30 Nisan 2020 Perşembe

yaş değiştirme töreni

bugün otuz nisan. yani nisanın sonu.

"nisan sonu" çocukları ne zaman doğar bilmeyenler için en doğru kutlama zamanı budur bana kalırsa: "çok mutlu olsun. sağlıklı ve huzurlu. annesinin yanında, annesini severek, hayatı birbirlerinden öğrenerek."

aramızdaki yaş farkının hiçbir önemi yok. ben onu seviyorum. bilenler var ama o henüz bilmiyor.

o da beni seviyor ama henüz bilmiyor. bu hediye ise, onun olası doğum gününde ikimize birden.

elvis presley, yanına ann margret'i de alarak ikimiz için söylüyor: the lady loves me, but she doesn't know it yet.

27 Nisan 2020 Pazartesi

huzur ya da "ve şimdi birçok sayfasını atlayarak bitirdiğim kitabın başından başlayabilirim"*

huzur'u ilk defa bundan yıllarca önce, neredeyse çocukken okudum. öykücü çok fazla bahsetmişti. ben de ona benim için ne kadar kıymetli olduğunu göstermek istemiştim. bu yüzden de çabucak okudum.

bu benim için hâlâ böyledir. muhatabımın bahsettiği bir filmi zaman geçirmeden seyretmenin, müziği hemen dinlemenin, kitabı okuma listesinde en başa almanın en iyi iltifatlardan biri olduğunu düşünürüm. kendisi bilmez ama karşımdaki bunu yaparsa da, sözlüsünü yüksek verip karne notunu yükseltirim.

ama hem zamanlama hem çabucak okumak büyük bir hataymış. bunu daha okurken biliyordum. sonraki yıllarda bir çok defa emin oldum. tam burada, "huzur hakkında ne biliyorsam bambaşka yerlerden öğrendim," dersem yanlış olmaz. röportajlar, makaleler, eskimeyen kitaplar ya da edebiyatımızda sevdiğim romanlar kılavuzu tarzı antolojiler, tanpınar sözlüğü tarzı kitaplar, mümtaz ve nuran'a göndermeler, bizzat ahmet hamdi tanpınar hakkında okuduklarım ve hatta ömer kavur'un yönettiği, edebiyat öğretmeni aysel ve resim öğretmeni bedri arasındaki diyalogları** huzur'dan parçalarmış gibi izlediğim kırık bir aşk hikâyesi(1981) filminden öğrendim.

saatleri ayarlama enstitüsü'nü, yani sadece 'tanpınar romanları'nın değil türk romanının en büyük romanını okuyunca da huzur iyiden iyiye bir imgeye dönüştü. tıpkı güzel olduğunu hissettiğiniz ama bu güzelliğin kaynağını açıklayamadığınız bir resim gibi.

bir yandan huzur'a haksızlık ettiğimi, romanın tanpınar'ın dünya ve sanat görüşüne ayna olmaktan, mümtaz ve nuran'ın sohbet ederek istanbul'u dolaşmasından daha fazlası olduğunu hissettim. ve bu hisle her yılın başında -yani yaz geçip de sahiller tenhalaşınca- yeniden okunacaklar listesine huzur'u da dahil ettim. ama olmadı, sıra bir türlü ona gelmedi.

içimde bunlar olurken huzur'a dair gelişmeler de oldu. romanın yayınlanmasında bir yıl sonra yapılan bir söyleşide*** kendisine yöneltilen "huzur devam edecek diyordunuz?" sorusuna, tanpınar'ın, "edecek, tabii edecek. mümtaz ölmemiştir. hâlâ yaşıyor ve yeni bir insan olarak doğmak için beni zorluyor," dedikten sonra, "fakat daha evvel huzur'un diğer kısmını neşredeceğim, yani suat'ın mektubu'nu. küçük bir eser, okuyucu orada mümtaz'ın meselelerini daha başka bir planda görecektir," diyerek devam etmesinin boşuna olmadığı anlaşıldı.

romanın görünmez kahramanı "suat'ın mektupları" ortaya çıktı. handan inci, istanbul üniversitesi türkiyat araştırmaları enstitüsü'nde, tanpınar'a ait bazı notları ortaya çıkardı. bu notlar arasında suat'a ait kayıp mektup da vardı. hatta, handan inci bu mektubun ilk sayfasını hemen yayınladı.

devam eden araştırmalar suat'ın intihar etmeden önce mümtaz'a yazdığı mektubu ortaya çıkarttı. bu mektuplar suat'ın mektubu başlığıyla bir kitaba dönüştü. handan inci'nin gönderilmeyen mektup başlıklı sunuş yazısıyla başlayan kitap üç bölümden oluşuyor: suat'ın mektubu (düzenlenmiş metin), suat'ın mektubu (orijinal metin ve tıpkıbasım), tanpınar'ın suat'ın mektubu hakkında notları.

çok merak ettiğim 'mektup'u okumaya karar verdiğimde, o eski arzu yeniden büyüdü içimde. ben de "şimdi değilse, ne zaman?" dedim.


*: ismet özel, kanla kirlenmiş evrak
**: senaryo, ömer kavur ve selim ileri'nin ortak çabası
***: tanpınar'la huzur hakkında bir konuşma, kitaplar, s.2, 1 mart 1950

22 Nisan 2020 Çarşamba

fırtına

tek kelimelik "evet" yanıtı hikâyesinin ayrıntılarına girmeyeceğini anlamama yetmişti. başını mendireği ve denizi çerçeveleyen pencereden yana çevirip susunca da kesinlik kazandı.

boş masaların, ters çevrilmiş bardakların, plastik kapaklı cam sürahilerin, genç garsonun mutfağa yakın masada katlayıp peçeteliklere yerleştirdiği ucuz peçetelerin üzerinden uzaklara baktı. biraz daha sustuktan sonra, deniz bu zamanlarda böyle dalgalı olmazdı, dedi.

pencere kenarındaki masalardan birinde tek başına oturan, beyaz peynir eşliğinde o gün erken başladığı rakısını içen selahattin reis'e seslendi sonra. "işaret parmağın sızlıyor mu?"

selahattin reis, sanki denizin bütün balıkları ağa dolmuştu, diye anlattığı bereketli bir avda sol işaret parmağının ikinci boğumundan ötesini denize emanet etmişti. o günden bu yana, ne zaman eksik parmağı sızlasa, bu, fırtına var demekti. asla denize açılma. hatta evden çıkma.

19 Nisan 2020 Pazar

kelimeler arası güzellik yarışması

kelimelerle çektiğim bir fotoğraf ya da blogta verdiğim isimle, yani bir enstantane ile başlayalım söze: "adam sırt üstü yatmış, başını park kanepesinin solunda oturan kadının dizine koymuştu."

gözlerinizin önünde beliren fotoğrafa son bir defa daha bakın şimdi. çünkü, onu orada bırakıp türkçe sözlüklerden herhangi birine gideceğiz. bir sözcüğe...

uyluk: kalçadan dize kadar olan bacak bölümü (tdk, güncel türkçe sözlük)

adam aslında başını kadının uyluğuna koymuştu değil mi? dürüst olmak gerekirse dizine koyması da mümkün değil. üstelik bunu yapsa bile diz hiç de konforlu sayılmaz. yastık olamayacak kadar sert çünkü.

peki biz yazarken ya da anlatırken neden 'uyluk' değil de 'diz' diyoruz?

sebep basit: estetik. çünkü 'uyluk' çirkin bir kelime. sadece fonetik olarak değil, his olarak da berbat. öyle ki, sadece türkçede değil başka dillerde de erkekler başını sevgilisinin 'diz'ine koyuyor.

o yüzden, benim kahramanlarım sevdikleri kadının kucağına koyarlar başlarını. buraya konuk olmuş yaklaşık bin altı yüz yazıda bir defa bile kullanılmamış "uyluk" sözcüğü.

hatta yıllar önce yazdığım bir öyküde, erkek kahramanın en beğendiği tipi anlatmak için, "uylukları spor yaptığını söyleyen" tarzı bir ifade kullanmıştım. 'uyluk' beni o kadar rahatsız etti ki, başka bir çözüm bulmam gerekti: "bacağın dizden başlayıp kalçaya kadar hiç bitmeyecekmiş gibi uzanan kısmı... ön ya da arkadan görünüşü değil, yandan, sanki bir atın adım atışını hatırlatan görüntüsü"...

fark ettiniz mi bilmem? 'uyluk' kelimesinin bu metindeki tekrarı bile rahatsızlık verici. çünkü çirkin bir kelime.

tıpkı, hıyar gibi. o da kesinlikle rahatsızlık veriyor, kesinlikle çirkin. galiba bu yüzden insanlar salatalık demeyi tercih ediyor. bu durumu sarakaya alan -alın size çirkin bir kelime daha- bir yazı bile yazmıştım.

oysa barış manço ne güzel söylüyor:
"sözüm meclisten dışarı dostlar bugünlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum
hani dilim dilim doğrasalar beni
marmara, ege, karadeniz
ve hatta akdeniz cacık olur diyorum"
yoksa, ben de isterdim sevgilimin kucağına başımı koymayı.

15 Nisan 2020 Çarşamba

güne soru

babil kulesi'ni, daha doğrusu yunan klasiklerinden kutsal metinlere kadar her yerde karşımıza çıkan ve ulusların ve dünyada konuşulan yüzlerce dilin nasıl ortaya çıktığını açıklayan babil kulesi anlatısını bilirsiniz.

o vakitler, "allah ne yerde ne gökte, her yerde" değilmiş ki, insanlar tanrıya ulaşmak ve ona daha yakın olabilmek için, göğe yükselen bir kule inşa etmeye niyetlenmiş. kule çok geçmeden yükselmeye başlayınca bunu küstahlık olarak gören tanrı, kulenin inşasında çalışan her insana ayrı bir dil vermiş. artık birbirleriyle anlaşamaz olunca da kulenin yükselişi son bulmuş.

şimdi de, artan iletişimle birlikte iletişimsizlik çağına dönüşen günlerin içini boşalttığı cümlelerden biri olan ve mevlana'ya atfedilen, "allah der ki: kimi benden çok seversen, onu senden alırım,'' sözünü analım.

artık 'son-uç'a yürüyebiliriz: acaba insanlar gerçek aşkta, yani gerçekten aşık olduğunda, insanlığın üzerine çıktıkları ve ilahi düzleme yaklaştıklar için mi tanrının gazabına uğruyorlar?

13 Nisan 2020 Pazartesi

inci kolye

arkasında boğazın karanlığı ile karanlığın ardındaki karşı kıyının solgun ışıklarını çerçeveleyen pencere, pembe ve mor alevler içinde yanan bir inci kolye takmıştı siyah kadife elbisesinin bile isteye çıplak bıraktığı boynuna.

11 Nisan 2020 Cumartesi

tehlikeli şiirler: kırk altı

tehlikeli şiirler okuyalım leyla
ziya osman saba'dan bir şiir* mesela
"Bütün saadetler mümkündür...
Şu kapının açılması,
İçeri girivermen,
Bahar, kuşlar, gündüz.
Ve bütün dünya
Bir an içinde gürültüsüz.

Bütün saadetler mümkündür...
Bahtsızların biraz gülümsemesi...
Körlerin gün görmesi,
Mümkündür bütün mucizeler...
Ana, baba, evlât, bütün kaybolanlar...
Ebedî bir sabahta buluşmamız bir daha.

Ölüler! Hepimiz için yalvarın Allaha..."

*: bütün saadetler mümkündür

7 Nisan 2020 Salı

aşk acısı

on aralık... hayatım boyunca çektiğim tek ayrılık acısının başladığı gün. öyle büyük, öyle uzundu ki bağışıklık kazandım. kronolojiye göre sonra gelenlerin hiçbiri canımı yakmadı.

/burada mecaz var/ sadece, onlar eşyaları toplarken, ardından odanın orta yerinde durup unuttuğu bir şey var mı diye etrafa bakarken veya geçmiş zaman seslerini, hislerini, görüntülerini belleğinin çekmecelerine birer birer yerleştirirken pencereden dışarıyı seyrettim. kapanan kapının sesi yankılana yankılana susarken -her iki anlamda da- odaya döndüm ve masada duran bir çift anahtara uzun uzun baktım./mecaz bitti/

dediğim gibi antremanlıydım, bağışıklık kazanmıştım. öyle olmasa, haliç'in kıyısındaki o gecede, şimdiye çok uzak o haziran gecesinde artık ondan bir şey istemeye hakkım olmadığını fark ettiğimde bizans'ın ünlü altınlarını aramaya kalkardım. muhtemelen bulamaz, bulsam da umrumda olmazdı.

beni sonsuza kadar seveceğini, dualarında yer bulacağımı, kalbinde yerimin baki olduğunu biliyordum ama kaybettiğim çok daha büyüktü.

/burada da/ sanki uykudaydım ve ne zaman gözlerimi açacak olsam, yüzüme eğilmiş, yüzüme değdi değecek saçları arasından sevgi ve şefkatle bana bakıyor buluyordum onu. işte böyle bir cennetten kovulmuştum./yine/

öyle büyük ve uzun bir acıydı ki, bir daha tekrar etmesinden ölesiye korktum. kendimi havuzun klorlu sularına bıraktım, öykücü'ye sığındım, yakari'ye sarıldım, bir sürü film izledim. bir sürü kitap, onu hatırlatmayan yüzlerce şarkı... dualar ettim, adaklar adadım. hatta babamla konuştum.

biraz yalnız, biraz küstah, biraz dalgacı takıldım. en sonunda kendi işimi kendim halletmeye karar verdim. aşk üzerine okuyacak, başarabilirsem doğasını anlayacak ve aşk acısı denilen illete bir çare bulacaktım.

neler okumadım ki? marazi aşkı konu alan romanlardan aşkı çözdüğünü sanan ergen yazar hikâyelerine, aşkı kimyasal bir tepkime olarak gören kitaplardan aşkı dokununca toza dönüşen efsunlu bir nesneye indirgeyen şark klasiklerine, felsefecilerden psikologlara, modern şairlerden mevlana'ya, sevgi üstüne'den güvercin gerdanlığı'na...

mevlana'yı en çok o zaman sevdim. en çok iyi gelenler ise güvercin gerdanlığı ve sevgi üstüne'ydi. yakari ve öykücü'yü saymama gerek yoktur herhalde.

babam. kahramanım...

küstahlığın yakıştığını, üzerimde iyi durduğunu söyleyen de çok oldu.

sonunda anladım ama: "aşık olmayacaksın, birader. olursan acı çekersin, kaçarı yok..."

ya da "isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. yol belli. eğ başını, usul usul yürü şimdi."*


*: zeki demirkubuz, masumiyet (1997)

4 Nisan 2020 Cumartesi

günün sorusu: geriye bakmak

bir olayın gerçekleşeceğine dair güvenilir işaretler o olay henüz yaşanmadan ortaya çıkar mı, yoksa olay gerçekleştikten sonra mı işaretler kesinlik kazanır?

2 Nisan 2020 Perşembe

güvercin gerdanlığı

güvercinlerin boynundaki halka biçimindeki kırmızımtırak tüylerdir.

bu halka klâsik islâm edebiyatı'na da konu olmuş, boyna geçen ve ölünceye kadar çıkmayan, sonsuz aşkı simgeleyen 'aşk zinciri' anlamında kullanılmıştır.

çünkü, o zinciri boynuna bir kez takan güvercinin gözü bir başkasını görmez, bir daha sevemezmiş.

bir çok şair ve yazara konu olan bu sembol asıl anlamını on birinci yüz yılda yaşamış endülüslü şair ibn hazm'ın yazdığı kitapta bulacaktır.

dokuz yüz doksan dört yılında kurtuba sarayı'nda doğan ibn hazm, yetmiş yıllık hayatına hukuktan siyasete, tarihten ilahiyata yaklaşık dört yüz eser sığdırmıştır.

en ünlü eseri olan güvercin gerdanlığı ise, aşkı, doğasını, insan üzerindeki etkilerini, bizzat yazarın ifadesiyle "arazlarını" anlatır.

1 Nisan 2020 Çarşamba

bir nisan

koştum da geldim.

dallarda çiçekler, 'göğ'de kış güneşi.