29 Ağustos 2021 Pazar

ikna

ikna olmadım. hem de iki defa. iki farklı konuda.

henüz...

*

biraz elde olmayan sebeplerden biraz da bile isteye bugünlere bıraktığım bir kitaptan veba geceleri'nden bahsediyorum. bunları da kitabın yarısı civarında yazıyorum.

ama her şeyden önce, orhan pamuk'un yaşayanlar içinde birinci, edebiyatımız ölçü alındığında ise en sevdiğim ikinci türk romancısı* olduğunu söyleyelim de ekrana altyazı olarak yansıyan "trafiğe kapalı alan" uyarısı gibi olsun.

*

her fırsatta, son beş yıldır bu roman üstünde çalıştığını, salgın ve karantinanın tesadüf olduğunu iddia eden, ama yaşadıklarımızın süreci daha iyi anlamasını ve anlatmasını sağladığını söyleyen orhan pamuk'a inanmıyorum. ya da onun gibi söylersem "samimiyetle" inanmıyorum.

yanılmıyorsam, kafamda bir tuhaflık'tan sonra orhan pamuk ölçeğine göre kısa bir bekleyişin ardından yayınlanan kırmızı saçlı kadın üzerine bir röportajda okumuştum. özetle, bir roman için yaklaşık beş-altı yıl çalıştığını, kafasında on üç roman fikri daha olduğunu, basit bir aritmetikle kafasındaki romanların hepsini yazmasının mümkün olmadığını, bir çoğunu yazamadan öleceğini söylüyordu.

bu durum içimi çok acıtmış, bu acıyı alper canıgüz'e de yansıtmıştım. bir etkinlikte söz alarak, "hafız, orhan reis böyle böyle diyor. sizin için de aynı şey geçerli mi? olur da o romanların tekini bile yazmadan ölürseniz küserim," demeye getirmiştim.

açıkçası, veba geceleri'nin orhan pamuk'un kafasındaki fikirlerden biri olduğunu ve bu süreçle beraber bir adım öne çıktığını düşünüyorum. en başta aklında olmayan bazı ayrıntıları da bu süreç vesilesiyle romana dahil ettiğine eminim. mesela, "hacı gemisi isyanı" veya "isyancı hacılar vakası" diyerek anlattığı olay o kadar tanıdık ki, okurken, her yerden ve herkesten uzak bir koya demirlemiş, dalgalarla sallanan bir gemi yerine, umre dönüşü bir öğrenci yurdunda karantinaya alınan insanlar geldi gözümün önüne.

hatta, yazar ne derse inanan 'saf okur'lardan olmasam, romanın sipariş üzerine yazıldığını, orhan pamuk'un, "bu fırsatı kaçırmayalım," diyen editörlerin ve yayınevinin oyununa geldiğini iddia ederdim.

bu da beni ikna olmadığım ikinci yere getiriyor. eğer bazan taklit ederek bazan araklayarak yazdığı ilk dönem romanlarını saymazsak, orhan pamuk'un gerçek sesini bulduğuna inandığım kara kitap'tan bu yana yazdığı bütün romanlara uzak bir roman bu.

sadece, zaman zaman anlatının arasına sızan, orhan pamuk'un kendi elleriyle tasnif edip dosyaladığı kişisel arşivinden çıktığı belli bilgiler harika. ama o kadarını kalemi güçlü, iyi bir orhan pamuk okuru da yapabilir.

romanın yarısını okudum ama çok sevdiğim "orhan pamuk melankolisi "nden eser yok hâlâ. "orhan pamuk anları" dediğim kutlu satırlara ise yalnızca bir defa (o da kolağası kamil ve zeynep'in ilk karşılaşmaları) rastladım. altını çizip derkenara yürek kondurduğum yerlerse neredeyse yok.

anlatıcı olarak aklından geçeni aklından geçtiği gibi anlatamayan biri var karşımızda. tıpkı bilgisi çok ama anlatma kabiliyeti zayif öğretmenler gibi. ya da güçlü bir kalemi olmadığı hâlde anılarını yazmaya kalkan emekli bürokrat ya da askerler gibi. ya da tez yazmakla öykü yazmak arasında sıkışıp kalmış doçent adayları gibi.

"tam da öyle. bu kitabın yazarı orhan pamuk değil bir tarihçi," diyenler çıkabilir. ama bu da bir sorun. sanat gerçekmiş gibi yapar. gerçeğin kendisi sanat değildir. başka bir deyişle, orhan pamuk bir tarihçinin ağzından anlatmıyor hikâyeyi. adeta, bir tarihçinin anlatısını kendi adıyla yayınlıyor. bu da, bir an önce yayınlansın diye romanla daha fazla meşgul olmamak için seçtiği bir yöntem hissi veriyor.

ve ne zaman bir video ile kitaptaki bir bahse açıklık getirmeye kalksa bu his kuvvetleniyor.


*:elbette, ahmet hamdi tanpınar... 

25 Ağustos 2021 Çarşamba

yaza veda

baharları sevmediğimi yıllar önce fark etmiştim. çünkü, çok sevdiğim kış ve yaz o ikisi yüzünden bitiyordu. çünkü, biten şeyler o zaman da hüzün veriyordu.

ama son bir kaç yazdır fark ettiğim bir şey daha var: denizde olmak, başka bir deyişle plajda ya da suda olmak ve kendimi bildim bileli içimde varolan, on yaşından sonra bir de fiziksel gerçeklik kazanan gurbet hissi olmasa geriye sadece kış kalır, yaz aylarını da sevmezmişim.

denize doğmuş bir çocuk olarak yüzmeyi hep sevdim. yüzmek deniz, deniz de yaz demekti. sonra yaz tatil demekti. tatilse ev, kuzenler, akrabalar, en çok da bahçe ortasındaki üç katlı ev ve annanem...

şimdilerde ise, tatilini isterse yazdan bağımsız da seçebilecek yerlere ve yaşlara gelmiş biri olarak yaylada ya da denizde değilsem yazları sevmediğimi itiraf ediyorum.

ve abartıyorum: bittiğini, artık sevilmediğini kabul etmeyen eski muhatabınızdan sonra dünyadaki en berbat şeydir neme bulaşmış sıcak.

hep kış olsun istemiyorsam yalnızca soğuk havaların maliyetini düşündüğümdendir. bu berbat dünyada hâlâ yakacak, giyecek derdi var bazı insanların. kış gelince yiyecek içecek gideri artıyor hâlâ. bazılarına her mevsim yaz, bazılarına "yaz ayları fakir ayları".

bir de, yaz takvimlerden bağımsız olarak o yaz yakari'yi son defa gördüğümde biter. ki bunu zaten biliyorsunuz.

13 Ağustos 2021 Cuma

on üç ağustos

"We look at the world once, in childhood.
The rest is memory."

ya da

"Dünyaya bir kez çocukken bakarız.
Gerisi hatıradır."*


*: louise glück, nostos - nuray önoğlu çevirisi

11 Ağustos 2021 Çarşamba

yollarda

yolu biliyordum. ilk defa aklı bir karış havada, önünde tanrılarınki kadar uzun bir gençlik var sanan üniversite öğrencisi olarak gelmiş, neredeyse her sene bunu tekrar etmiştim.

adını her zaman bir sonrakiyle karıştırdığım küçük şehri geçecek, ilk yol ayrımında yönümü dağlara dönecektim. çok değil, bir kilometre daha.

bir sırt çantası ve bir sürü yorgunluk olurdu yanımda. alnımda ise ancak uzak rüzgârların söndürebileceği bir ateş.

soru sorulmaz, "hoş geldin"den, memnuniyet göstergesi cümlelerden başkası söylenmezdi. vadi boyunca esen rüzgâr, vadiyi, biraz dikkatli bakarsanız denizi de seyreden pencereden girer, olanca serinliğini odada bırakıp diğer pencereden çıkardı. o serinlikte, yakari elinde sigara, karşı yamacı seyreder, ben de gözlerimi ahşap tavandan hiç ayırmadan biteviye anlatırdım.

en çok da bakü hayalleri kurardık. denizler kadar büyük bir gölün kıyısında, gri, taş binalar şehri.

*

bir gün hasan dedenin hasta olduğunu öğrendim adını taşıyan torunundan. çok uzaktaydım ama hem yaza hem ona yetiştim. elini öptüm. tek bir isyan sözcüğü çıkmadı ağzından. nasıl yaşadıysa öyle.

sonra murat amca aşağıya, dağları sırtlayıp denize götüren yolun kenarına kocaman bir ev yaptırdı. herkes mutlu oldu ama ne zaman uyansam dış kapının eşiğine oturmuş, bir işle meşgul bulduğum hasan dedenin hayali eski evde kaldı. çok geçmedi babanne de hayal oldu. kocaman ekmeklerden kestiği dilimler, guymaklar, ballar...

ben de yavaş yavaş uzaklara, saat farkına alışmaya başladım. yakari bakülü bir kızla evlendi. dünya tatlısı iki oğula baba oldu. artık sigara değil puro içiyor.

ama değişmeyen bir şeyler de kaldı. mesela, yaz takvimlerden bağımsız olarak o yaz yakari'yi son defa gördüğümde bitiyor hâlâ...

*

bu defa da bir sırt çantası ve bir sürü yorgunlukla vardım oraya. kalbim kırık bile sayılabilir.

yine dostlukla kuşattılar beni. ne de olsa, ben de evin bir çocuğuyum. ya da çocuklardan bir çocuk.

bir bahane icat edip yine evden kaçtık yakariyle. yemekten sonra çaydan önceydi. yine yola eşlik eden ırmağın üstündeki eski zaman köprüsüne. yine ırmağın karanlık sularını seyrederek, birbirimizi olduğu kadar ırmağı da dinleyerek.

son günlerin en huzurlu uykusunu uyudum. amaç biraz da buydu. sabah uyandığımda bir de baktım, kocaman bir odadayım. neredeyse basketbol sahası kadar. odaya ışık dolduran pencerenin diğer yanında, duvar dibinde bir yatak daha olduğunu fark ettim. normalde, "simetri yaratıcılığı öldürür," derdim ama, "kız kaçırırsam buraya gelirim," dedim.

bu fikre hem gülümsedim hem de kendimle konuşmaya devam ettim.

"bunu ze.'ye söyleyeyim ben. uzun zamandır kavga etmemiştik, bahane olur."

9 Ağustos 2021 Pazartesi

çocuk ve deniz

uzak, çok uzak bir ağustos. saat altı gibi. akşama doğru. deniz dalgalı. başka bir deyişle, ufka doğru yüzmek için değil, oyunlar ve oyunbaz çocuklar için.

çocuk da öyle yapıyor zaten. dalgaların içine dalıyor, üstünden atlıyor, önünde küçücük gövdesiyle duvar oluyor falan. denizi çok sevdiği, mutluluğu her hâlinden belli.

bir de adam var bakışlarını çocuktan ayırmayan. su dizlerini aşmış, biraz uzakta ama her ihtimale karşı, aradaki mesafe artmasın diye dikkatli. yüzünde mutlu bir tebessüm var, üzerinde hüzün bulaşığı.

"allahım," diyor içinden. "bu anı benden alma. sonsuza kadar hatırlamamı sağla."

evde, vakit geceyi bulup da evdekiler uykuya varınca günlük olmayan ama bazan günlük gibi davrandığı defterini önüne çekecek ve oraya günün tarihine eşlik eden iki cümle yazacak.

"o an dünyada sadece ikimiz kalmış gibi hissettim. başka ne varsa yok olmuş, belki de hiç yokmuş."

3 Ağustos 2021 Salı

paralel evrenler: on beş

"verdiği sözü tutmuyor hayat; tutsa bile, özlediğimiz şeyin, özlenilmeye değer olmaktan, ne kadar uzakta bulunduğunu göstermek için yapıyor bunu… bir eliyle verdiğini, öteki eliyle alıyor," der schopenhauer.

ve ingilizlerin haşarı çocuğu martin amis de londra'da bir park namlı romanında aynı fikirde olduğunu beyan eder: "bu arada zaman, her zaman olduğu üzere herkesi bok gibi gösterip hissettirmeye devam ediyor. bunu anladınız mı? bu arada zaman, her zaman olduğu üzere herkesi bok gibi gösterip hissettirmeye devam ediyor."

1 Ağustos 2021 Pazar

dakika ve skor

"Yerler cilalanmış, aynalara ise fırçayla üstübeç sürülmüştü. Yargıç Arcadio koltuğa otururken berber de bir bezle aynaları siliyordu.
"Dünyada pazartesi diye bir şey olmamalıydı," dedi yargıç.
Berber onun saçını kesmeye başladı.
"Bütün kabahat pazar gününde, dedi. "Pazarlar olmasaydı pazartesiler de olmazdı.""*

*: gabriel garcía márquez, kötü saatte