştü. alev alatlı bu metinde, nabokov'un bence en iyi romanı olan lolita ekseninde söyledikleriyle okuru ters köşeye yatırır, nabokov'u ise aydın vicdanından, dahası bilincinden uzak olmakla suçlar.

alev alatlı ki, 'yaseminler tüter mi, hâlâ!'dan bu yana hayatımızda. ve bir kadına sırf zekası yüzünden aşık olunabileceğinin ispatı. en azından benim için.

ama burada söylemeye çalıştığına katılmıyorum. hem de hiç...

"nabokov, romanı önce bir kısa hikaye olarak, volşebnik (büyücü) ismiyle bin dokuz yüz otuz dokuz'da paris'te kaleme alıyor. karşımda duran oğlunun yakışıklı nahoş yüzünün çağrıştırdıklarından birisi de bu tarih: bin dokuz yüz otuz dokuz. bin dokuz yüz otuz dokuz paris'i, büyük ekonomik kriz, ispanya iç savaşı, ikinci dünya savaşı. hitler avusturya'yı ilhak ededursun, adam lolita'yı yazıyor - viyana, paris'ten bir kol boyu uzakta. hitler polonya'yı işgal ededursun, adam lolita'yı yazıyor - varşova da paris'ten bir kol boyu uzakta. einsatzgruppen derlerdi, mobil ölüm üniteleri kol geziyorlardı. hitler gezici gaz otobüslerinde bir milyon üç yüz binden fazla polonya yahudisini o arada boğazlayadursun, adam lolita'yı yazıyor. ocak'ta barselona franco'nun faşislerine düşüyor, şubat'ta katalonya, mart'ta valencia, sonra madrid... adam lolita'yı yazıyor. yüz bin ispanyol fransa'ya sığınıyor, adam lolita'yı yazıyor. mussolini arnavutluk'u işgal ediyor, adam lolita'yı yazıyor. bin dokuz yüz doksan yedi fransa basımı komünizmin kara kitabı, rusya, asya, orta avrupa ve üçüncü dünya komünist rejimlerinde sistematik olarak öldürülen yüz küsur milyon insanı belgeliyor, adam lolita'yı yazıyor.

dünya umurunda olmayan bir yazar, neden yazar?"*


*:gogol'un izinde- aydınlanma değil merhamet

26 Eylül 2014 Cuma

garson

when harry met sally'nin o ünlü sahnesinden sonra, yani sally işini bitirdikten sonra, durumu yan masadan hayretler içinde izleyen bir hanımefendi garsona dönüp, "onun yediğinden istiyorum," der.

bazan öyle insanlara rastlıyorum ki, gözlerim bu "hayat bize güzel" insanlarının yediğinden ya da içtiğinden ısmarlamak için garsonu arıyor. 

25 Eylül 2014 Perşembe

göz göze gelmek

bakışı yakalandı, görüldü ve kendisinden çalındı.

23 Eylül 2014 Salı

bir intihar hatırası

s. melek yıldız, neredeyse üç yıllık bir aradan sonra "karanlık"ın elle tutulur hale dönüştüğü bir metinle burada.

*

sigarayı yaklaşık yirmi gün önce bıraktım.

o halde mektupları yirmi gün önce yazmaya başlamışım.

hocama, "benden adam olacağına inandığı, üstelik beni de inandırdığı için teşekkürler," aileme, "tek başına yürüdüğüm yollarda ne zaman ayağım bir şeylere takılsa hemen arkamda oldukları ve bu illüzyonu bozmadıkları için teşekkürler," kendime...

mektup cebimde. iç cebimde. daha okumadım. az önce bir defa daha yokladım. mektupta yazanların parmak uçlarımdan birer birer yüreğime akmasını umut ediyorum. gözlerimi, beynimi bu işe karıştıracak gücüm yok. ama gerekirse mektubu açacağım ve önüme sereceğim.

ve bunu her an yapabilirim.

soğuk metali hem avuçlarımda hem üzerimdeki kalın paltoya rağmen belimin hemen yukarısında, yere paralel bir hat boyunca sırtımda hissediyorum. bu üşüme, rüzgarın uzaklardan getirip bedenime terk ettiği titremeyle birleşiyor. aşağıda sonsuz ve korkunç bir hızla, bembeyaz giysiler içinde dans ederek akan su parçası.

üzerinde durduğum köprü üst geçide, su parçası da şehrin insanlarını işe, eve, okula götüren araçlara dönüştüğünde yalnız olmadığımı fark ettim.

sağ yanımda duruyor, soğuk metali hem avuçlarında hem yere paralel bir hat boyunca sırtında hissederek, aşağıda sonsuz ve korkunç bir hızla bembeyaz giysiler içinde dans ederek akan nehre bakıyor. sanki bir tiyatro oyunundan kaçmış gibi. rüzgar ve soğukla gelen yağmurun vücuduna yapıştırdığı uzun kollu, kırmızı bir elbise giyiyor. makyajı bozulmuş, rimeli akmış, takma kirpiklerinden biri düştü düşecek. "doktordum ben," diyor.

"gözlerimi kapatıp kendimi şarkıcı kadının söylediği şarkıya bırakmıştım. belki sözleri anlamıyordum ama hayal ediyordum... gözlerimi açtığımda onu gördüm; daha doğrusu buz mavisi gözlerini.

beni gördü. "görmek" gerçek ve mecaz tüm anlamlarını yanına almış, "o"nu gizli özne yaparak "beni" bulmuştu. daha sonra defalarca hissedeceğim bir duyguyu ilk defa o an hissettim; donmak ve yanmak hissi, nasıl da benziyor...

ben bununla savaşırken, o da diplerinden başka hiçbir yerde bulamayacağınız bir kokuyu, kokusunu saklayan dalgalı saçlarını bir el hareketiyle geriye attı. bir kaç tel saç yer çekimine uyarak yana, kulaklarının üzerine düşerken gözlerim ellerinin peşine düşmüştü bile. uzun parmaklar ve bitimindeki dikdörtgen tırnaklar... şarap kadehi tuttular, gömlek düğmeleri açtılar, arabadan inen bir kadına uzandılar.

başım döndü.

konser çıkışı taksi beklerken yanımdaydı. bekleyişin sonunda taksi geldiğinde hakkında üç şey biliyordum: ressam, adı ve damarlarındaki slav kan. aslında dört; dudağının kenarındaki minik ben. ama görmek için yakından bakmalısınız. yol boyunca konuşmadık. bazan birbirimize, en çok da içinde olduğumuz aracın izin verdiği boşluklardan dışarıya baktık.

evime giden merdivenleri birlikte çıktık. kapıdan birlikte girdik. ah, o ev...

yatağın iki kenarında durup, birbirimize bakarak, tebessüm ederek, gözlerimizde hazzın pırıltısı, tıpkı şark masallarında anlatıldığı gibi 'kırk kat' giysiyi tek tek soyunduk. hız çağında yaşadığımız için olsa gerek, bazan bir kaçını birden.

birbirimizi sonunda bulmuş olmanın heyecanıyla akan, herhangi bir engele çarpmadan hızla geçen günlerden kendimi kurtardığımda, ayaklarım yere bastığında yani, evin her tarafını irili ufaklı, türlü türlü çerçeveleri olan aynalarla doldurmuştum bile. çünkü onu çoğaltmak, her baktığım yerde görmek istiyordum. eğer bakışlarımız bir aynanın derinliğinde bile karşılacaksa karşılaşsın, yeterdi.

o güzel yüzünü seyretmek, nefesini dinlemek, yanımda ve gerçek olduğuna, onu uydurmadığıma bir defa daha emin olmak için gecelerce uyumadığım oldu. onu seyredebileyim diye önümdeki yemeği yemez, ondan tarafa bakmaktan filmleri izlemezdim.

aşk bitimli. güzel günleri de... pencereden giren rüzgarın karnına dolarak odanın orta yerine sürüklediği perdeler, dağınık yataklar ve kırışık örtüleri, sarmaş dolaş filmler, seyahatler, mutfakta beraber yemek yapmalar, sözü birbirinin ağzından almalar, gece yarılarında çıplak girilen denizler, kumsalda şarap kadehleri, tutulan ve aynı anda bırakılan nefesler, çığlıklar...

bir sabah uyandığımda yanımda yoktu. salonun ortasında, aynalarda çoğaldıkça çoğalan bavulların yanında ayakta duruyordu. ülkesinde, tanışmamızdan önce başvurduğu bir kolejden olumlu cevap almış. sadece resim değil, sanat tarihi ve ingilizce derslerine de girecekmiş. havaalanına gelmeme gerek yokmuş. hem böylesi daha kolay olurmuş. yazarmış. yazarmışım. her şey çok güzeldiymiş. kendine iyi bakmış.

salondaki kanepede, üzerinde seviştiğimiz, sarmaş dolaş film izlediğimiz, konuştuğumuz, sustuğumuz, yemek yediğimiz, yine seviştiğimiz, kimin üste kimin altta olduğuna aldırmadığımız, bir defa daha seviştiğimiz kanepede ne kadar oturduğumu, bakışlarımı hangi noktaya sabitlediğimi hatırlamıyorum. belki günlerce. belki gözlerinin buz mavisine.

kalktım. banyoya gittim. yüzümü yıkadım. banyonun musluğundan akan su kapkaraydı. aynaya baktım, sanki yüzüm bana ait değildi, yerinden çıkarılabilirdi. kulaklarımın arkasında mandallar vardı. mandalları açmak yeterliydi.

banyodan çıktım. bulduğum bir makasla evin bordo renkli kadife perdelerini karelere, dikdörtgenlere bölmeye başladım. ne kadar ayna varsa evde, üzerini örttüm.

eski yalnızlığıma döndüm."

18 Eylül 2014 Perşembe

sahibini arayan mektuplar

büyük yazar marquez, romanlarından aşağı kalmayan biyografisi anlatmak için yaşamak'ta bol hüzünlü bir postane öyküsü anlatır:

"bulabildiğim az sayıda öykü arasında bir tramvayın penceresinden havada uçarken yakaladığım bir haber anılarımda kalmış. octava caddesi üzerinde, beş yüz altmış yedi numaralı güzel, sömürge zamanından kalma bir binanın girişinde kendi kendini küçük gören bir tabela gördüm: "ulusal postane'nin sahibine ulaşmamış gönderiler bürosu". bu yolla bir şey kaybedip kaybetmediğimi hiç hatırlamıyordum ama tramvaydan inip kapıyı çaldım. bana kapıyı açan adam sekiz yöntemli memurla birlikte sorumlusuydu, tekdüzeliğin pasıyla kaplı bu romantik yerdeki görevleri çöpe gitmek üzere olan her mektubun alıcısını bulmaktı.

güzel, devasa, toz içinde bir evdi, yüksek tavanları, sıvaları dökülen duvarları vardı, karanlık koridorları ve galerileri sahipsiz mektuplarla doluydu. her gün kimsenin sahip çıkmadığı ortalama yüz mektup geliyormuş, bunların en azından on tanesinde doğru pul varsa da, zarfların üzeri boş olup göndericinin adı bile bulunmuyormuş. ofis çalışanları onlara 'görünmeyen adam için mektuplar' diyorlardı. ne sahiplerini bulmak ne de geri göndermek için çaba gösteriyorlardı. ancak içlerinde bir ipucu aramak için bu mektupları açma töreninin bürokratik gerekleri vardı ve işe yaramasa da kayda değerdi.

tek bir kerede yayınlanan bu haberin başlığı 'postacı kapıyı bin kere çalar', alt başlığı da 'ölü mektuplar mezarlığı'ydı."

bu haber yayınlandıktan sonra mektuplardan birini sahibine ulaştırmaya karar verir:

"özellikle ilgimi çeken bir mektubun alıcısını bulmayı kafama koydum. agua de dias cüzamevi'nden postalanmıştı ve 'las aguas kilisesi'nde, her gün saat beş âyinine katılan, yas tutan hanımefendiye' gönderilmişti. kilisenin papazı ve yardımcılarıyla her türden işe yaramaz araştırmayı yaptık, haftalarca saat beş âyinlerinin gediklilerini soruşturdum ama bir sonuç elde edemedim. âyinlere katılanların genellikle çok yaşlı ve koyu yasta olmaları beni şaşırttı, ama hiçbirinin agua de dias cüzamevi ile bir ilgisi yoktu. bu kendimi toparlamamın uzun sürdüğü bir başarısızlıktı, yalnızca kendimi çok beğendiğim bir hikayede iyilik yapma arzumdan değil, yas tutan bu hanımın öyküsünün ardında başka bir tutkulu hikâye daha olduğuna da inandığımdan."


notgibi: eğer sizin de sahibini arayan bir mektubunuz varsa, vnf. mektubunuzu yerine ulaştıramasa da tıpkı kendisi için yaptığı gibi bu sayfalarda yayınlamaya söz verir.

15 Eylül 2014 Pazartesi

günün sorusu: ayak izleri

ayak izlerimizi takip edercesine aldığımız yollar bazı şeyleri geri getirme hayali midir?

13 Eylül 2014 Cumartesi

telefon kulübeleri

ankaralı bir şair, telefon kulübesinin duvarına ispirtolu kalemle yazdığı cemal süreya'dan mülhem mısra-cümleyle, muhatabının tenine kelimelerle dokunmak konusunda mahir olanlara sesleniyor:

"konuşmak için yataklar sevişmek için telefon kulübeleri"

9 Eylül 2014 Salı

sonsuz özür

macarca bilir misiniz? ben bilmem.

chico buarque'nin budapeşte'sinde söylediklerine itimat edersek eğer, konuşma dilinde özür dilemek için bir deyim varmış: végtenenül büntess meg.

ve bu, beni sonsuza kadar cezalandır, anlamına geliyormuş.

insan bunu duyunca, macarlar için hata yapmak af dilemekten zor olmalı, diye düşünüyor.

8 Eylül 2014 Pazartesi

zübde-i âlem

öykücü e-mail adresini bana emanet ettiğinde daha yeni bir aşktan çıkmıştı. çıkmıştı diyorum; çünkü bir savaş sonrası gibiydi. "artık mesai ayırmak istemiyorum," demiş ve eklemişti; "arada sırada kontrol eder, bilmem gereken bir şey olursa söylersin". her şeyi okumaya hakkım ve iznim ise elbette vardı.

okumadım demeyi isterdim ama okudum...

uzun bir süre direndim, daha doğrusu aklıma bile gelmedi. ama bir gün ünlülerin makyajsız hâline bakmak, federer'in maç özetlerinden birini izlemek yerine yazışmalardan daha doğrusu mektuplardan bir kaçını okudum.

o mektupların biri "zübde-i âlemsin sen" diyordu.

*

geçtiğimiz günlerde bir telefon için vakit öldürmeye çabalarken kitaplığın raflarını yormaya kalkınca gözlerim şiir, süreli yayın ya da öykü toplamı bir kitap aradı. ki yarım kalmasın. elimi uzattığım yerde o vardı: şeyh galip divanı'ndan seçmeler.

vaktinde merak ve hevesle aldığım bu kitap, hüsn ü aşk'ı okuduktan sonra kitaplığımda öylece kalmıştı. çünkü, bir çok insan gibi bana göre de şeyh galip hüsn ü aşk demek(ti). ben de aynı ortak büyük bir yanılgıyla geriye kalana ilgimi kaybetmiştim.

dediğim gibi; büyük bir yanılgı... bunu derken, sadece aldığım edebi ve sanatsal zevki kastetmiyorum. kitabı hazırlayan abdülbaki gölpınarlı deryasından kitabın hissesine düşen damlalar da eşsiz ve önemli.

*

"zübde-i âlemsin sen" ne demek, bilmiyordum. merak edip öğrenmek için çaba dahi göstermedim. ama iyi bir şey olduğu kesindi. kıskançlıkla içim acıyarak okuduğum o mektup o kadar güzeldi ki bilinçaltım belleğime, "unut!" emri vermiş, yine de unuttuğum o mektuptan geriye mektubun güzelliği ile bir tek cümle kalmıştı.

*

telefon beklerken vakit geçsin diye elime aldığım ama elimden bırakamadığım o kitabı satırlarının altını çokça çizerek okudum. ve öğrendim ki "zübde-i âlem" alemin özü demekmiş. içim acıdı.

nasıl oluyor da bir insana "zübde-i âlemsin sen" dedirten aydınlık balçıktan yapılma kör karanlığa dönüşüyordu?

*

bu vesileyle, dünyada yazılmış en güzel aşk mektubunu yeniden okudum.

yine çok kıskandım.

4 Eylül 2014 Perşembe

dakika ve skor

"gâlib durûğ imiş tutalım va'di ol bütün
iman getür ki dînine sığmaz yalan senin"

(galib, varsayalım o güzelin tüm vaatleri yalan olsun/ yine de inan, çünkü senin dininde yalan olmaz)


*: şeyh galip divanı'ndan seçmeler, haz: abdülbaki gölpınarlı

1 Eylül 2014 Pazartesi

yüz yılın on filmi

hatırlarsınız, türk sinemasının yürüyüşünü manastırlı manakis kardeşlerle değil fuat uzkınay tarafından bin dokuz yüz on dörtte çekilen ayestefanos abidesinin yıkılışı ile başlatan kültür bakanlığı, yüz yılın yüz filmini belirlemek için akademisyenler, meslek birlikleri ve sivil toplum kuruluşları tarafından belirlenen beş yüz film arasından seçilen yaklaşık üç yüz filmi halk oyuna sunmuştu.

o oylama bugün itibariyle sonuçlandı. yüz yılın en iyisi, usta yönetmen metin erksan'ın susuz yaz filmi oldu. susuz yaz, bin dokuz yüz altmış dört berlin film festivalinde büyük ödül olan altın ayıyı kazanmakla türk sinemasının ilk uluslararası ödülünü de elde etmişti.

hababam sınıfı, babam ve oğlum ise oylamanın ikinci ve üçüncüleri.... "ilk on"luk liste ve aldıkları oy sayısı için ise buraya bakılabilir.

susuz yaz'ın birinci olması benim için şaşırtıcı olsa da diğer filmlere bakınca oylamaya katılanların tercihinde sinemasal kaliteden daha çok izledikleri fimle kurdukları "bağ"ın etkili olduğunu düşünüyorum.

yoksa sevmek zamanı, vesikalı yarim, ah güzel istanbul, muhsin bey, hatta sonbahar gibi güzellikler bana göre bu "ilk onluk" listede olmayı fazlasıyla hak ediyor.


notbir: canımız sinema dergisinin yüzlük listesi ise karşılaştırmaseverler için burada.
notiki: bu oylama için açtığı iki adresi de (bir...iki...) henüz güncellememiş kültür bakanlığı'na da bu vesileyle selam ve sevgilerimi sunuyorum.