29 Nisan 2018 Pazar

aşk masalı

"alman şiirinin zeus'u" goethe, o dönem pek moda olacak "genç werther" giysilerini giyerek kelimelere döktüğü "acıları"nda, "wilhelm'ciği(n)"e yazdığı "yirmi altı temmuz" tarihli mektupla aşkın gelmiş geçmiş en güzel tariflerinden birini yapıyor...

"büyükannemin bir masalı vardır: yanından geçen gemilerin demirlerini, çivilerini kendine doğru çeken mıknatıslı bir dağın masalıdır bu. içindeki zavallılar da, arta kalan tahta parçalarına tutunarak kıyıya vururlarmış."

tıpkı şairin, "onu görmek ona aşık olmaktır" dediği gibi...

25 Nisan 2018 Çarşamba

atışma - on

felsefecilerimin ikisi. hatta en sevdiğim ikisi: heidegger ve cioran...

onları neden sevdiğimi ispat edercesine sazın tellerine dokunuyor. üstelik ikisine de hak veriyorum...

*

"vazgeçme, bizden herhangi bir şey eksiltmez ama bize bir şey verir, sadeliğin tüketilmez gücünü."

"aşka, hırsa, topluma sırt çevirenlerden kendinizi sakınınız. vazgeçmiş olmanın intikamını alacaklardır."

23 Nisan 2018 Pazartesi

redif değil ısrar güzellemesi

"bu yüzden kendisini tekrarın sıkıcılığından, acemiliğinden kurtarabildiği anda redif kafiyeden daha fazla maharet isteyici, daha göz kamaştırıcıdır. çünkü kafiye, fildişi kulesine çekilmiş dokunulmazın güzelliğinde nazeninken, redif yüreklidir. çünkü redif bir tekrir, bir ezber, bir şerh hâlidir. doğasında icbarı, ibramı, inadı içerir. bu hâliyle sebattır. bu yüzden manidardır. ayak diretir çünkü, teklif değildir kafiye gibi, ısrardır. bu yüzden etkisi mağrur, vuruşu sert ve geri dönüşü düşünülmezdir."

bu paragrafla bitirir nazan bekiroğlu, redif: teklif değil ısrar* başlıklı nefis denemesini. ilk defa yıllar önce okumuştum. her nazan bekiroğlu metni gibi beni ilk okumada çarpmış, zamanla içimde çoğaldıkça çoğalmıştı.

akademik yanının var ettiği, şefkatinin her kelimesine sirayet ettiği bir yazıydı. yine bir çok şey öğrenmiş, kalbi olanın kelimeye, söz sanatına bile şefkat duyabileceğini görmüştüm.

kolayca tahmin edileceği üzere defalarca okudum. geçtiğimiz günlerde yeniden aklıma düştü, bir defa daha okudum. metin aynıydı ama ben sanki başka bir şey okumuştum. aydınlanma yaşadım, derdim ama, bu ifadenin yerli yersiz kullanılmasına karşıyım.

yazı "redif'i falan övmüyordu. sadece 'redif'i bahane ediyordu. "redif" bahanesiyle 'ısrar'ı yüceltiyor, 'ısrar'ın gücünü görmezden geldiğimizi, 'ısrar'ın imajındaki kirliliğin aslında kelime düzeyinde olduğunu, 'ısrar'ı içten içe sevdiğimizi söylüyordu.


*: türk edebiyatı - mayıs 2009, nr:427

20 Nisan 2018 Cuma

saat kuleleri ve deniz fenerleri

deniz fenerleri her zaman konuk olduğu yazıların ya da kartpostalların romantizmini sunmaz insanlara. daha çok şehirlerin ışıltılı günlerinin hatırasıyla avunan tozlu meydanlarında yükselen, unutulmuş, bakımsız, muhtemelen dört yöne bakan saatlerinin dördü de farklı zamanı işaret eden, ayarsız saat kulelerini hatırlatır.

saat kuleleri ile deniz fenerleri sadece şekil ve uzam olarak değil yazgılarıyla da birbirine benzer. birinin şehrin orta yerinde kalabalığın arasında, diğerinin şehrin uzağında ıssızlığın ortasında olması bunu değiştirmez.

neredeyse aynı zamanda, on dokuzuncu yüz yıl sonlarında yayılmışlardır anadolu denen coğrafyaya. biri zamanın gelip geçiciliğini söylerken ahaliye, diğeri tehlikeleri işaret ederdi gelip geçen gemilere.

zamanla varlıkları unutulur. masadaki, duvardaki, cepteki, koldaki, hatta cep telefonundaki saatler vardır çünkü. uydu bağlantılı elektronik sistemler imkan vermez rotadan sapmaya. gemiler ise modern, daha dayanıklıdır fırtınaya, kasırgaya, yağmura, kara. tıpkı uçaklar gibi otomatiğe alınabilir, belli bir rotada tanımlanmış manevraları sırasıyla yapabilir, en kalabalık limanlara yanaşabilirler.

ama hem deniz fenerleri hem saat kuleleri yine de bekler. bekleyiş kadar gidemeyiştir de hikâyeleri.

modernize olurlar ilk önce, çok geçmeden de computerize... fenerci aileler şehre taşınır, bekçiler kaybolur.

turistik mekanlara, hediyelik eşyalara dönüşürler. çok yıllığına şahıslara kiralanır bazıları. balıkçı lokantası ya da butik otel olmaktır kaderleri.

bloggerlar kalır geriye. bir de kartpostallar...

16 Nisan 2018 Pazartesi

üçleme: bahtıkara filmler*

her şey gibi yazdıklarımızın da bir kaderi var.

neredeyse altı yıl önce, iki bin on iki kasımında yazdığım ve "taslaklar"da kaderini bekleyen, "her şey gibi filmlerin de bir kaderi var" cümlesiyle başladığım bir yazıyı açıklamaya daha iyi bir başlangıç düşünemiyorum: her şey gibi yazdıklarımızın da bir kaderi var...

terry gilliam'ın, "terry gilliam'ın gerçekleşmeyen hayali"ni gerçekleştirdiğini duyunca bu yazıyı hatırladım.

ve "şimdi değilse ne zaman" dedim.

*

her şey gibi filmlerin de bir kaderi var. anlatılacak bir hikayesi...

kimi hasılat rekoru kırar, kimi seyirciyi de eleştirmenleri de kamplara ayırır. nadirattan sayılsa da hem izleyicinin hem eleştirmenlerin beğendiği filmler çıkar bazan. yıllarca gösterimde kalanlar, daha hafta dolmadan gösterimden kalkanlar... salon bulamayanlar.

bazı filmler, yazgısı son yıllarda değişen sevmek zamanı'nın ilk zamanları gibi bir türlü seyirciyle buluşamaz. terry gilliam'ın gerçekleşmeyen hayali don kişot ise tamamlanamaz bile.

cama çarpıp kanlar içinde yere düşen kırlangıçlar gibi sansür duvarına çarpan ve emeği geçen herkesi unutuluşun zindanına atan sakıncalı filmler de çoktur. hatta lanetli...

mesela, uzun yıllar "cumhuriyet'in tek yönetmeni" sıfatıyla filmler yapan muhsin ertuğrul'un bir sigara yüzünden(1928) ve evli mi bekar mı(1950) adlı filmleri hiçbir yerde geçmez.

bu defa üçleme diyerek, türk sinemasının çok bilinmeyen, belki de lanetli(!) bahtıkara filmlerine bakalım.

*

bir... tabancamın sapını gülle donattım. altmışlı yıllar halit refiğ, tarık dursun k. gibi sinema eleştirmenlerinin yönetmenliğe ilgi duydukları bir dönemdir. asıl mesleği avukatlık olan sinema eleştirmeni rekin teksoy da onlardan biridir. avukatlıktan arta kalan zamanlarda türk usulü bir james bond için kolları sıvar. başrollerde ünlü piyanist ilham gencer ve rekin teksoy'un o dönemdeki eşi sevil candan vardır. ama film yarıda kalır ve bir rivayete göre çekilen görüntüler çeşitli yeşilçam filmlerinde kullanılır.

iki... küçük dünya(1961). asıl mesleği kameramanlık olan vedat akdikmen'in yönettiği ve başrollerini tijen par ve ayfer feray'ın paylaştığı filmin çekimleri biter ama bir yangın sonucu tümüyle yanıp kül olur.

üç... kayıp kız ayla(1962). hüseyin kaşif'in yönettiği bu film konusunu gerçek bir olaydan almıştır. altı yaşındaki ayla özakar bahçelievler'deki evlerinden çıkıp bisküvi almak için bakkala gider ve bir daha gören olmaz. tüm aramalara rağmen bulunamayan, bir cinayete kurban gidip gitmediği bilinemeyen talihsiz kızın öyküsü bir filme konu olunca ortalık karışır. acılı baba yönetmen ve yapımcıyı mahkemeye verince filmin gösterimi yasaklanır.

sıralama dışı: soluk gecenin aşk hikayeleri(1966). alp zeki heper'in yönettiği bu film, şüphesiz bahtıkara filmlerin en lanetlisidir. ancak özel gösterimlerde seyircisini bulan bir film olabilmiştir. paris'teki sinema eğitimini bitirip ülkesine dönen Heper, profesyonel olmayan oyuncularla ve dönemin sinema dilinden oldukça bağımsız, cesur ve yenilikçi sinema anlayışıyla soyut bir aşk filmi çeker. şiirsel bir atmosfere sahip olan yapım luis buñuel sinemasından izler taşıdığı kadar, freudyen cinsel saplantılarla örülü son derece stilize bir anlatıma da sahip bir yapım olarak o dönem sinema çevrelerinin ilgisini çeker. fakat böylesi bir film dönemine göre fazla 'ağır' gelir. danıştay kararıyla filmleri halkla buluşturmadan önce inceleyen bir komisyon kurulur ve komisyon tarihindeki ilk yasaklama kararını bu filme uygun görür.


notgibi: bu yazı agâh özgüç'e çok şey borçludur. agâh özgüç ki, nasıl "tarihçilerin kutbu" halil inalcık ise "türk sinemasının kutbu" da odur. ondan çok şey okudum. bu filmlerin çoğunu da onun sayesinde biliyorum.

11 Nisan 2018 Çarşamba

call me by your name (2017)

baştan söyleyeyim, bu bir film eleştirisi değildir. bambaşka bir şeyin, her fırsatta özgürlükçü olduğunu iddia eden insan tipinin eleştirisidir.

*

luca guadagnino'nun yönettiği, en iyi uyarlama senaryo oscarı da kazanan bu filmi geçtiğimiz günlerde izledim.

filmi izlemeden önce, hakkında olumlu olumsuz bir sürü şey işittiğim filme karşı tek bir ön yargım vardı: keşke seksenlerde geçmeseymiş... büyüme öykülerine duyduğum zaaf bile seksenler deyince gözlerimin önüne yüksek bel pantolonlar, vatkalı omuzlar, permalı saçlar gelmesine engel olamıyor çünkü.

filme tek bir an dahi ahlaki yaklaşmadım. kaldı ki geçmişte lolita ve venedik'te ölüm gibi edebi şaheserleri keyifle okumuş, bunların sinema uyarlamalarını da keyifle seyretmiştim. çünkü aslolan sanatın verdiği keyif benim için.

filmi beğendim, diyebilirim. belki italyalı eşcinsel bir sinema eleştirmeni olsaydım, "filmin tek kusuru eşcinsel aşkı zengin sınıfın yaz eğlencesi olarak göstermesi olmuş," derdim. ama üçü de değilim. dediğim gibi, filmi beğendim. özellikle, filmin sonunda babanın oğlunu karşına alıp konuştuğu bir sahne var ki, herkesin benim gibi düşündüğüne, öyle bir ebeveyn olmak istediğine eminim.

film bitti. ben hâlâ o sahnenin etkisiyle akıp giden jeneriğe bakıyordum. filmi birlikte izlediğim arkadaş, "bu çocuk kaç yaşındaydı?" diye sordu. cevabı beklemeden devam etti: o çocuk erkek değil kız, bu film de bir erkekle bir kızın aşkı olsaydı, sübyancılık var diye ortalığı yıkarlardı.

hayır, filmin proje olduğunu ya da eşcinselliği normalleştirmeye çalıştığını iddia etmeyeceğim. çünkü öyle düşünmüyorum. sadece bahsettiğim insan tipinin bayağılığını söyleyeceğim. aynı film on yedi yaşındaki bir kızın hem yaz tatili hem babasına asistanlık yapmak için evlerine misafir gelmiş yirmi beş yaşındaki bir erkeğe aşık oluşunun, yaşadıkları cinselliğin ve bitmeye yazgılı bir yaz aşkının hikâyesini anlatıyor olsaydı ortalığı yıkacak tiplerden bahsediyorum. kolayca tahmin edeceğiniz üzere öylelerinden nefret ediyorum.

bir de şunu düşünelim: on üçüncü yüzyılda bir medrese. herkesten ve her şeyden uzak, allaha yakın iki medrese öğrencisi göz göze geldiklerinde aşkı görsünler. ve bu bir film olsun. aynı tiplerin neler diyebileceğini tahmin edebiliyor musunuz?

bu durumdan sadece nefret etmiyorum aynı zamanda midemi de bulandırıyor.

7 Nisan 2018 Cumartesi

tehlikeli şiirler - otuz üç

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
ibrahim tenekeci'den düş ve dua mesela...

"yağmura, nisana ve yaşıma aldanıp
uçurumları kıyı sanarak
ve dağlar erişilmeyince acı verir
sözünü unutarak
kaf dağına gitmek istedim

ırmak inadıyla yürüdüm uzaklara
bir derviş olup yürüdüm uzaklara

yanıldı denektaşım geriye döndüm
Kutsal Sözler Panayırı'na sığınıp
ipeksi bir sessizliğe büründüm:

bir hayat, mahçup ve duru
Tanrım, gülleri
ve sessiz harfleri koru."

5 Nisan 2018 Perşembe

satranç saatleri ve iletişim

bin sekiz yüzlü yıllarda bir satranç turnuvası. paul morphy ve louis paulsen cenkleşiyor. birçok kişiye göre tüm zamanların en iyi oyuncusu olan paul morphy biraz gergin ama. çünkü rakibi louis paulsen yapacağı hamle için dokuz saattir düşünmektedir. kibar bir adam olan ve en hızlı oyunculardan biri sayılan morphy sonunda dayanamaz ve "bağışlayın ama neden hamlenizi yapmıyorsunuz?" diye sorma ihtiyacı hisseder. bu soru karşısında paulsen şaşkınlığını saklayamaz. "ben," der. "hamle sırası sizde zannediyordum."

yaşanan bu ve benzeri olaylar, oyunlarda zaman kısıtlaması olması gerektiği fikrini doğurmuş ve bin sekiz yüz altmış bir yılında londra'da oynanan adolf anderssen ile ignac kolisch arasındaki karşılaşmada ilk defa zamanı ölçmek için kum saatleri kullanılmıştır. bu aynı zamanda satranç dünyasının zaman kısıtlamalı oyun kavramı ile tanışmasıdır.*

*

orhan pamuk gibi dersem: "akıllı okur"lar derdimin 'kırk ambar'a bir bilgi daha katmak olmadığını elbette anladılar. çünkü vnf. burada, 'iletişim çağı'nda 'iletişimsizlik'ten bahsediyor.

biliyorum bu konuyu daha önce işlemiştik. tam da burada...

3 Nisan 2018 Salı

kül ve ateş

küllerin altında, derinlerde ufak, karıncalanıp duran bir alev parlamakta, külleri aşıp odun yığınını kuşatabilmesi için kendisini körükleyecek rüzgârı beklemekteydi.

1 Nisan 2018 Pazar

cevap

saygıdeğer hanımefendi,

kurulumuz dilekçenize ekli şarkıyı dinlemiş ve beğenmemiştir. "ara sıra uğra kalbime/ oyunun içinde tut beni" talebiniz ise peşi sıra gelen "istemem söz sevmeni" razılığına rağmen oy birliği ile reddedilmiştir.

bu nihai karar olup, bu konudaki olası ısrarınız hem sizi hem kurulumuzu hem de bizzat olayın kendisini incitecektir.

saygılarımızla...