31 Aralık 2020 Perşembe

otuz bir aralık öğleden sonra

mümkün olsa daha yılın başında ajandama işaretler, dilekleri gerçekleşmeyecek kadar büyüdüğüme inanmasam bir kağıda yazar dilek kutusuna atardım. çünkü, seviyorum

bugün... takvimin* son gününde, üstelik öğleden sonra, üstelik tam da postaneden çıkmış ve üstüme başıma çekidüzen verirken...

sabah belirtiler vardı aslında. telefon ekranlarında beyaz noktalar uçuşuyordu. ama hava durumu tahminlerinin kaderini bilirsiniz; diğerleri gibi yanlış çıkmaya yazgılı.

n'olduysa ben postanedeyken olmuş. dışarı çıktığımda lapa lapa kar yağıyordu. kendime dışarıdan baksam şapkasını ve atkısını düzelten, eldivenlerini giyip paltosunun yakasını kaldırdıktan sonra merdivenlerden inen bir adam görürdüm. (oysa, bere veya şapka kullanmam ben. eldiven ise belki sıfırın altında havalarda koşarken. atkı, "sana bir boyun atkısı gerek" diyecek bir sevgili işi olabilirdi ama onu da üç yaz önce babamın atkısı ile hallettim.) "film gibi" yani.

yakari'yi aradım. çünkü, kar yağıyorsa "gece vakti"dir, "dostu uyandırmak" gerekir. açmadı. kar altında bir başıma yürüdüm ben de.

eve geldim. kendime bir kahve yaptım.

"sancılı bir rotanın seyir defteri"ne not olsun diye bunları yazdım.


*: doğrudur, takvim... çünkü, yıl/sene başka bir şey...

bir ateşe attın*

"bizde beste değil söz önemli," diyen adsız türk bestecisini haklı çıkaracak müzikler dinledim bu yıl. çoğunlukla gözlerimi kapatıp dinlediğim ve sözlerini anladığım şarkılardı.

öyle anlarda ahmet dayımı taklit ettiğimi, ajda pekkan posterleriyle süslenmiş bir odada tek kişilik yatağıma sırt üstü uzanıp, ellerim başımın altında sigara dumanları arasından tavanı seyrediyormuş gibi yaptığımı itiraf ederim.

"arabesk bir yanım olduğunu hiçbir zaman inkar etmedim", osman konuk'tan çalarak "yardım et de şu şarkıyı dinleyelim" ya da aynı dizeyi birazcık bozarak "yardım et de dizilerde çalınıp ünlü olmadan önce şu şarkıyı dinleyelim" başlığı altında toplanabilecek şarkılardı çoğu.

bu şarkı ise hepsinin kesiştiği yerde duruyordu. belki de bu yüzden en çok onu dinledim. bazan geç keşfettiğim için kendime kızdım, bazan "belki de bu tarz müzikler dinleme yaşım yeni geldi," dedim, bazan "kim bilir başka neler kaçırdım?" diyerek hayıflandım ama en çok bu şarkıyı dinledim.

çünkü tam yerine ve zamanına denk gelmişti. başka söze de gerek yoktu.


29 Aralık 2020 Salı

bir masada iki kişi: güven

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- ne zaman güvenmekten vazgeçtin? ya da güvenini kaybettin?

- olan bu değildi.

- neydi?

- güvenmeye ihtiyaç yoktu. sorgulamadım o yüzden. tıpkı yanında uyumayacağın birinin horlayıp horlamadığının ya da uyurken üzerini açıp açmadığının önemi olmayışı gibi.

- nasıl aynı servisle işe gidip geliyoruz diye birinin siyasi görüşünü merak etmiyorsak ya da asla futbol konuşmayacağını bildiğin birinin hangi takımı tuttuğu önemli değilse.

- tam da öyle.

- ya sonra?

- eskilerin eşik dediği, zamanı ruhuna uygun yaşayanların ise level atlamak diye tarif ettiği o an geldi.

*

güvenilmezdi. cezası hapis olsa, yıllarca içerde tutacak kadar delil de vardı üstelik.

25 Aralık 2020 Cuma

kül: roman değil günlük

hayata dair bir çok şey gibi onat kutlar adını da nazan bekiroğlu öykülerinden öğrenmiştim. nefis bir alıntıyla metne konuk olarak, "kim merak eder, niçin lâle sularıyla her gün yıkandığını isfahan sokaklarının?" diyordu. alıntı doğu-I adlı öyküsünden, kitap ise, bana, "iyi ki anadilim türkçe," dedirten kitaplardan bahar isyancıdır.

adının peşine düşünce sinema ilgisini öğrendim. merakım daha da çoğaldı. çünkü, hayatın sinema-masal-rüya sacayağı üzerine kurulabileceğine inanacak kadar çocuktum. geçenlerde de dediğim gibi, "çocukluk işte!"

sonra ölümünü ve nasıl bir unutuluşa terk edildiğini fark ettim. mahalle arkadaşları, katillerine katil dememek için onun hakkında konuşmamayı tercih ediyordu. konuşurlarsa öldüğünü, nasıl öldüğünü söylemek zorunda kalacaklardı çünkü. şefkatimden başka verecek bir şeyim yoktu, ben de onu verdim. okuru olabilirdim, öyle oldum. ben bahar isyancıdırcıyım ama ishak'ı okumayan kimse kalmamalı.

kül adını uygun gördüğü yarım kalmış bir romanı var, deniliyordu. kırmızı kedi yayınevi'nin, kül'ü ise onat kutlar'ın bin dokuz yüz altmış iki yılında, şubat ve temmuz ayları arasında avrupa'da (paris, valencia, barcelona, frankfurt ve cenova) geçirdiği günler sırasında tuttuğu notlardan oluşuyor. yarım kalmış, belki de hiç başlanmamış bir romana dair notlar da ihtiva ettiği için, "kül" üst başlığına itirazım yok ama altı aylık bir sürenin dökümüne "günlükler"den daha uygun bir isim bulunabilirdi. gezi notları mesela. ya da avrupa'da bir cevelan. ahmed midhat efendi'nin kulakları çınlasın.

bu sırada onat kutlar yirmi altı yaşında. ve tuttuğu notlar daha o yaşta takdir edilesi bir entelektüel donanıma sahip olduğunu haber veriyor. sadece mimari, sanat ve edebiyata dair görüşleri değil not aldığı alıntılar da dikkate değer. alıntıların çoğu fransızca olduğu için kitabın sonunda türkçe çevirilerine de yer verilmiş. dönemin imla kuralları doğrultusunda kaleme aldığı ve bugün hata(!) olarak görülebilecek kullanımlar da günümüz imlasına uyarlanmış.

sona doğru, "türkiye'de nelerle karşılaşacağımı hiç bilmiyorum. ama doluyum, güçlüyüm, kararlıyım. bu kez kendimden başka dayanağım olmadığını bilerek gidiyorum," diyor. -ki ben başkalarının yalancısıyım.- batı'da kazandığı bir alışkanlık olarak, artık sözünü sonuna dek söyleyebildiğini kaydediyor defterine ve sözünü de tutuyor.

bu kitap yarım kalmış bir romanın hikâyesi ve hiç şüphesiz onat kutlar'ın dünyasına açılan bir kapı.

ama asıl hikâye başka yerde saklı...bu defa metin celâl'in yalancısıyım.

bin dokuz yüz seksen sekiz yılının son ayları. attilâ ilhan yönetimindeki cönk dergisinde birlikte çalıştığı grafiker arkadaşı aziz yavuzdoğan ona bir defter getirir. kadıköy'de her pazar günü kurulan bitpazarında bulmuştur. eski, solmuş bir defter. okul defteri gibi ama sayfalarını çevirince okur-yazar birinin olduğu anlaşılıyor. birkaç sayfa alıntıdan sonra "yirmi sekiz şubat paris" başlıklı bir sayfaya gelince bu defterin günlük olduğunu anlıyorlar. pırıl pırıl bir türkçesi var defter sahibinin. yabancı terimleri ve adları da orijinal yazılışlarıyla kullanıyor. el yazısı okunaklı ve şık. birkaç sayfa sonra karşılarına "11 Nisan 1962" tarihi çıkıyor ama hâlâ yazarın kimliğine dair işaret yok.

günlükte anılan kişiler de önadlarıyla belirtilmiş. bu isimlerden yola çıkarak iz sürmek de mümkün değil. günlük yazarı her kimse edebiyatla da sinemayla da yakından ilgili. bergman'ı ustam diye anıyor. edebiyat eserlerinden alıntılar yapıyor, mimariden, sanattan söz ediyor. güçlü bir entelektüel bakışa sahip ve büyük olasılıkla kendi yazdığı, "kül" adlı bir roman hakkında fikir belirtiyor.

okudukça, günlük yazarının fransa, ispanya ve italya'yı kapsayan bir avrupa gezisi yaptığını ve paris'te bir süre kaldığını anlıyorlar. son sayfalarda ise bir isim listesi, bir öykü ya da romana ait planlar var. bunlar yazarın başta da sözünü ettiği "kül" adlı roman çalışmasıyla ilgili olmalı. türk edebiyatında bu isimde bir roman yok ama ilhan berk'in "kül" adlı bir şiir kitabı var. metin celâl kendisiyle mektuplaştığı için en azından defterin ilhan berk'e ait olmadığından emin.

"türk sinemasında senaryo sorunu" adlı bir yazının girişi var. bir paragraf yazılmış, ondan da bir sonuç çıkmıyor. sonra bir romanın önsözü var. ilerleyen sayfalarda el yazısı çalışmaları görülüyor, yeni alınmış bir dolmakalem denemiş olabilir, diye düşünüyor metin celâl. bu yazı alıştırmalarında hüseyin hacıbaşoğlu ve onat kutlar adlarına rastlıyorlar.

dergi toplantısında defteri inceleyen attilâ ilhan da onat kutlar'ın olabileceğini, içerik olarak da edebiyat ve sanatla ilgili olduğu için dergide kullanabileceklerini söylüyor ve özel konulara girmeden haberleştirmeye karar veriyorlar.

metin celâl onat kutlar'ın günlüğünün bitpazarında bulunmuş olmasından rencide olabileceğini de göz önüne alarak "bitpazarında bulduğumuz günlük acaba kimin?" başlığını atar ve yazıyı “sonuç olarak defterin sahibini tespit edici ve geçerli bir ipucu bulamamıştık. yine de kimin olursa olsun içten, güzel bir günlük. dergiler için ısmarlama yazılanlardan çok farklı. sayfalarımızda birkaç bölümünü yayımlamayı uygun bulduk. bakarsınız bu yazıyı okuyunca çıkar gelir de günlük gerçek sahibini bulur” diye bitirir.

ayrıca, "bir günlük sahibini arıyor" başlığıyla, orijinalleriyle beraber günlükten birkaç sayfa cönk'ün bir ocak bin dokuz yüz seksen dokuz tarihli sayısında yayımlanır. dergi çıktıktan birkaç gün sonra da onat kutlar arar ve günlüğün kendisine ait olduğunu, gelip almak istediğini söyler. aynı gün de gelir. yüzü kapkara, canının sıkkın olduğu bellidir. çay, kahve ikramlarını kabul etmez. defteri alıp başka bir şey demeden hemen gider.

merkez üs: https://www.hurriyet.com.tr/kitap-sanat/onat-kutlarin-kayip-gunlugunun-ilginc-hikayesi-41691964

22 Aralık 2020 Salı

teknolojik gelişmeler

evet, ben de cep telefonuna uzun bir süre karşı durduktan sonra onun köpeği olanlardanım. ama internetin mobil olanını kullanmıyorum hâlâ. en azından sokakta, kırda, bayırda, tarlada bazı şeylerden uzak kalalım diye.

çünkü, büyük fotoğrafa bakınca, "teknoloji bizden aldıklarını geri versin biz de ondan aldıklarımızı," diyen türkçenin en büyük şairine katılmamak mümkün değil.

akıllı telefonla ilk tanışmam da 'çok iyi' fotoğraf çeken bir telefon arzusu yüzünden olmuştu. peşi sıra whatsapple tanıştım. telefonumdaki en sevdiğim iki uygulamadan biri ama en çok kullandığım olduğu kesin.

sadece mesajlaşmak, görüntülü ya da görüntüsüz görüşme yapmak için değil başka zamanlar da harcarım onunla. mesela, hikâyelerin çoğuna bakarım. silmemişsem, eski muhabbetleri okurum bazan. bazan değişen profil fotoğraflarına bakarım.

profil fotoğrafı kullanmayan arkadaşlarıma gıcık oluyorum bu arada. son görülmesi kapalı bir kızla gerçekten olmaz. elimde değil, bunda güven duygusunu zedeleyen bir yan var benim için. bir insan neden son görülmesini saklamak ister ki?

geçenlerde biri profil fotoğrafını mesaj panosu yapmıştı. geri zekalı!.. dikkat etmedim ama kesin "dahi anlamındaki -de ve -da'lar"ı bitişik yazmıştır. yok neymiş, telefonu ona ihanet etmiş de evi terkederken bütün numaraları beraberinde götürmüş falan... uyduruyor olabilirim ama ana fikir buydu. çeteyi toplamak için mahalle ve okuldan arkadaşlarının kendisine mesaj atmalarını istiyordu 'bu mesajı görenler'den.

o mesajı tam atacaktım ama bir şey beni tuttu. tutan şeyi anlatmak isterdim ama konu dağılmasın şimdi. sonra, "çok istiyorsa o beni bulsun," dedim. ne de olsa isteyen bir yolunu bulur.

isteyen o filmi seyreder. şarkıyı dinler.

18 Aralık 2020 Cuma

bir dakika daha

"seninle" değil, hızlandıkça azalıyorum'la. mathea'yla. epsilon'la...

çünkü, son "dakika ve skor" bu haliyle gerçek manasından çok uzak ve aldatıcı. çünkü, insanın trajedisini göstermek, en yakınımızdakilerle bile aramızda kilometreler olduğunu söylemek, "bu hep böyle değil midir?" diye sormak istedim.

bir de içimizdeki mathea'ların yüzüne ayna tutmak.

*

epsilon yaşlanmış, o bunu istemese de emekli edilmiştir. mathea ise hem daha çok zaman geçirebilecekleri hem de büyük yalnızlığından kurtulacağı için sevinçlidir. ama epsilon (niels) çok geçmeden ölür.

"Cenaze töreninden sonra bir adam yanıma geldi, Niels'in bir meslektaşı olduğunu söyledi, bir kese kağıdı uzattı, "Bu dolabında duruyordu," dedi. "Eşyalarını toplarken bunu niye yanına almadı bilmiyorum." Kese kağıdında benim yazdığım mektuplar vardı. Çoğu hiç açılmamıştı."


15 Aralık 2020 Salı

dakika ve skor

"Eve geldiğimde mutfak masasına oturup Epsilon'a mektup yazardım. Güzel bir kafiyeyle bitirmeye dikkat ederdim hep. Kafam durursa bir şey bulana kadar ileri geri yürürdüm. Çok yorucuydu, ama arkasından kendimi daha iyi hissederdim hep.

(...)

Yazdıklarımı zarflara koyup Epsilon'un çantasına bırakıyordum, böylece ertesi gün işte öğle yemeğini yerken okuyabiliyordu. Bunlardan hiç konuşmazdık. Epsilon ağlamaya başlıyordu yoksa. Gözlerinden onları okuduğunu görmek yetiyordu bana. Kimi zamanlar, son kafiyelerde kendimi aştığımda hayranlığını bir de."*


*: kjersti skomsvold, hızlandıkça azalıyorum

13 Aralık 2020 Pazar

çocukluk

bundan yıllar yıllar önce, gece yarısından sonra kale yıkıntılarında ışıklar gördüğünü iddia eden bir kadın tanımıştım. ve ona inanmıştım.

çocukluk işte.

bugün yine aynısı olsa yine inanırım.

çocukluk işte.

12 Aralık 2020 Cumartesi

tel cambazı

tel cambazı kollarını açtı, havaya tutundu. sadece bir an, uzun zaman önce kollarını açıp, 'baba ve kutsal ruh'un yazgısına ortak olmak için şehit numarası yapan doğu akdenizli uzak akrabasını hatırlayınca sendeledi. sonra başını yavaşça kaldırıp karşıya baktı. başka bir sorunla karşılaşmadan oraya yürüdü.

6 Aralık 2020 Pazar

son akşam yemeği

o ünlü tablodan bahsedileceğini düşünen sanatsever tayfa ve dinler tarihiyle ilgilenen arkadaşlar buradan devam etsin lütfen. çünkü bu, 'şimdilik' benim son akşam yemeğim.

bu akşam altı kişi geniş bir masanın etrafında toplanıp yemek yedik. o masanın başında akşamı gece ettik. yemekler kusursuz, akşam ve sohbet muhteşemdi. dostluk ise paha biçilemez...

/bir fotoğraf olsa, diyeceklere cevabım hazır: instagram biraz ileride. yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat, diyecekler için de makinede yıkanmayacak bulaşıklara yardım ederken öğrendiğim listeyi sunuyorum: sebzeli çanak köfte, kabaklı buzluk böreği, rose harissa soslu havuç, bulgur pilavı, pazılı nohut, kırmızı pancarlı roka salatası ve yanında mascarpone ile tenerina./

bir ara dalıp gitmişim. masaya geriye döndüğümde gözüme ekmekler ilişti. elbette siyah, elbette çavdar. altı kişiydik, saatlerdir yemek yiyorduk ve bir allahın kulu ekmek yememişti. "ulan," dedim. "nasıl bir ortama düştük biz böyle?"

en azından ortamda vejetaryen yoktu.

4 Aralık 2020 Cuma

dakika ve skor

"Anlamıyorum seni" diyen birine kendimi anlatmak
    üzere uzattığım kitap hâlâ okunmadığı için, 
Bir gecenin sonunda anlatılmamak için yaşanmış
    gönderilmemek üzere yazılmış bir
    mektuba koyarak...
Mantıklı olan her şeyin nedenini aradım
Nedenini aramadığım için artık yalnızca ölümü
    ve aşkı seviyorum
Konuşma haline gelmeyen şeyleri
Susmalı ve sonra ormanın güzelliğinden söz etmeli:
"Kış henüz gelmişti, kar tertemiz ve her yer bembeyazdı"


*: ahmet güntan, ormanların gümbürtüsü- köpüklü bir kan, duman 

1 Aralık 2020 Salı

geriye kalan

bu günlerde sinema bir şenliktir'i okuyorum. onat kutlar'dan anı ve gezi notlarıyla bezeli sinema yazıları. yazıların yaş ortalaması elli yıl olmalı. zaten kitap da ilk olarak görücüye bin dokuz yüz seksen beş yılında çıkmış.

sinemayla arasına mesafe girmiş biri olarak bu kitabı sinema yazıları için okumadığımı itiraf ederim. zoltan fabri, visconti, fritz lang, antonioni vb., hatta bergman geride bıraktığım maceralar çünkü. geride bıraktığım derken onları aştığımı kastetmiyorum elbette. heyecanla ve açlıkla film izlediğim günlerdeki kadar merak etmediğimi, bir festivalin izlenecekler listesine kolay kolay filmlerini yazmayacağımı söylemeye, onlardan bir film izlemeden ölürsem gözüm açık gitmez demeye çalışıyorum.

bu kitabı daha çok araya sızan onat kutlar temasları, apansız bir rüzgârın parçaladığı bulutların arasından kendini gösteren güneş misali ortaya çıkan şiir güzelliğindeki onat kutlar cümleleri için okuyorum. ne zaman onlardan birine rastlasam, okumaya ara veriyor, başımı kitaptan kaldırıp uzaklara bakıyorum. uzaklardan dönüp arasına sağ işaret parmağımı koyduğum kitabın ön kapağına bakıyorum sonra.

orada, siyah- beyaz bir fotoğrafta bu dünyadan geçip gitmiş en güzel onat kutlar'ı görüyor gibi oluyorum. o gülümseme, o bakış. hani bir ara, "sanki fotoğrafı çeken sevdiği adammış gibi güzel. bir kadının ancak sevdiği adamın çektiği fotoğrafta çıkabileceği kadar güzel," demiştim ya bir fotoğraf için, öyle güzel. çünkü eşi filiz kutlar çekmiş. 

sonra bu güzel adamın artık yaşamadığını ve onu yaşamdan koparan olayı hatırlıyorum. katile katil d(iy)emeyen 'mahalle arkadaşları'nın yaşadığını ve köpekleşmenin tarihini yazmaya devam ettiğini. 

28 Kasım 2020 Cumartesi

bir şiir bir dize

turgut uyar'ın bir şiiri vardır: bir gün sabah sabah*...

turgut uyar şiirlerinden çok sait faik öykülerini hatırlatır bana. aşk ve özlem doludur. şair imgeye sırtını dönmüş de aklına, -pardon, kalbine- ilk gelen kelimeleri yazmış gibidir. çok uzakta yazılmış bir mektuptur belki de.

oradaki bir dizeyi çok severim: sana sapancadan bir sepet elma almışım...

bu dizeyi mırıldandım, akşam üzeri, mutfakta. sonra, "ben," dedim. "ben olsam, bir kasa mandalina alırdım, üstünde en az üç demet nergis yüzen. mavi gözlü bir şehrin kadınlar pazarından."

sonra, "lületaşından gerdanlık" değil de, küpe alırdım sana. gölgesi boynuna düşsün diye. ya da gümüş bir kalp taşıyan ipince bir zincir. tenine benden bir şeyler dokunsun diye.


*: şiir burada: https://www.istanbul.net.tr/istanbul-rehberi/siirler/bir-gun-sabah-sabah/69/1

25 Kasım 2020 Çarşamba

dakika ve skor

"Yolculuk olaysız geçti, elemek üzere oldukları on dakikanın ya da on saatin içinde dikkate değer hiçbir şeyin olup bitmediğini düşünen aceleci romancılar hep böyle söylerler. Kesin konuşmak gerekirse, şöyle söylemek çok daha doğru ve dürüstçe olurdu, Süreleri de uzunlukları ne olursa olsun tüm yolculuklarda olduğu gibi bin tane olay, sözcük ve düşünce vardı, bini on bin de yapabilirsiniz, ama anlatı uzuyor, bu yüzden kendime kısaltma yapma iznini veriyorum, iki yüz kilometreyi üç cümlede kat ediyorum, arabadaki dört insanın sessizlik içinde, herhangi bir düşünceden ya da hareketten yoksun bir şekilde yolculuk ettiklerini düşünerek, yolculuğun sonunda anlatacakları hiçbir şey olmayacakmış gibi yaparak."*

*: josé saramago, yitik adanın öyküsü

23 Kasım 2020 Pazartesi

ikna

bana kalırsa bütün ikna girişimleri beyhudedir. üzerine, kişiyi olduğundan çok daha zavallı gösterir.

n'olacaksa kendiliğinden olmalı, söz konusu akış önünde ne varsa yakıp yıkmalıdır.

ama bunun nadiren gerçekleştiğine, insan ömrüne ancak bir ya da iki tane sığdığına şüphe yok. belki üç... çoğu insan bu "nadir anlar"dan bir tekine bile denk gelmeden sahneden çekilir. kaçırdığı şansın farkında bile olmayanlar vardır ki, kaybetmeyi, ziyan olup gitmeyi fazlasıyla hak etmiştir.

yine de, bazan iş başa düşer. gözümüz ne "beyhudelik" görür ne "zavallılık". "ikna kelimeleri"ne sığınırız. o zaman da ya tek bir sözle ikna olur muhatabımız ya da ikna olması için bir sürü söz gerekir.

ikinci durumda ikna olmak bir işe yaramaz ama. en azından ederi olmaz.

bir de ne olursa olsun "olmaz"lar vardır. "olmuyorsa olmadığındandır," der, bir daha dönmemek üzere hikâyeden çıkarız.   

20 Kasım 2020 Cuma

tehlikeli şiirler - kırk dokuz

tehlikeli şiirler okuyalım leyla
ahmet güntan'dan mektup* mesela

Gelip bana aşklardan söz ediyorlar
Aşkların seçilen hatıralarından
Mektup beklemenin uzayından bakıyorlar
Kıskanmanın klasik huzurundan

Bir isim bulamadım sana
Sanatkâr bir yaz daha geçti sevgilim
Sıcaklar teorimin baş oyuncuları
Besbelli inanıyorsun bir şeyler kaldığına
Perdeyi daha kapatamadık sevgilim
Bitmemiş biyografilerin tüccar akşamına

Yazlar bitecek bana aşklardan bahsedecekler
Her şey bitmiş gibi bir kışa başlayacaklar
Bizse görmedik birbirimizi daha

Sürece inanarak sevgilim
Gelecek yaza da beraberiz
Tarihte adını arayarak bir bünyenin
Biten bir yazın teorisiyle sevgilim
"Gözlerinden amansız bir hasretle öperim"

*: ilk kan., 160.kilometre

18 Kasım 2020 Çarşamba

günün sorusu: sönmüş yıldızlar

şehrin ışıklarından uzakta, bulutsuz gecenin göğüne parmağını uzatıp, "bu bizim yıldızımız olsun," diyenlerin, sönmüş yani ölü, artık olmayan bir şeyden bahsettiğini biliyorsunuz değil mi?

15 Kasım 2020 Pazar

brezilya bayrağı

rüzgârda çırpınan flama ve bayrakları çok severim. sadece flama ve bayrakları mı? karnına dolan rüzgârla odanın ortasına yürüyen tül perdeyi, eteği pencereden dışarı savrulan perdeleri, vapurda denizi seyre dalmış bir kadının üzerindeki trençkotun eteğinin önünü ardını düşünmeden kendini rüzgâra emanet eden hâlini...

bıraksalar sabahtan akşama kadar seyredebilirim. hem görsel olarak hoşuma gider hem uzamı sabit bir kumaş parçasının şekilden şekile girmesi, dönüşüp durması bir mucize hissi verir bana. matematiksel bir formülle ifade edilemeyen, istatistiksel tahminlerin işe yaramadığı bu durum öngörülemez oluşuyla bambaşka kapılar açar içimde.

ay-yıldızlı bayrağın dalgalanması ise ayrı bir şeydir. bunu vatanseverlikten ayrı bir duygu ile söylüyorum ama. çünkü çok yakışır "kırmızı zemin üzerine ay- yıldız"a rüzgârla arkadaşlık etmek.

brezilya bayrağını da çok severim. dünya kupası'nı izleyen bir çocuğun zihnine kazınan sarılı yeşilli mavili haliyle değil yalnızca. çünkü onu dünyanın en güzel ikinci bayrağı yapan bambaşka bir şeydir.

bin dokuz yüz doksan ikiden bu yana kullanılan bayrağın ortasına konumlandırılmış mavi daire ve üzerindeki yıldızlardır ilk sebep. çünkü bu fikir beni büyüler. zira tesadüfî değildir. brezilya'nın bağımsızlığını ilan ettiği on beş kasım bin sekiz yüz seksen dokuz günü saat sekiz otuz yedide rio de janeiro'nun üzerindeki gökyüzü haritasıdır. 

[bir de, "der himmel uber berlin" var. ama o bambaşka bir hikâyedir.]

ikincisi ise, mavi dairenin üzerindeki kuşakta yazan ve bana "ittihat ve terakki"yi hatırlatan "ordem e progresso" yani "düzen ve ilerleme" ifadesi. comte ve savunucusu olduğu pozitivizm ekolüne işaret eden bir saygı duruşu. gerçi ifadenin orijinalinden* "aşk"ı atmışlar ama olsun. o kadar kusur kadı kızında da bulunur. 

*: "o amor por princípio e a ordem por base; o progresso por fim." ya da "ilkeler aşkla bağlı kal, düzenden şaşma, sonuç ilerleme." gibi bir şey.

11 Kasım 2020 Çarşamba

dakika ve skor

"Bilirsin, insan dert denen şeyin ağırlığı altında ezilip un ufak olunca, dert çoğu kez o insanın şeklini şemâili ne alır da, hiç kimseyi iplemeden, uluorta konuşmaya başlar. Başlangıçta bir hayli yumuşaktır konuşma; içinde ortalama mantığa denk düşen dört başı mamur benzetmelerle buğulu birer elma gibi yuvarlanıp duran anlamlari derin çözümlemelerle parlak sıfatlar, ani bağlantılarla haklı saptamalar, hatta bütün bunların yanı sıra, kıvrak dönüşlerle uzun sıçramalar bile vardır. Duruşları insanın kalp atışlarında yankılanan rengârenk kelimeler de vardır sonra, gerçeğin her yerdeliğine inanmış serinkanlı cümleler, bir ova gibi genişleyiveren sessizlikler, alçakgönüllü paragraflar ve yeryüzündeki konuşmalarının ağırlığından oluşmuşa benzeyen her biri birbirinden lezzetli virgüllerle yerli yerine oturmuş noktalarda vardır.

Gel gör ki, meçhul bir el gelip konuşmanın seyrine müdâhale etmiş gibi, bir süre sonra her şey değişir. Tül perdelerin arkasına gizlenmiş kırık kalpli bir çocuk edasıyla sakin sakin konuşan dert birdenbire şirazeden çıkıp insanı afallatacak derecede çirkinleşir dei sürekli ateş püsküren sipsivri bir dille oraya buraya acımasızca saldırmaya başlar bir bakıma. Saldırınca da, bilirsin, hiç ayrım yapmadan önüne gelen herkesi suçlar. Suçlamaktan da öte, kökleri insanoğlunun ilk ânına dek uzanan korkunç bir intikam duygusuyla kıyasıya tırmalar her şeyi ve herkesi, kıyasıya hırpalar, kıyasıya yaralar ve sonuçta ortalığı orasından burasından kat kat dumanlar tüten, uçsuz bucaksız bir savaş alanına çevirir. Öyle ki, çığlık çığlığa parçalanmış kalpler yüzer artık bu savaş alanını kaplayan kan göllerinin içinde. Kalplerle birlikte ölmüş dostluklar yüzer sonra, dostluklarla birlikte ezilmiş duruşlar, duruşlarla birlikte yok olmuş umutlar yüzer."*


*: hasan ali toptaş, uykuların doğusu

9 Kasım 2020 Pazartesi

hitap- iki

çok değil, dört gün sonra yazsaydı adam mektubu, "kıyılarından çekildiğim şehir," diye başlardı mektuba.

"mutlu olabilirsin."

ve bu kadarı kadına yeterdi. herkese yeterdi.

6 Kasım 2020 Cuma

iki kişi, tek cevap

"hiç anlamıyorum," demiştim ze.'ye. "hayatımı ziyan ettiğimi düşünüyorlar ama bir açmaza girdiklerinde ya da yola niyet ettiklerinde ilk önce benim fikrimi merak ediyorlar." bir an bile tereddüt etmedi. "çünkü senin deliliğin yalnızca kendine. düşünüp taşınıp onlar için en iyi, en doğru cevabı bulacağını biliyorlar."

evet, ze. her zaman akıllıca cevap verir. mutluysa aklı yüzünden, mutsuz ise aklı akıllılara terk edemediği içindir. ama iyi hatırlıyorum. bir ara aklını yarı yolda bırakmış, mantığını bile isteye ihmal etmişti. ve bu, bir kaç hayat kadar uzun bir süre önceydi.

karşımda oturmuş, gel-gitlerle o adamı anlatırken bunları düşünüyordum. bir adam varmış. aslında en başta hiç önemsememiş ama bir gün "olsun ne olacaksa" demiş. sonra da eski adam gitmiş ve yerine bambaşka biri gelmiş. ve bir sürü şey daha.

bir ara sustu. kahve fincanını dudaklarına götürdü. şaşkınlıkla fincanı dolduran boşluğa bakarken, "olay yerinden uzaklaş," dedim. "bir saniye bile durma. değil katil ya da maktül olmak, şahit bile yazmasınlar seni."

kahretsin!.. duymak istediği bu değil. tutunacak bir dal, beni ikna edecek bir delil arıyor. o delil en çok da kendini ikna etmek için. bu iyi. bulamamış olmalı ki sustu. telefona sarıldı. muhtemelen bir kaç mesaj gösterecekti. ama o aşamayı çoktan geçtiğimizi hatırlamış olmalı ki telefonu elinden bıraktı ve susmaya devam etti. garsonla göz göze gelmeye çalışıyor, aynısından bir tane daha isteyecek.

bundan daha iyi bir fırsata bulamazdım. uyandırmak, sonra da diğer yanına dönüp uyumaya devam etmesin diye sert yatağı göstermenin tam vaktiydi. "o akdenizli elamanla neden olmamıştı?" diye sordum.

"çünkü istemiyordum. bir an bile istemedim."

"istemediğin için de bazı şeyleri ondan esirgedin. sinemaya gidelim teklifini bile merak ettiğin bir film söz konusuysa kabul ettin."

"çünkü," dedi ve orada kaldı. oradan öteye geçemedi. sadece, "poff", dedi. ben de, geçmişe dönüp bakarken rahat etsin diye elimi tuttuğum fenerle beraber yukarı kaldırdım.

"sen akdenizli elemana nasıl davrandıysan o da sana öyle davranıyor. çünkü seni istemiyor."

tam da burada fark ettim, onun da beni istemediğini. merak etmediğini, özlemediğini, ne olursa olsun hayatında bana yer açmayacağını. aramazsam aramazdı mesela. nasıl olduğumu sormazdı. bir süredir sadece benim çabamla yakınlardaydı. tutmasam gidecekti yani. yalnızca bir tarafın çabasıyla devam eden bir şey nasıl sağlıklı olsundu? dahası, kolundan tuttuğum için yanımda duracak birini hayatımda istemeyecek kadar kendime saygım, üzerine çok güçlü bir egom vardı.

"ne oldu?" diye sordu, garson kız kahvelerimizi bırakırken. "sustun."

"sadece eski bir hikâyeyi hatırladım. senin gibi ben de cevap aldım."

bir şey demedi. hiç konuşmadan, bir dostluğun emniyetinde sessizce kahvelerimizi içtik.

4 Kasım 2020 Çarşamba

başlangıç

eğer kült diye bir şey varsa, bunun sinemadaki karşılığı benim için the big lebowski'dir. bir yandan bu filmi çok sever bir yandan da bu filmin sadece esprilere, defalarca taganni edilen "fuck"lara ve bowlinge indirgenmesine üzülürüm.

çünkü bu film, kara filme tam bir örnek olan senaryosu, çok iyi çizilmiş karakterleri, oyuncu performansları ve yönetmen(ler)inin çok yerinde kurgu ve görüntü tercihleriyle sinema tarihinin derslik filmlerinden biridir.

aynı şey yere göre sığdıramadığım, herhangi bir üçleme ya da sıralamada "paha biçilemez" etiketiyle liste dışında bıraktığım, hayatımın romanı tatar çölü için de geçerli.

gördüğü kıymetin konusundan, hayata dair çok yerinde saptamlarından ve hatta "tatar çölü hakkında yazmanın sattığını fark eden yazar çizer tayfası"nın yazdıklarından kaynaklandığını biliyorum ve kabul ediyorum. burada sorun yok. sorun, bu kitabın kıymetinin sadece konusundan ibaret sanılması. 

oysa kurgusu, ritmi ve çeviride bile kendisini saklamayan anlatım oyunlarıyla mükemmel bir edebiyat örneğidir. üstelik tam da tolstoy'un, "bütün muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir," dediği gibi başlar.

"giovanni drago, bir eylül sabahı, subay çıkar çıkmaz ilk atandığı göreve başlamak için bastiani kalesi'ne gitmek üzere kentten ayrılıp yola koyuldu."*


*: çeviri: nihal önol, can yayınları


1 Kasım 2020 Pazar

ayrımcılık

kabul ediyorum, ben bir cinsel ayrımcıyım. şöyle ki...

koşarken karşıdan karşıya geçmem gerektiğinde anlayış gösterip bana yol veren sürücü erkek ise, başımı eğiyor, sağ kolumu dirsekten kırdıktan sonra elimin içiyle iki defa göğsümün sol yanına vurarak teşekkür ediyorum. eğer kadın ise sürücü, sağ kolumu hiç bükmeden sanki pelerinimin eteklerini savurmak istercesine sağa açıp reverans yaparak...

*

cinsel ayrımcılık demişken... bu bahiste en sevdiğim fıkra şu: "din insanı"...

28 Ekim 2020 Çarşamba

dayı ya da amca

her zaman söylediğim bir şey ama en son burada söylemiş olmalıyım: "kedi sevmem ben. kedi seven kadınları severim. üstelik onlar da beni severler. hem de çok severler."

bunu derken, bambaşka bir tecrübenin ışığında konuşuyorum elbette. yoksa, kedili bir evde büyümüş ya da kedi beslemiş değilim. daha çok arkadaş kedileri. en çok da beni kıskançlıktan kıvrandıran, hayır, geberten sevgili kedileri.

geçtiğimiz günlerde, yani bir cumartesiden bir başka cumartesiye bir kediyle aynı evde yaşadım. misafirim vardı. kedileri de onlarla gelmişti.

sabah gözümü açınca pencere kenarında  dışarıyı seyreden bir karaltı görmek, elbise dolabının üzerinde ışıl ışıl yanan bir çift göz, sahipleri varken daha çok benim kucağımı tercih etmesi ve bolca "bana hiçbir kız kayıtsız kalamaz" deme fırsatını bana vermesi, mutfak penceresinin camındaki pati izleri, hatta benden önce davranıp koltuğumu kapması bile keyifliydi.

ve geldiği gibi gitti. etrafı topladım, bulaşık makinesini çalıştırdım, yorgan, yastık kılıfları yıkanırken koşmaya gittim. duştan sonra biraz rahat rahat dışarıyı seyretsin biraz da bir kaza olmasın diye çıkarttığımız mutfak perdelerini taktım. her şey normal ve yolundaydı. varlığında varlığını hissediyordum da yokluğunda yokluğunu hissetmiyordum. hepsi bu.

tam bu sırada anladım kedilerle kurabileceğim ilişkiyi. ancak bir yeğene amca ya da dayı olmak gibi olmalıydı. seveceğim, şımartacağım, günün ya da yılın bir kısmını birlikte geçireceğim bir yeğen gibi. atalar boşuna, "çok muhabbet tez ayrılık getirir," dememiş.

son tahlilde, kedi seven kadınları hâlâ seviyorum. ama onların beni sevdiğinden emin değilim.

25 Ekim 2020 Pazar

ihtimal

bulmuş olmak değilse de yaklaşmış olmak 'ihtimal'i. çok yaklaşmış olmak...

"şiir direnirse kazanacak" mottosuyla yayın hayatına devam eden 160.Kilometre'nin internet sayfasını neredeyse bir yıldır daha da renklendiren bir yazı dizisi var. daha doğrusu, "bir ahmet güntan şovu: çene, anlık notlar, anlık iletiler…"

bu yazıların sonuncusu (yanlış saymadıysam yedincisi. çünkü daha rahat okuyabilmek için her defasında yazıların çıktısını aldım) geçtiğimiz günlerde yayınlandı. "show"un, tek kusuru, bir cümleyi bağlamından koparmak ve metne başlık yapmak olan bu yazıyla da devam ettiğini söyleyebilirim. dilerim devam eder. dilerim kitap bütünlüğünde görmek de kısmet olur.

bulduğumu sandığım, neredeyse emin olduğum "şey" ise bu yazıda karşıma çıktı. "bir kelime aranıyor" başlıklı ilandaki ifadeyi buldum: "şimdi koyu- şimdi aydınlık" oyunu...

isterseniz cümle içinde kullanalım. yani ahmet güntan kullansın: "kalan iki üç saati ben de zeytinlikte geçirir, ağaçların arasında dolaşır, zeytin yapraklarının güneş ışığıyla beraber oynadığı "şimdi koyu—şimdi aydınlık" oyununu seyrederdim."

22 Ekim 2020 Perşembe

22 ekim 1966/ saat 17.30

okumanın büyülü anlarından, tarihin ve kitapların oyunlarından biri daha. cemil meriç'ten, jurnal'den...

tam elli dört yıl sonra...

*

"tatsız bir sonbahar akşamı. bugün sesini duyamayacağım. bugün, yarın, öbürgün ve bir hayvan gibi yaşayacağım, hasta bir hayvan gibi. kuşlar cıvıldayacak pencerenin önünde, ben küfredeceğim. kuşlara, güneşe, bahara. karanlıklardayım, hayat kör bir kuyuya benziyor, sonu olmayan kör bir kuyuya. yuvarlanıyorum. sen, tutunduğum dal. sen, dinlendiğim vaha. sen, kaybettiğim ışık. ve bu akşam sesini duymayacağım, bu akşam yine bitip tükenmeyen karanlıklardayım. zift gibi, beddua gibi, ümitsizlik gibi. o kadar ıstırap çektim ki! coğrafî kader, siyasî kader, biyolojik kader. karanlıklarıma alışmıştım. neden karşıma çıktınız? dünyayı tekrar sevmek, dünyaya tekrar bağlanmak..."

21 Ekim 2020 Çarşamba

günün sorusu: razılık

bir boşluğun içinde yaşayıp gittiğini -ölüp gittiğini demeli belki de- fark ettiğinde bu durumu değiştirmeyi mi yoksa değişmeyi mi tercih edenlerdensiniz? yoksa susan, durumu kabullenip yaşamaya devam edenlerden mi?

18 Ekim 2020 Pazar

heyecan ve hayret

marketten çıkmıştım. anahtarı arıyordum. anahtar dedimse bisiklet kilidinin anahtarı, araba anahtarı değil. tam o sırada, yoyodan bahseden bir kadın sesi çalındı kulağıma. galiba anneydi, oğluyla konuşuyordu.

bir yandan yoyo ile nasıl oynandığını, çocukken onun da bir tane olduğunu ve çok sevdiğini anlatıyor, bir yandan da az önce aldıkları oyuncağın paketini açmaya çalışıyordu.

nihayet işimi bitirip o tarafa baktım. kadının bana sırtı dönüktü ama durduğum yerden çocuğun yüzünü görebiliyordum. dikkatle yüzüne baktım. çünkü paketten heyecan ve hayret çıkacağını, bunun da mutlu bir çocuk yüzüne sebep olacağını düşündüm. böyle bir an güne yeter de artardı.

kadın, yani anne kolunu ileri uzatıp nasıl oynandığını göstermeye başladı. dikkati aşağı yukarı hareket eden tekerlekte olduğu için oğlunun yüzünü göremiyor, "nasıl, beğendin mi, güzel mi?" gibi sorularla çocuğun fikrini öğrenmeye çalışıyordu.

oğlan, güzel, beğendim gibi kısa cevaplar verdi. ama bir problem vardı. çocuk bisikletime bakmış, etrafı seyretmiş, yanımızdan geçenleri incelemiş, hatta benimle göz göze gelmiş ama bir defa bile oyuncağa bakmamıştı.

hayal kırıklığı tamam da nasıl öfkelendim anlatamam. büyüyünce politikacı olur bu, dedim. evet, bu küfür demek. şiddete karşı olmasam ağzını, burnunu kırardım o öfkeyle.

tam burada bütün kalbimle, "allah dünyanın bütün çocuklarını fiziksel ve psikolojik şiddetten korusun." diyelim de mevzu bir yanlış anlamaya yol almasın.

ama bu, şiddetin her türlüsüne karşı olduğum anlamına gelmesin. "şiddeti de yerine göre bir enstrüman olarak kullanılabileceğimi" ölümlü dünya'yı izlemeden önce de biliyordum. hatta keyifli olabileceğini.

ama o an, dört beş yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim o çocuktan nefret ettim. oysa o yaşlardaki erkek çocuklarını çok severim. kız çocuklarını ise her yaşta.

ilk defa denizde yüzdüğünde mutluluktan deliye dönen, telefonda babasına "baba teniz... baba teniz..." deyip duran iki yaşında bir oğul ya da tavanında parlayan yıldızlar yüzünden heyecanlanan bir kız çocuğu ne güzel oysa.

14 Ekim 2020 Çarşamba

paralel evrenler: on dört

iki âşık... halk ozanı, şair...

erzurumlu emrah ve karacaoğlan.

her ikisi üzerine bildiklerimiz de tahmin, söylence ve rivayetlerden ibaret. ama şundan eminiz, bir toplamı kültür yapanlardan ikisi de.. biri ömrünü "dört nala gelip uzak asya'dan/ akdenize bir kısrak başı gibi/ uzanan bu memleket"in kuzey ve doğusunda tüketirken, diğeri güney illerinde yaşamış.

erzurumlu olan on dokuzuncu yüzyılda, çukurovalı olan ise on yedinci yüzyılda yaşamış, yine de aynı dertte birleşmişler.

"güzel sevmek bir sarp kale/ ya alınır ya alınmaz"*

"yar dediğin demir kale/ ya alınır ya alınmaz"**


*: erzurumlu emrah

**: karacaoğlan 

12 Ekim 2020 Pazartesi

yüzleşme

aramızda bir hain var. bir ispiyoncu... müstear kullandığımı bilmiyordu çünkü.

telefon uzaktaydı ve her zamanki gibi sessizde. elime aldığımda, on dakika arayla iki arama gördüm. mesaj yok. demek ki, kan görmek istiyor. hatta, mızrağı bizzat saplamak, sapladığı yerde çevirmek.

tam bu sırada tekrar aradı. sanki beni görüyormuş gibi hissettim bir an. açmazsam, bilerek açmadığımı görecekti. bunun sonuçlarını ise hiç kimse öngöremez.

açar açmaz, "yarı maratona kaydolmuşsun," dedi. selam yok, hâl hatır sormak yok. soru da yok. yalnızca itham. ve sessizlik...

peşi sıra gelen bu sessizliğin cevap beklentisi ya da söz sırasının bana geçmesi olmadığını biliyordum. sustum. hatta nefes bile almadım. sadece içimden saniyeleri saydım. muhatabına sıra geçmesi için bekleyişin beş saniyeden daha uzun sürmesi gerekir. bunun dışındakiler, muhatabı bir önceki cümlenin altında ezilsin, beklerken gerilsin, acısını dindirmek için bileklerini kessin diyedir. beş saniyelik süre dolmadan konuşursanız, "henüz bitirmedim" diye uyaracaktır. bu, olası uyarıların en hafifi.

"kredi falan çekmedin değil mi?... bak öyle bir şey yaptınsa ödeyemezsin... umarım bir arkadaşından euro cinsinden borç almadın. euro aldı başını gidiyor. ne zaman, nerede duracağı da belli değil.. o zengin kız mı ödedi yoksa?... onunla konuşacak ne bulduğunu da anlamıyorum ya. bir de, çoluk çocukla muhatap olmuyorum, dersin.... sakın bizimkilerden kalanlara güvenme. senin hakkın da olsa çarçur etmene izin vermem...."

evet, doğru anladınız. cümle arasına koyduğum noktalar bekleyişi belirtiyor.

"kredi mi? ulan benim kredi kartım bile yok. ne zaman birinden borç aldığımı gördün? belki sen ve bizimkiler. onu da hiçbir zaman borç ya da alacak diye tanımlamadık ki. o kızın toplu iğnesini bile almam ben. ayrıca, ona çocuk dediğini söyleyeyim de gör gününü. babamın terekesinden çıkan ne varsa, ben ölene kadar bir arada kalacak. benden sonra ne olur bilmem?"

bunları diyemedim tabii ki. içimden saymak altıya ulaşınca, "geçen seneki hakkımı bu seneye aktardım. hepsi bu," dedim sadece.

"ne bileyim? hiçbir şey demeyince..."

sonra hiçbir şey olmamış gibi başka bir konuya geçti. en son, küçük dayımın ikinci torununu konuşuyorduk.

telefonu daha elimden bırakmadan mesaj yazdı. işte bu iyiye işaret. ulaşım, konaklama gibi masrafları merak etmiş. onları da aktarmıştım. "peki," dedi. bunu okur okumaz atağa geçtim. "ama istersen garmin marka akıllı saatlerden alabilirsin." cevap yok. bu da iyiye işaret. "telefona yüklediğim bir uygulama sayesinde zaman, hız ya da mesafeyi ölçebiliyorum ama nabız, kalp ritmi gibi kalple ilgili durumlar için böyle bir şey şart."

keşke, "peki" dediğinde sussaydım. telefonu denize fırlatsaydım hatta.

"sokağa çıksam, sende kalp olmadığına yemin edecek en az on kız bulurum. kalpmiş!.."

8 Ekim 2020 Perşembe

hitap

ya da "nazan bekiroğlu'na nazire"...

*

"sevgilim," diye başladı adam yazmaya. "sevgilim, dünya durdukça sevgilim..."

daha öteye, hitaptan ötesine geçemedi.

"sevgilim," diye okudu kadın. "sevgilim, dünya durdukça sevgilim..."

bu kadarı yetti ona. yetti.


6 Ekim 2020 Salı

banka hesabı

başarısız bir ilk görüşme daha...

sakin bir yer, bir bardak soğuk su, bir söğüt gölgesi bekleyememiş, araba kullandığı için de bir sürü sesli mesaj yollamış.

yok efendim, elektrik alamamış da, ilk on dakikadan sonra konuşacak bir şey bulamamış da, bu işler ondan geçmiş de, oysa kendisini bir kız için terk edip sonra da bir başka kızla evlenen eski sevgilisiyle öyle olmamış da, yeni birini tanımaya enerjisi yokmuş da, acaba kendisini bir kız için terk edip sonra da bir başka kızla evlenen eski sevgilisiyle olduğu kadar bir daha mutlu olabilir miymiş de, bu böyle olmayacakmış da, en sonunda görücü usulüyle evlenecekmiş de, belki de tanıdığı, huyunu suyunu bildiği, çevresinden biriyle evlenmeliymiş de....

ve daha bir sürü şey.

"öncelikle," diye başladım. "henüz bir ilişkiye hazır değilsin. kaldı ki, bu, ciddi olması gereken bir tanışmaydı. ciddi bir ilişkiye hiç hazır değilsin."

sonra aklına parlak bir fikir gelmiş. muhtemelen arabayı, emniyet şeridine çekip, mesaj atmaya karar vermiş: ne yapsak ikimiz mi evlensek?

lafı hiç uzatmadım. "bunu banka hesabın yedi haneli olunca konuşalım". euro cinsinden diye belirtmeme gerek yoktu. biliyordu.

tepkisi mi? bir hanımefendiye yakışmayacak, yakışıksız sözler.

ama erken mal paylaşımı için babasını sıkıştırmaya başladığına eminim. gece yarısı attığı, "googleda aradım ama sağlıklı bir bilgiye ulaşamadım. kiralık katil nereden bulunur?" mesajı ise umarım düşündüğüm şey için değildir.

"hayır," dedim diye beni öldürtmeye kalkmaz herhalde.

4 Ekim 2020 Pazar

dakika ve skor

"(...) o korkunç acının nedeni ansızın hiçbir şey yapamıyor olmaktı, ne geriye ne ileriye gidememek, yere düşememek, ne yukarının olması ne de aşağının, ama yine de var olmak, bir son, bir ölüm olmadan umarsızca kalmaktı. Nasıl ki insan düşünde gördüğünün düş olduğunu kim zaman bilirse, ben de şimdi ölsem bile bunun ölüm olmayacağını biliyordum. Biraz saçma olacak ama, sanki büyük bir şaşkınlığa düşmüş gibiydim, hani paramparça olmak isteyip bir duvarın üstünden atlarsınız, ama zemine ulaşamazsınız, asla ulaşamazsınız, yaptığınız iş bir atlama olarak kalır, yalnızca bir atlayış, aslında bir atlayış da değildir, aklınız başınızda olarak kendinizden geçmenizdir, olmayan yalnızca zamandır, dediğim gibi, içinde iş yapmamıza yarayan bir aracı olan zamanın eksikliğidir; her şey olduğu gibi kalır, hiçbir şey sona ermez, her şey olduğu yerde olduğu gibi kalır."*


*: max frisch, stiller

1 Ekim 2020 Perşembe

aşka doğru*

farah zeynep abdullah yüzünden başladığım masumlar apartmanı (2020-) dizisini izliyorum bu ara. evet, farah zeynep abdullah. üstelik bu, yörüngesine girdiğim kelebeğin rüyası(2013) filminden bu yana onun yüzünden yaptığım ilk şey de değil.

gülseren budayıcıoğlu'nun madalyonun içi romanından uyarlanan, çağrı lostuvalı'nın yönettiği bu dizi daha ilk bölümde aşk bahsini halletmesi, güçlü yan öyküleriyle de dikkatimi çekti. ama konumuz bu değil. 

dizinin üçüncü bölümü olmasa muhtemelen burada bahsi bile geçmezdi. ama üçüncü bölümdeki radyo programı sahnesi beni alıp geçmişe götürdü. hayatım boyunca bir kez yaptığım bir şeyi hatırlattı. 

odalarında bir radyo olduğunu, ders çalışmıyorsa ya da televizyon odasında değilse radyo dinlediğini biliyordum. özellikle de okuldan tanıdığı, cuma ve cumartesi gecesi, on-on iki arası program yapan o kızın programını. ben de dinliyordum elbette. aynı anda aya bakmak gibi geliyordu bana. aynı anda aynı şeye bakmak gibi...

bir gece, "şimdi değilse ne zaman?" dedim ve radyoyu aradım. "hatta kalın," dedi birileri. kaldım. "sizi yayına alıyoruz," dediler. alındım. adımı vermeyecektim. vermedim. sonra derin bir nefes alıp, "bu çaba," dedim, sunucu kıza. "bir kaç megahertz üzerinden ilan-ı aşk denemesi."

"vaov," deyişi bugün bile kulaklarımda. başka ne konuştuk hatırlamıyorum ama "hangi şarkı," diye sorunca, "grup gündoğarken'den aşka doğru" cevabını verdim. 

hangi şarkı olabilir diye saatlerce düşünmüş, kitap tavsiyesi isteyen birinin karşısında nasıl kendi zevkimizle onun zevki, genel beğeni ile tabu yıkanlar arasında gidip geldikten sonra kararsız kalırsak öylece kalakalmıştım. en sonunda,  o sıralar çok dinlediğim ankara'dan abim geldi albümündeki bu şarkıyı seçmiştim. 

huysuz bir kız çocuğu armağan etmişti. ankara'dan değil de cepheden gelir gibi eve döndüğüm, evde bakılmaya hakkı olan  bir kahraman gibi karşılandığım, çokça şımarık olduğum günlerdi.

bu şarkıyı "çirkin kız" için istiyordum. bir kaç hafta evvel güzelim saçlarını neredeyse omuzlarını dövecek kadar kısa kestirmişti çünkü. ben de, can yücel'in ünlü mısralarını suratına çarpmıştım: aslında çirkin değilsin sen/ çirkin görünmek istiyorsun/ güzelliği tarif için...

"olmamış mı?" diye sorunca da, "olmuş. saçlarının eski güzelliğinin nefis bir anlatımı olmuş," demiştim. 

çok geçmedi zaten. okulun arkasındaki çimenlikte oturuyorduk. ona, kütüphaneden ödünç aldığım bir şiir antolojisinden, sait faik'in o ve ben şiirini okudum. çirkin kız, "çirkin kızım"a dönüştü. 

ve bunlardan önce o şarkıya bir cevap almıştım. "bir kaç megahertz" üzerinden. ama ben başlatmıştım.

*: grup gündoğarken, aşka doğru

28 Eylül 2020 Pazartesi

kesinlik

aslında "paralel evrenler" diye de okunabilir.

nehrin karşı yakasına, yüzbaşı ortiz'in yanına sahiden geçtim galiba. hatta, "bir tesadüftür, iki teyit" hükmü uyarınca kesinlik kazandı.

yine öykücü var. bir eski şarkı, bir de yeni keşfettiğim türkü var. sonra geri zekalının biri var.

*

bundan yıllar önce...

öykücü, söz arasında, "ayna'yı ve ceylan'ı yeniden keşfettim," demişti. o grubu çok sevdiğini biliyordum, şaşırmadım yeniden dinlediğine. "ama," dedi. "bu defa farklı".

"şarkının orası gelince seni anıyor, değiştirip, "gurbette yorgun düştün be ceylan" diye eşlik ediyorum."

son zamanlarda...

türkçe sözlü şarkılar dinliyorum daha çok. arabeskten popa, rocktan türküye. yetmişlerden doksanlara, coverlar remixler... en çok da türkü.

bu ara bir tanesini daha sık dinler oldum. yani, uğur önür ve umut sülünoğlu'nun beraber yorumladıkları suya gider allı gelin'i.

fark ettim ki, bu türkü bana ze.'yi hatırlatıyor ve türkünün orası gelince, "ellerin köyünde garip kaldığım" diye değil de, "ellerin köyünde garip kaldığın" diye eşlik ediyorum.

karşılaştığım her güzelliği ona da göstermek arzusuna her defasında bile isteye yenildiğim için ze.'ye bu türküyü dinlettim elbette.

ama takdir edersiniz ki, bunları söylemedim.

24 Eylül 2020 Perşembe

zeyl

ya da masumiyet müzesi için başka bir son denemesi.

"kemal bey bakışlarını yaz boyu bahçeyi gölgeleyen at kestanesinin şimdi uçları pencereyi yoklayan çıplak dallarından alıp kucağında ne yapacağını bilmeden öylece duran ellerinin üzerine bıraktı. uzun bir yoldan gelmiş izlenimi bırakan yorgun sesiyle bir sırrı fısıldar gibi, "bir çok okurunuzun marazi bir tutku diye nitelendireceği bu hikâyede, benim vaz geçemediğim füsun'dan çok füsun'u sevmekti," dedi.

bunu adeta bir son gibi söylemişti."

19 Eylül 2020 Cumartesi

edebi(ha)yat

"yalnız yürümeyi severim," dedi, kadın.

"ben de," diye yanıtladı adam. "demek ki, birlikte yürüyebiliriz."

bu cevabı schopenhauer'dan ödünç aldığını söylemedi ama. tıpkı, söylemediği başka şeyler gibi.

17 Eylül 2020 Perşembe

lanet

"yorgun ve kirli bir geçmişim var benim, derim hep. ama bu, biraz artistlik biraz da edebi estetik olsun diyedir. yoksa adım gibi biliyorum; "en güzel günlerimiz/ henüz yaşamadıklarımız", kir dediğim ise, hani koşarken koşu ayakkabısının üzerinde biriken tozlar vardır ya başkası değil. beni büyük imtihanlarla sınamayan, geçmişin olduğu gibi geleceğin de sahibi olana hamd olsun. ne zaman yüzünü ondan yana dönecek olsa beni de ananlara ise hem selam hem teşekkürler."

böyle dedim, çünkü durup dururken, "sen eski sevgililerini ne kadar çok övüyorsun," demişti. "sanki her biri dünya güzeli, nobel ödüllü, barış elçisi, melek..."

doğru. dünya güzeli olmasa da bakınca dünyanın en güzel kadınlarından birini gördüm. aklına, kalbine, ruhuna kefil olmasam neden yanında durayım. para karşılığı, silah zoru ya da evlilik müessesesi değil ki bu.

ama şu da var; hepsini anlatmıyorum. üstelik yanlış karar verdiğim, hakkında yanıldığım, yenildiğim de var. yokmuş gibi yaptığım, kişisel tarihimden sayfalarını utançla yırtıp attığım, bile isteye unuttuğum, hatırlayınca utandıklarım da var. teması bir anlık da olsa, ne zaman hatırlasam, ellerini kaynar suyun altında dakikalarca sabunlayan temizlik hastaları gibi ruhumu kaynar sularda yıkayasım var.

üstelik sizin tasarrufunuzda olmayan durumlar da var. ölmemesi, ısrar etmesi, gitmemesi, gitse de bir şeyleri bahane ederek kapınıza gelmesi değil. bambaşka bir şey. onun eski sevgilisi olmak mesela. ilk aşkı, on sekizinci sevgilisi, üçüncü eşi, okyanusu ilk defa gördüğünde yanında olan kişi gibi hâlâ onun bir şeyi olmaya olmaya devam etmek. ne büyük lanet. ne biçim bir utanç.

tıpkı ruhunuz zirvede doğup, eriyen karla, yağan karla, fırsat bulduğu ilk yerde  kendini dışarı atan yer altı sularıyla beslenen, sarı çiçeklerle bezeli çimenlerin arasından usul usul denizine giden ırmakmış da o ırmağın kenarına hayvan leşi bırakılmış gibi. biraz yukarıda lütuf olan suyunuz, bir kaç metre sonra bırakın içmeyi ayak sokulmaktan imtina olunan pisliğe dönüşmüş gibi.

belki bir kaç kilometre sonra, o vadiyi aşınca ya da bir sonraki dağın ardında yine üzerinize eğilenler, aksine baka baka suyunuzdan içenler olabilir. muhtemeldir ki, böylesi bir iltifat geçtiğiniz yollar gibi bir çok tecrübeyi unutturabilir.

ama bir gün bir şey olur. o leşi hatırlarsınız. onun eski sevgilisi, ilk aşkı, on sekizinci sevgilisi, üçüncü eşi ya da okyanusu ilk defa gördüğünde yanında olan kişi olduğunuzu...

daha kötüsü de ondan kurtulduğunuzu, onu denize ulaşana kadar bir daha görmeyeceğinizi bilseniz de onun hâlâ bir şeyi olduğunuzu fark etmek.

lanet gibi. leş gibi...

14 Eylül 2020 Pazartesi

ilk izlenim için tek bir şansın vardır: yirmi

'dünyanın en büyük yalancısı' olan yazar borges, son öykü kitabı kum kitabı'nda, fantastik olduğu kadar "gelip geçen olaylar üzerine derin düşünceler" tadında hikâyeler anlatır. zaman zaman otobiyografik öğelerin de kendini ele verdiği bu hikâyelerin en güzeli ulrike'dir bana kalırsa.

borgesvari bir aşk öyküsü olan bu hikâyenin kolombiyalı, bogota'da and üniversitesi'nde profesör olan erkek kahramanı istemeden şahit olduğu bir sohbette, "ingiltere bizimdi ve biz onu yitirdik, eğer birinin bir şeyi varsa o şey yitip gidebilir." cumlesiyle norveçli ulrike'yi fark eder.

henüz bilmiyordur ama aşka, şehvete ve gizeme giden yolun ilk adımı olacaktır bu.

*

"İşte o zaman ona baktım, William Blake'in bir bir dizesi genç kızları yumuşak gümüş ya da öfkeli altın olarak niteler, ama Ulrike'de hem yumuşaklık vardı, hem altınlık. Zayıf, uzun boyluydu. İnce hatları ve gri gözleri vardı. Yüzünden çok, gizemli dingin havası beni etkilemişti. Kolayca gülümsüyordu ve bu gülümseme onu uzaklaştırıyor gibiydi. Siyahlar giyiyordu, çevrenin sönük havasının renklerle canlandırıldığı Kuzey ülkelerinde tuhaf kaçıyordu bu. Akıcı ve anlaşılır bir İngilizce konuşuyordu ve r'leri hafifçe vurgulu söylüyordu. İyi bir gözlemci değilimdir, bunları yavaş yavaş keşfettim."


*: jorge luis borges, iletişim yayınları- s:18

12 Eylül 2020 Cumartesi

haydi yazmaya

kendi kitabını kendin yaz, yazı atölyesi, yaratıcı yazarlık kursu, yazarlığa giriş-yüz bir tarzı yazmayı öğrettiklerini iddia eden kurs, atölye ya da derslerin hiçbirine inanmadım, inanmıyorum.

ortak bir hayali paylaşan insanları bir araya getirmeyi saymazsak bu tarz çabaların insana verebileceği tek şey imla kurallarını düzgünce kavramak olabilir. ki bunu, türk dil kurumu'nun sitesinden, piyasada bolca bulunan dil bilgisi kitaplarından da öğrenmek mümkün.

o halde ne yapmalı? bu konuda otorite değilim ama hem mantığım hem hislerim aynı şeyi söylüyor: çok okumalı. tam burada, "okuduğundan fazla yazana amatör denir," diyen film repliği geliyor aklıma.

ben olsam orhun yazıtları'ndan başlayarak bütün türkçe literatürü en başından itibaren okurdum. elbette farklı kültürlerin dünya edebiyat kanonunda klasik mertebesini kazanmış eserlerini de ihmal etmezdim. dede korkut ne kadar önemliyse homeros da öyle çünkü. hüsn-ü aşk'ın suladığı bir zihin decameron'la da bereketlenmeli. şüphesiz modern zamanlar da var. kemal tahir saramago'suz, kara kitap fransız teğmenin kadını, erbain ise kantolar olmadan düşünülebilir mi?

tıpkı bir ressamın mağara resimlerinden başlayarak resim tarihini, bir mimarın yunan harabelerinden başlayarak mimar sinan'a kadar yürümesi, hitit heykelciklerini, ya da le corbusier gibi yollara düşüp balkanlardaki el sanatlarını, istanbul camilerini, bursa çinilerini inceleyip sanatını bunlara yaslaması gerektiği gibi.

yine de bu tarz bir kursa, atölyeye ya da derse katılmak isterseniz ilk önce sorun. "diyalog yazmak" bahsi saramago üzerinden anlatılmıyorsa uzak durun. mesela, lizbon kuşatmasının tarihi'nin iki kahramanı, düzeltmen raimundo silva ile editör maria sara arasındaki telefon konuşması.

9 Eylül 2020 Çarşamba

acı

"acı çekiyorum, o halde varım" demişti biri, descartes'ın o ünlü cümlesinin üzerine yürüyerek. kimdi, hatırlamıyorum. ama "çok mantıklı," dediğime eminim. "var olmayan biri nasıl acı çeksin ki?"

üstelik acı çekmek sadece 'var'lık teminatı ya da yaşam belirtisi değil. bir çeşit alarm. 

bizi fiziksel, duygusal ya da ruhsal sınırlarımızla yüzleştirmek gibi bir görevi vardır. delilik veya ölümden önceki son barikattır. tahmin edileceği üzere peşinden ya delilik ya ölüm gelir.

bazan da haz...

6 Eylül 2020 Pazar

nehrin karşı yakası

tatar çölü'nü bilirsiniz. şimdiye kadar okumadıysanız bile sosyal medyanın herhangi bir sokağında muhakkak karşınıza çıkmıştır. tıpkı küçük prens, kürk mantolu madonna, kafka, thomas bernhard ve benzerleri gibi. diğerleri gibi o da paha biçilemez ama.

italyan yazar dino buzzati'nin yazdığı bu roman, benim için ise 'yirminci yüzyılın en iyi romanı üçlemesi'nin "sıralama dışı" parçası, okuma maceramın kült romanlarından biridir. kanla yazılmış gözyaşlarıyla okunan satırlar. çağımız insanı için adeta kader kitabı. okuyup da kendinden bir şeyler, yaşamından enstantaneler görmeyen var mıdır bilmem.

bir eylül sabahı, giovanni drago'nun subay çıkar çıkmaz ilk atandığı görev olan bastiani kalesi'ne gitmek üzere yaptığı yol hazırlıkları ile başlayan roman, çok geçmeden okuru bir nehrin kenarına götürür. nehre paralel yol alan drago bir süre sonra nehrin karşı kıyısında kendisiyle aynı yöne giden bir atlıya rastlar. bu atlı izinden dönen yüzbaşı ortiz'dir. bir süre iki ayrı kıyıda, nehir karşı tarafa geçmeye izin verince de yanyana sohbet ederek kaleye yol alırlar.

aradan yıllar geçer. yine öyle bir sabahta, şehre yaptığı kısa ziyaretten dönen drago, kaleye yeni atanan bir teğmenle karşılaşır ve kaleye ilk gelişini hatırlar. ve artık "yaşamda gençliğin öte yanına, o uzak günde ortiz'in bulunduğu yana geçiverdiğini" anlar.

geçen gün daldan dala atlayarak sohbet ediyoruz. başka bir popüler roman olan bizim büyük çaresizliğimiz'den -biraz da hüzünle- bahsederken içini acıtan iki cümleyi de araya sıkıştırdı; yani, ender'in sevgi'yle yaşadığı ilişkiyi paranteze alan "güzel yolculukların ve güzel şarkıların başındayız diye düşünürdüm," ve "şarkılar da yolculuklar da bitmişti," cümlelerini...

yüzüne baktım. daha çok gençti. bir sürü kişi tanıyacak, bir sürü hata yapacaktı. ve şükürler olsun ki, bütün bunları telafi edecek kadar uzun zaman vardı önünde. yine de bir şey demek, sesine yankı olmak istedim. "bir yağmurun bitimi aynı zamanda bir sonraki yağmurun başlangıcı değil midir?" dedim.

ve bunu der demez, bu cümleyi yıllar önce öykücü'den duyduğumu hatırladım. "yağmuru çok severim ama bitmesinden nefret ediyorum," demiştim. "biten şeylerin verdiği hüzünle birleşince rönesans tablolarını hatırlatsa da yağmur sonrasının gökyüzünü sevmiyorum".

işte o an "o uzak günde" öykücü'nün bulunduğu yana geçiverdiğimi anladım. yaşlanmak değilse de yaşlanmaya başlamak belki de budur.

2 Eylül 2020 Çarşamba

o sırada başka bir yerde

bu ayrıntıyı yeni fark ettim. evet, ben fark ettim. ama ayhan'dan dinleyelim.

"ankara'ya geldiğimden bu yana yağmurun ikinci yağışıydı bu. aynı yağmurun hilal'i de ıslattığını yavaş adımlarla kızılay'dan cebeci'ye yürürken, tam da kurtuluş istasyonu'ndan geçerken henüz bilmiyordum."

*

o sırada başka bir yerde: 

"çerçevesine marangoz bahtiyar ustanın elinden çıkma sarmaşık gülleri dolanmış aynanın derinliğinde bir defa daha kendisini bulup göz göze gelince nihayet telefonu elinden bıraktı. ayağa kalkıp eteğine takılan çalı ve dikenlere aldırmadan terasa çıktı. sağ ayağını terasa atıp güneşe çıkmadan bir tereddüt teras kapısına asılı rüzgâr çanını okşayan esintiye eşlik etti. ilk adımla birlikte, tıpkı kendini suya bırakmadan önce ayak ucunu suya değdiren insanların duyduğu ürperti bütün vücudunu yoklamıştı. başını örtmeye karar verdikten sonra ilk defa günün bu vaktinde örtüsü olmadan terasa çıkıyordu çünkü. daha önce yalnızca bir defa, bir gece yarısı aniden başlayan yağmurun çağrısına karşı koyamamış, okuduğu kitabı başucu lambasının altına bırakıp terasa çıkmıştı. terasın orta yerinde kollarını iki yana açarak yüzünü yağmura kaldırmıştı. hasta olup yatağa düştüğü halde, hayatım boyun ezberimde tutacağım ve izin varsa ulukata da yanımda götüreceğim bir yağmurum oldu, diye düşünerek içten içe mutlu olmuştu."

*

bu defa ben:

ayhan bir kaç gün sonra hasta yatağından o sabah kurtulmuş hilalle görüşmek zorunda kalınca içinde bir yerde şefkat ve meraktan mürekkeb bir his uyanacak, hilal'in solgun ve çökmüş yüzüne bakarak, "biraz daha samimi olsaydık, kendinize neden dikkat etmiyorsunuz, diyerek kızardım" diye düşünecekti.

ve ıslanırken henüz bilmiyor ama, burnunun kağıt mendillerin yarattığı tahribat yüzünden kaşınıp duran kenarlarını hilal'in farkında olmadan sol işaret parmağının üstüyle kaşıyıp durmasına ise bayılacak.

26 Ağustos 2020 Çarşamba

dönüşüm

pek ünlü shakespeare'in ünlü dizesi "to be, or not to be: that is the question", nasıl bir şairin elinde "bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin"e* dönüşmüşse, flaubert'in ünlü duygusal eğitim (l'education sentimentale, 1869) kitabı da vaktiyle cemal süreya tarafından "gönül ki yetişmekte" diye çevrilmişti.

tam burada gönül-çelen de anılabilir. ama bir farkla. bu tercihe, adnan benk'in şairliği değil çoğunluğun çavdar tarlasında çocuklar diye bildiği salinger romanını orijinali yerine attrape-coeurs adlı fransızca tercümesi üzerinden türkçeye kazandırması** sebep olmuştu.


*: can yücel

**: cem yayınevi- yirminci yüzyıl klasikleri serisi, 1967

24 Ağustos 2020 Pazartesi

bir masada iki kişi: netlik

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- beni seviyor musun?

- haddinde fazla.

- sonsuza kadar sevecek misin?

- bunu her şeyden çok isterim.

- benimle evlenecek misin peki?

- asla!..

*
netlik iyidir. kafa karıştırmaz.

21 Ağustos 2020 Cuma

dakika ve skor

"Teknik kusursuzluk hesaplanabilir olanın, insani mükemmellik ise hesaplanamayanın peşindedir. Bu yüzdendir ki kusursuz mekanizmalarını etrafında tekinsiz, ancak bir o kadar da büyüleyici bir parıltı olur. Bunlar insanda hem korku, hem de devasa bir gurur uyandırır; bu öyle bir gururdur ki, içgörünün karşısında değil, felaketin karşısında boyun eğer.
Kusursuz mekanizmaların karşısında hissettiğimiz korku ve coşku, mükemmel bir sanat eserinin karşısında büyük bir kıvançla duyduğumuz hazla taban tabana zıttır. Böyle anlarda bütünlüğümüze, içimizdeki o ahenge karşı saldırıldığını hissederiz."*

*: ernst jünger, cam arılar

19 Ağustos 2020 Çarşamba

cevaplar

bazı sorulara verecek cevabım olmasa da o soruların bir tür cevap olduğunu düşünürüm: mesela, bir şey neden yok değil de var?

bu tarz sorulara, "cevabını içinde taşıyan sorular" sorular denilebilir.

*

bazı sorulara verecek cevabım vardır ama susmayı tercih ederim: mesela, bu geri zekalı için neden bunları yapıyorum?

bu tarz sorulara, "bir cevaba ihtiyaç duymayan sorular" da denir.

16 Ağustos 2020 Pazar

paralel evrenler: on üç

 bir ingiliz, bir de japon.

japon olan yazar, ingiliz olan ise snooker oyuncusu. yani haruki murakami ile ronnie o'sullivan...

snooker oyuncusu olan bu oyunun gördüğü en yetenekli oyuncu kabul ediliyor. üstelik o kadar hızlı ki, roket lakabıyla anılıyor. daha yeni, on altı ağustos akşamı altıncı kez dünya şampiyonu oldu. yazar olan ise japon edebiyatının modern zamanlardaki en büyük temsilcisi ve henüz kazanamasa da her yıl edebiyat nobeli ile anılıyor adı. kendine has, büyülü gerçekliğe göz kırpan tarzı daha şimdiden kafkaesk benzeri bir isimledirmeyi hak ediyor.

bu ikisinin ortak bir tutkusu var: koşmak. ve koşmanın hayatlarına etkisini benzer biçimde açıklıyorlar.

"koşu, benim için önemli olan şeyleri, ailemi, ilişkilerimi ve snooker'ımı, korudu, daha istikrarlı hâle getirdi. koşu hakkında bu kadar karamsar olmadığımı fark ettim, kendimden nefret etmiyordum. koşmak kendim hakkında çok daha iyi hissetmemi sağlıyor ki bu, çevremde bulunan herkes için iyi."*

"koşmak bugüne kadar olan yaşantımda, sonradan geliştirdiğim birçok yeteneğim arasında en fazla işime yarayanı ve çok büyük bir anlamı var. dahası yirmi yılı aşkın süreyle koşmaya devam etmiş biri olarak, bu sayede bedenim ve ruhumun çok daha iyi yönde geliştiğini söyleyebilirim. (...) eğer roman yazarı olduğumda kesin bir kararla uzun mesafe koşmaya başlamamış olsaydım, yazdığım eserler şu an olduğundan en azından azımsanmayacak ölçüde, farklı şeyler haline gelirdi sanırım."**


*: röportaj: https://www.eurosport.com.tr/snooker/ronnie-o-sullivan-ile-kosma-tutkusu-ve-dengeli-beslenmeye-dair_sto7722974/story.shtml

**: what i talk about when i talk about running gibi muhteşem bir adı olmasına rağmen türçeye koşmasaydım yazamazdım adıyla çevrilen kitaptan.


14 Ağustos 2020 Cuma

kadınlar - erkekler: yirmi bir

erkek yorulduğu için evlenir, kadın da merak ettiği için.


notgibi: benden değil bu cümle. herkesin ömründe en az bir defa okuması gereken bir kitaptan. dorian gray'in portresi'nden.

edebiyatın günaha en güzel çağıran kahramanı lord harry, "sen hiç evlenme, dorian" dedikten sonra kurar bu cümleyi. sözünü ise, "ikisi de hayal kırıklığına uğrar," diyerek tamam eder.


10 Ağustos 2020 Pazartesi

tehlikeli şiirler - kırk sekiz

tehlikeli şiirler okuyalım leyla
sezai karakoç'tan bir şiir* mesela
Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim
Güneşi bahardan koparıp
Aşkın bu en onulmazından koparıp
Bir tuz bulutu gibi
Savuran yüreğime
Ah uzatma dünya sürgünümü benim
Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil
Ayaklarımdan belli
Lambalar eğri
Aynalar akrep meleği
Zaman çarpılmış atın son hayali
Ev miras değil mirasın hayaleti
Ey gönlümün doğurduğu
Büyüttüğü emzirdiği
Kuş tüyünden
Ve kuş sütünden
Geceler ve gündüzlerde
İnsanlığa anıt gibi yükselttiği
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Bütün şiirlerde söylediğim sensin
Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin
Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome'nin Belkıs'ın
Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikarsın bellisin
Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için
Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini
Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini
Ey gönüllerin en yumuşağı en derini
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Yıllar geçti saban ölümsüz iz bıraktı toprakta
Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında
Çatı katlarında bodrum katlarında
Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba
Hep Kanlıca'da Emirgan'da
Kandilli'nin kurşuni şafaklarında
Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında
Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Ey çağdaş Kudüs (Meryem)
Ey sırrını gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha)
Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Dağların yıkılışını gördüm bir Venüs bardağında
Köle gibi satıldım pazarlar pazarında
Güneşin sarardığını gördüm Konstantin duvarında
Senin hayallerinle yandım düşlerin civarında
Gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında
Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda
Verilmemiş hesapların korkusuyla
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır

Sevgili
En sevgili
Ey sevgili

*:sürgün ülkeden başkentler başkentine - IV

9 Ağustos 2020 Pazar

yetim

seri, güzergâhı ve hedefi bilen adımlarla yürüyordu adam. bir filmden çıkmış gibiydi bu görüntü. ya da bir filmin bir sahnesine dönüşmüştü.

vardığında ise yüzünü aşağıda bir nehir gibi çağlayan vasıtalara, sırtını dünyaya döndü. "şehrin kaleleri," diyecekti ama sustu. söylediği zavallıca gelmişti.

cebinden çıkardığı kağıda baktı. "dünyanın bütün yetimleri birleşin," yazıyordu. ama boş, bomboştu her şey. kağıdı aşağıya bıraktı. belki de rüzgâr elinden aldı. çünkü kağıdın yazgısını değiştirmek için hiçbir şey yapmadı.

adam kalabalığa karışırken gücünü büyülü gerçeklikten alan bir rüzgâr uçmakta olan kağıdı ayaklarımın dibine sürükledi.

kağıt iyice yıpranmıştı bana gelinceye kadar. yine de bir cümle okunuyordu: "bugün aynada bir yetimin gözlerine baktım".

onun bıraktığı yerden ben devam ettim: oda sessiz/ koltuk boş/ çocuk yetim.

yüzümü yıkayıp geliyorum.

5 Ağustos 2020 Çarşamba

yort savul

türk şiirini şiir yapanlardan ece ayhan [çağlar] ın, muhakkak gece yarılarında ve sesli okunması icap eden şiiri değil sadece. "ececil ayhan'ın bin dokuz yüz yetmiş yedi çıkışlı şiir kitabı yort savul ve doksan dörtlü bütün yort savul'lar! da değil.

"yort" için sözlükler "atın kısa adımlarla hızlı yürüyüşü, tırıs" der. ece ayhan ise yunus emre'yi anarak inşa eder şiirini. bizzat temelini ondan alır hatta. 

"padişahı kim bileydi, kul itmese yort savul" [kul eğer 'yort savul', yani 'sultan geliyor, yoldan çekilin, şöyle kenara açılın!' demeseydi, sultanı kim bilebilirdi?

yunus emre daha geniş manada insanın kemmiyetinin neredeyse sıfıra eşit olduğunu işaret edip biz günahkarları dostça uyarırken, ece ayhan daha siyasi bir yorumla, "şeyh uçmaz, mürit uçurur" demeye getiriyor.

haksız da sayılmazlar.

1 Ağustos 2020 Cumartesi

yolda

tren ve otobüs yolculuklarında siz ne yaparsınız bilmem ama ben okumak yerine pencereden dışarıyı seyretmeyi tercih ederim. hatta, bir daha göremeyeceğim bir manzarayı ya da anı fırsatını bulduğum hâlde kaçırmaktan korkarım. bazan şahit olduklarımı bir daha göremeyecek olmak duygusu yolculuğun 'son-uç'una göre hüzünlere bile sebep olur içimde.

meselâ yaz ortasında, "gelip geçen şu yazı" özleyebilirim şimdiden. ya da "kış gelse de kar'ı okusam," derim. aklımdan, "karın sessizliği diye düşünüyordu otobüste şoförün hemen arkasında oturan adam. bu bir şiirin başlangıcı olsaydı içinde hissettiği şeye karın sessizliği derdi," diyen ilk cümleler geçerken.

ama uçak yolculukları öyle değildir. baştan sona okuyabilirim. öyle de yaparım çoğu zaman.

yine de yanımdan kitap ve defterimi eksik etmem. kitapsız yola çıkmak cebimde belli bir miktardan daha az para olması gibi gelir bana. huzursuz eder. evet, belli bir miktardan az. ve bunun yaşlanmak belirtisi olduğunu biliyorum.

defter ise, not alınacak bir şey olur diye. mutlaka olur. fotoğrafını çekmek ya da cep telefonunun notlar kısmına kaydetmektense yazmayı severim. el yazım dünyanın en güzel ikinci el yazısı çünkü. birincisi ise, en son, "düzeltme niyetine" kumsala yazılmıştır.

eğer yarım kalmış ya da okumak zorunda olduğum bir kitap yoksa, yol arkadaşımı deneme veya öykü kitaplarından seçerim. ki kitabın boşluklarında soluklanabileyim.

bir de misafir evlerinde herkesten önce uyanmak gibi bir lanetim var yanımdan hiç ayrılmayan. kitap, defter biraz da bunun için. herkes yakari değil ki, bana okuma odasına yatak yapsınlar.

bazan internetlerde takılır, cep telefonu ile oyalanır ama genellikle "kaynayan çaydanlığın mutfağa diktiği o kokulu ağacı"n dalları uyuduğum odaya ulaşana kadar kitap okurum ben de.

ne mi? bahar isyancıdır. üstelik, yeniden okumanın lezzetini azaltmak yerine çoğaltmasına ise hiç şaşırmıyorum.

29 Temmuz 2020 Çarşamba

geveze değil konuşkan

farkındayım, yakında bu sayfanın başlığı -ya da en azından alt başlığı- "javier marías üzerine bir blog denemesi" gibi bir şeye dönüşecek. içinde "deneme" geçen başlıklara zaafımı ise duymayan kalmadı nasıl olsa. evet, tıpkı "gün ortasında ellerin üzerine bir yorum denemesi" örneğinde olduğu gibi.

ama devam edeceğim. çünkü birinin bu durumu düzeltmesi gerek. en azından itiraz etmesi. çünkü, bir deli bir kuyuya bir taş atmış, bir araya gelen kırk akıllı ise taşı çıkarmak yerine taşın yankılana yankılana kuyuda büyüyen sesini sevmiş de birer taş da onlar atmış gibi bir durum var ortada.

kaldı ki, sevdikleri söz konusu olunca hem kalkan hem mızrak olanlara akraba bir yan var bende.



ilk javier marías kitabını, şimdi durup geriye bakınca üzerinden yüz yıl geçmiş gibi hissettiğim iki bin on yedi ilkbaharında okudum. peşi sıra ikincisini. sonra üçüncüyü. bugün, türkçeye çevrilmiş ama okumadığım herhangi bir kitabı yok.

son yıllardaki en büyük iki keşfimden biri. diğeri de, genazino elbette. aralarındaki bariz farka rağmen üstelik. iki farklı keyif. kaldı ki, "ya/ ya da" yerine "hem/ hem de" olabileceğini çoktandır biliyorum.

*

doğal olarak ikisi üzerine konuşmayı, yazmayı, dinlemeyi, okumayı da seviyorum. tanıl bora'nın yazısına da yolum bu sebeple çıktı. yoksa, kendisini sevmeyi bıraktığımı ve okuruna ihanetten ceza alması gerektiğini burada bile söylemiştim. ama iyi yazar, seçtiği konular, kelime tercihleri ve onlara verdiği nizam tam da bana göre.  

tanıl bora bu yazısında hem javier marías'ın bilmediğim hem de asla tahmin edemeyeceğim bir yanına pencere açıyor. futbol ilgisini tahmin etsem de asla ve asla real madrid taraftarı olabileceğini tahmin edemezdim marías'ın. faşist lider franco'ya nefretini saklamayan bir adamın "franco'nun takımı" olarak bilinen real madrid'i tutmasını beklemezdim doğrusu. ama haklı olan o,  belki de "franco rejiminin real madrid'i ancak sonraları, elliler ve altmışlardaki muazzam avrupa başarıları üzerine sahiplenmeye yöneldiği"dir doğru olan.  kaldı ki, dünya muktedirlerinin real madrid'in karşısına koyduğu barcelona belki de dünyanın en faşist takımıdır.

ama konuyu güzel özetlemiş marías: "nefret kolay kazanılmaz".

*

o güzel özetlemiş ama ben "konu"dan uzaklaştım. dönelim... 

bu yazıda da, "konuşkan" şerhine rağmen marías'ın "geveze"liğine rastladım. üstelik, bu vesileyle işaret ettiği behçet çelik yazısını daha önce okumuş, herhangi bir yazar üzerine söylenebilecek, ortalama sözlerin çokluğu yüzünden pek üzerinde durmamıştım. kaldı ki, bu tarz yazıların sipariş üzerine,  reklam olsun diye hazır edildiğini çocuklar bile biliyor artık.

sonra seda ersavcı'nın bile bu "gevezelik"ten dem vurduğunu hatırladım. sosyal medyada bir eleştirmen- okur yorumlaşmasında "geveze" yorumunu "konuşkanlık demek daha doğru" minvalinde düzeltmeye çalıştığımı da. 

yaklaşık on yıl önce, yarınki yüzün vesilesiyle yazdığı yazıda onur caymaz da benzer bir ifade kullanıyordu yanılmıyorsam. 

ben bunları düşünürken, aniden yataktan kalktım ve kitaplığa gittim. çünkü saat gece iki buçuktu ve herkes gibi ben de geç kalan uykuya kadar bir şeyler düşünüyorum. birden bire "evet, ben marías'ı iki bin on yedide keşfettim ve o yıl okumaya başladım ama onunla daha önce karşılaştık" hissine kapıldım. yanılmamışım. esra yalazan, kelimeler ve kader'de sonradan çok seveceğim bu yazara dolu dolu bir kaç sayfa ayırmış.*

hatta, behçet çelik yazısını, neredeyse bu sayfalar üzerine inşa etmiş. yine bu vesileyle fark ettim ki, bahsettiğim üç yazı da yarınki yüzün'ün başlangıcında yer alan, süslü, anlatmak üzerine bir kaç cümleden öteye gidememiş. 

bu durumu fark edince, sanki ezberlemiş ya da tek tornadan çıkmış gibi "geveze" deyişleri beni şaşırtmaz oldu.  

*

kabul, marías eksilte eksilte yazanlardan değil. konuyu dallandırıp budaklandırmayı, olaylara farklı farklı yönlerden bakmayı, en önemlisi anlatmayı seviyor. yaptığı, bir durumun olası bütün sebeplerini ya da sonuçlarını ihmal etmemekten başka bir şey değil. insana dair ezberlerden uzak durarak onları kalıplara sokmak yerine olası ihtimallerin sonsuzluğunda kalem oynatıyor.

mesela, iki hafta olmuş kız sizi aramıyor. evet, ölmüş olabilir. ama başka başka onlarca sebep de olabilir. marías'ın yaptığı, "kız ölmüş ama" dedikten sonra diğer ihtimalleri göz önünde bulundurmak. ve bu, okumayı hobi olarak görenlerin, okuyunca iyi birisi olacağını düşünenlerin, skoru yükseltmek için ince, hatta çocuk kitabı okuyanların değil ancak keyif aldığı için okuyanların anlayabileceği bir şey.

o ünlü benzetmeyi buraya uyarlarsak; canınız nakavtla biten bir boks maçı izlemek istiyorsa gidin genazino okuyun. ama ne sayıyla biten maçlara ne de o tarz maçların tutkunlarına laf edin. üstelik sayıyla biten maçlar çoğu zaman denk cenkleşmeleri işaret eder. ve ne güzellikler ihtiva eder.

*

sonuç olarak: marías söz konusu olduğunda, "gevezelik değil konuşkanlık diyoruz biz barbarlar buna".**


notgibi:

*: kelimeler ve kader'i iki bin on üç yılında okumuşum. üstelik, kendi ıstırabına dönüşenlerin anlatıcısı: javier marías başlıklı yazıyı da keyifle, bir çok yerin altını çizerek okumuşum. ama iki şeyi çok net hatırlıyorum; esra yalazan'ın ahmet altan etkisindeki cümlelerinin (tersi de ihtimal dahilinde) benim dünyamda ters tepki doğurduğunu ve kendimi yaşlanıyor hissettiğim için yeni yazar keşfetmek yerine içimde büyüyen eskileri tamam etmek ve yeniden okumak arzusu. böyle olmasa,belki de dört yıl erken kendimi javier marías'ın kapısında bulacaktım. kim bilir?

**: birhan keskin, "her şeyden öte öyle sevdim ki ben seni/ yoluna baş koymak diyoruz/ biz barbarlar buna" dizelerinden mülhem.


26 Temmuz 2020 Pazar

dakika ve skor

"<<Ateşten el, seninle ilgili, biliyorsun, o sensin.>> Bir süre sessiz kalıyor, sanırım gözleri yaşlı. Derken birdenbire önüme geçip âdeta beni durduruyor, o olağanüstü sesleniş tarzıyla, boş bir şatoda salondan salona birini çağırır gibi: <<André? André?.. Benim hakkımda bir roman yazacaksın. Buna eminim. Hiç hayır deme. Dikkatli ol: Her şey zayıflıyor, her şey kayboluyor. Bizden bir şeyin kalması lazım... Ama zararı yok, bir başka kullanırsın. Hangi ad, ister misin söyleyeyim, çok önemli çünkü... Biraz ateşin adı olmalı, çünkü sen söz konusu olduğunda hep ateş çıkageliyor. El de var tabii, ama ateş kadar hayati değil. Benim gördüğüm, bilekten çıkan bir alev, şöyle (bir kartı yok etme jestiyle), ve hemen eli de yakan ve göz açıp kapayıncaya kadar kaybolan... Latince veya Arapça bir "nam-ı müstear" bulursun artık. Söz ver. Gerekli bu. Nasıl yaşadığını bana anlatmak için yeni bir benzetme kullanıyor: Sabah banyo yaparken, kendisi gözlerini suyun yüzeyine diktiği sırada bedeni uzaklaşırken olduğu gibi... <<Ben aynasız odada, banyo üstündeki düşünceyim.>>"

*: andré breton, nadja

23 Temmuz 2020 Perşembe

turist ile seyyah*

bazan yazmak istediğinizi hazır bulursunuz. üzerine ne söylerseniz fazla gelir. 

o yüzden, yalnızca, selâm olsun seyyahlara. gördüklerini bir daha bakmayacağı fotoğraflara hapsetmeyenlere, o fotoğrafı sosyal medya hesabında paylaşma arzusu hissetmeyenlere...

*

"seyyahla turist arasında fark var. seyyah gittiği yere ruhunu da götürür, yeni yaşantılara açıktır, seyahat onun için ruhu zenginleştirici bir deneyim, bir içe dönme hamlesidir. öte yanda, turist sadece tüketir. şehirlere, insanlara, seslere ve yüzlere nüfuz etmez. beş yıldızlı otellerde konaklar, şehri en güvenli yerlerinden dolaşarak tanımaya çalışır, rahatından asla ödün vermek istemez. seyahat eden kişi ise hayatın bildik konforundan vazgeçerek çıplak benliğini yeni deneyimlere açar. bilinmedik bir dilin, aşinası olmadığı olmadığı sokakların ortasında kendi ruhunu arayan kişidir o. seyyah gittiği yerlerden kartpostallar göndermez, gördüğü yerleri video kameraya kaydedip eşe dosta göndermez, çantasında filmler yoktur. ama dilinde, her yolculuğun sonunda anlatabileceği hikâyeler vardır. bu hikayeler çoğu zaman insan hikâyeleridir. gördüklerinizi kamera veya fotoğraf makinesi görüntülerine hapsetmekle tüketiciliğinizi tescil etmiş oluyorsunuz. sizin görmüş olduklarınızı göremeyen bir başkası size sahip olduğunuz bu ayrıcalıktan dolayı imrensin istersiniz. kapitalizmin hiç bıkmadan dürttüğü de, işte bu duygudur. başkalarında haset uyandırma arzusu. tüketici kültürü, başkalarının sahip olamadıklarına sizin sahip olduğunuz yanılsaması yaşamak hayatınıza geçici bir anlam duygusu, uçucu bir neşe sağlar.

tunus'ta veya yeryüzünün bir başka yerinde sadece binalara bakarak, görülmesi gereken yerleri görerek, steril restoranlarda yiyip içerek, yolların kirine tozuna bulanmadan yapılmış bir gezi, gerçek bir yolculuk olmasa gerektir. yol belirsizliklerle dolu bir güzergâhtır. eskilerin güzel bir sözü var, "zafer değil, sefer" derler. önemli olan varmak değil, yolda olmaktır. yolu yaşamaktır. yolun getirdiklerini eşsiz bir tecrübe olarak ciğerlerine çekmektir. arka sokaklara girebilmek, mabedleri soluyabilmek, halkın kahvehanelerinde onlarla sohbet edebilmek, nargile içebilmek, onların yedikleriyle karnını doyurabilmek demektir. seyyah orada olan adamdır. turist bedenen orada olsa bile ruhen burada, evin konforundadır, zihni ise ayarlıdır, dönüşte taşıyacağı hediye ve resimlerle ancak vardır."*

*: kemal sayar, kalbin direnişi - tunus'ta seyyah

19 Temmuz 2020 Pazar

konum - yedi

mümtaz ile galip arasında değil ama huzur'un nuran'ı ile kara kitap'ın rüya'sı arasında bir yerlerde.

17 Temmuz 2020 Cuma

onunla konuşurken

geçmişin üzerinden çok zaman geçti. bazı şeyler değişti, bazıları aynı hâlâ. alıntıdaki "-di'li geçmiş zaman"a aldırmayın, bu da aynı kalanlardan.

zamanın geçmişe ekli uzantısı yani...

"onunlayken kendimi bütünüyle rahatlamış hissediyordum. zihnimdeki her şeyden kurtulabiliyordum; yapmak istemediğim tüm işlerden, başkalarının anlamsız düşüncelerinden. üzerimde böyle bir etkisi vardı. konuştuklarında özel bir şey yoktu. söylediklerinin ruhunu gerçekten anlamadan kafamı sallayıp dururdum. ama onu dinlemek bana iyi geliyordu, tıpkı uzaklarda yer değiştiren bulutlara bakmak gibiydi."*


*: ahır yakmak, haruki murakami - çeviri: onur çalı

15 Temmuz 2020 Çarşamba

soru

anlatmayı severim. ve bu bahiste iyiyim galiba.. 

nihayetinde, "ilk hecedeki uzadıkça uzayan 'a' sesini normalden kısa söylerken geriye kalan ne varsa aynı bırakarak, "benim için bir macera oldu," diyen bir adam"ın oğluyum. bunu daha önce anlatmış ve sözü, "sizi bilmem ama ben, hayata dair bütün cesaretimi ilk hecedeki 'a' sesi normalden kısa söylenen bir 'macera'dan alıyorum," diye bağlamıştım.

o babadan, onu kahramanı olarak gören oğluna bir şeyler tevarüs etmiş olmalı ki, cesaretimin "kaynak"ını keşfetmeden yıllar önce bile bir seferden yenilgiyle de dönsem zaferle de, "en azından anlatacak bir hikâyem oldu" derdim. neden çok okuduğum ya da seyrettiğim sorulduğunda ise, "kadınlara anlatacak hikâyem olsun diye"... 

çünkü sıkıcı bir hayatım vardı. çünkü daha kara kitap'ı okumamıştım. çünkü, "hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz," bilmiyordum.

anlatırken, ipler elimde olsun isterim. kelimeleri istediğim gibi eğip bükmeyi, konuyla oyun hamuru gibi oynayıp bir yerini uzatmayı ya da koparıp atmayı severim. bu, belki burcumla, "kocaman kediler" familyasına dahil olmakla ilgilidir. bilmiyorum...

ama şunu biliyorum. yani en başından bu yana farkındayım. ben röportaj verecek biri değilim. bana soru sorulmasından hiç mi hiç hoşlanmıyorum. rahatsız oluyorum hatta. kabuğuma çekiliyor, içime kapanıyorum. 

ama geçen gün fark ettim ki, bu bir kaplumbağanın ya da salyangozun kabuğuna çekilmesi gibi değil. daha çok bir kirpinin içine kapanması gibi. sadece korunmuyorum. muhatabımı bu hatası yüzünden cezalandırıyorum da.

bir de "buz gibi soğumak" var. o ise başka bir hikâye.

12 Temmuz 2020 Pazar

leyla

evet, mecnun'un leylası.

leyla ile mecnun'un...

*

rüknettin'in kalbi için kehanetler adlı nehir şiiri okuduğumda çarpılmış ve "evet," demiştim. "kemal sayar benim şairim olabilir". ama erken karar vermişim.

şairliği inişe geçerken kariyeri yükseldikçe yükseldi kemal sayar'ın. neredeyse herkesin sevdiği bir psikolog, iyi bir hatip, kalp yanı eksik olmayan bir sürü kitap çıktı ortaya. bir kişi bile çıkıp, başarısız ya da başardıklarını hak etmiyor diyemez. belki yakından bakınca... kim ve ne yakından bakılınca kusursuz ki?

bu bilinçle, takip etmekten hiç vazgeçmedim onu. artık şair değilse de işaret ettikleri arasında kıymetler mevcut çünkü. kitaplarını, denemelerini, makalelerini, hatta verdiği röportajları okudum, konuşmalarını dinledim. zaman zaman hikmet, zaman zaman bilgi devşirdim. öğrendim, aydınlandım, ferah hissettim.

ya da okuduğum son röpotajında olduğu gibi fark ettim.

mesela, o ünlü hikâyede leyla'yı görmezden geldiğimi... kolaya kaçarak, erkek olmanın da etkisiyle mecnun'la empati kurduğumu, olaylara onun tarafından bakmayı seçmekle de 'asıl' kahraman olanın leyla olduğunu ıskaladığımı fark ettim. tıpkı, yûsuf ile züleyha bahsinde asıl kahraman olanın züleyha olduğunu ıskaladığım gibi.

"leyla, mecnun'un naifliğinden farklı olarak ser verse de sır vermeyecek dirayete sahip bir karakter. bu açıdan leyla mecnun'dan daha bahtsız çünkü mecnun gibi aşkı dile getirebilmenin iyileştirici, denge kuran devasına sahip değil. sevdiğini diyemediği için sevmek derdi leyla'yı boğar."

sonra geri zekalının biri geldi aklıma. yıllar öncesine gittim. ben yakari'ye anlatıyordum. selçuk'un, hatta öykücü'nün haberi vardı. az mı kahrımı çektiler? yeri geldi bu sayfaları işgal ettim. bazan anıları birleştirdim, bazan başka bir şeye dönüştürdüm. ama anlattım.

biraz yeteneğim olsaydı şiirini, öyküsünü, hatta "ve bu anlattıklarımın hayal olmasından ölesiye korkuyorum," son cümlesiyle biten romanını yazardım.

oysa o sadece sustu. ki, birilerine anlatsa, "aklını başına topla," derlerdi. "manyak mısın sen?"

manyak olduğunu biliyoruz, o ayrı.

10 Temmuz 2020 Cuma

can't get you out of my head*

tıpkı, "iki dağdan iki ırmak kopar, gelir birleşir bir vadide" gibi. sonra da miley cyrus icrası jolene ile aynı denize dökülür.

özetle bu. fazlası içinse beni takip etmeniz gerekiyor. 

iki binli yılların başıydı galiba. galiba diyorum, çünkü yıllar geçtikçe belleğimizde ne varsa o çekmeceye atıyoruz gibi geliyor bana. size de öyle gelmiyor mu?

o sıralar her yerde çalan bir şarkı vardı. kylie minogue adında avustralyalı bir kadın söylüyordu. nicole kidman, naomi watts falan... galiba o sıra avutralyalı kadın modası vardı. pardon "avustralyalı insan"(!)...

bir anda ünlü olan şarkılardandı ama bir farkla; sanki tükenmesi biraz uzun sürmüştü. sözleri ankara'nın bağları tarzı bir hüzne sahip olmasına rağmen hâlâ disko ve barlarda insanlar dans etsin diye çalındığına eminim hatta. ırmaklardan biri bu olsun. dağ da iki binlerin başı.

ikinci dağ ise sosyal medya. ırmak ise hurra, die welt geht unter. oldukça geç keşfetmiştim ama çok sevdim. muhtemelen vokalist henning may'ın performansı ile popüler olmuştu o sokaklarda. henning may'a haksızlık etmek istemem, kaldı ki edemem de, ama asıl güzellik rapçi arkadaşların söylediklerinde. şiir demek isterdim ama şiir az gelir; destan...

işte o vokalist çocuk rapçi arkadaşlarından müsade istemiş, yanına asıl grubunu da alarak bir kış bahçesinde parcels'le buluşmuş ve muhabbetin arasında can't get you out of my head'i coverlamışlar. parcels'in avustralyalı bir grup olmasının şarkı tercihinde etkisi var mıdır bilemem ama klavyeci çocuklardan birinin üzerindeki avustralya yazılı tişört boşuna değilmiş.

ortaya çıkan yorumu da jolene'i hatırlatan klibini de çok sevdim. yorum, durakta beklerken sallanmanıza sebep olacak türden. video ise sade, gençlik dolu, hafif, sevimli. yani dinlemekle yetinmeyip seyredilmesi gerekenlerden. bu defa rol çalanın, üzerinde çok şık duran yetmişler ruhu ile parcels'in vokalisti jules crommelin olduğunu söylemeliyim.

kış bahçesi ise sevmek zamanı'ndaki limonluğu hatırlatıyor bana. bir de, bir botanik bahçesinin tropikal bitkilere ayrılan serasını. ki orada hayatımın en büyük travmalarından birini aşmıştım.

7 Temmuz 2020 Salı

günün sorusu: suçlama

yaptıklarımız için başkalarını suçlamak, cezalandırılmaktan korktuğumuz için değil de masumiyetimizi hâlâ koruduğumuza inanmak ve yaptığımız ya da sebep olduğumuz kötülüğün ağırlığından kurtulmak için bir yöntem değil midir?

5 Temmuz 2020 Pazar

gece yarısı mesajı

dün gece nasıl olduysa erkenden uyumuşum. oysa internette tanımadığım insanlarla king oynayabilir, ağzımın suyu aka aka macbeth okumaya devam edebilir, ferdi'nin gollerini ellinci kez izleyebilir ya da onuncu dakikasında sıkılacağım bir netflix filmine başlayabilirdim.

bir ara uyandım. telefonun ekranındaki konuşma balonunu görünce heyecanla tuş kilidi vs. işlemleri hallettim. 

/evet, hâlâ bekliyorum./

mesajlar beklediğim yerden değildi ama gece gece beni çok güldürdü.

toplam dört mesaj söz konusuydu ve her şey bir fotoğrafla başlıyordu. ikinci mesaj ise, "sen hayatın boyunca böyle bir iltifat aldın mı hiç? o zaman konuşma!" üçüncü mesaj ise gülücükler, gülücükler...

hemen fotoğrafa baktım. cem adrian, aynadaki yansımasını fotoğraflamış sonra da sosyal medyanın resimli olanında paylaşmıştı. altında ise bir yorum: "cem bey yakışıklı olduğunuz kadar 'vay anasını avradını'sınız da"

bir yandan gülüp, "ah, ulan! böyle bir iltifatımız olmadı şu hayatta," derken son mesajı okudum ve, "cem bey" gelsin de iltifat görsün, dedim.

"yuh!! saati farketmemişim. içip içip kapına dayansaymışım tam olurmuş."

3 Temmuz 2020 Cuma

sen sus, javier marías konuşsun!

"yuvarlak kare yuvarlak" ya da "yeşil kırmızı yeşil" yayınevi, muhtemelen yazarın yeni romanına hazırlık olsun diye sosyal medya hesaplarına javier marías'ı konuk etti.

[duygusal adam belki yky'de yeni ama daha önce *sel yayıncılık tarafından basılmıştı. ben de o çeviriden okudum. dürüst olmak gerekirse memnun kalmadım. giderek javier marías çevirmenine dönüşen (ben seda ersavcı'yı tercih etsem de bu ifadeyi olumsuz manada kullanmıyorum) neyyire gül ışık'ın çevirisi ile yeniden okumak iyi olacak.]

ben de, bir yandan whatsappten mesaj beklerken (bence, e-posta adreslerinin de anlık mesajlaşma programlarının da bir "gelmeyen kutusu" olmalı) diğer yandan yapı kredi yayınları'nın sosyal medya hesaplarında video olarak paylaşılan söyleşiyi metne döktüm. 

bizzat yeni kitap için mi yapıldı? yoksa eski bir röportajdan alıntı ya da yazarın eski röportajlarından bir kolaj mı bilmiyorum. ama şu kesin: yanıtlar kesinlikle marías'a ait.


- çevirmen olarak yaptığınız çalışmalar yazınınızı nasıl etkiledi?
eğer bir çevirmen ve aynı zamanda bir yazarsanız ve çok iyi şeyler çevirdiyseniz -ki benim neredeyse çevirdiğim bütün kitaplar mükemmeldi; browne'dan sterne'e, conrad'dan thomas hardy'ye, faulkner, nabokov, stevens, auden, ashbery ve stevenson'ın şiirlerinden, yeats ve tennyson'ın düzyazılarına büyük yazarlar- isteseniz de istemeseniz de çevirdiklerinizden etkilenmemeniz mümkün değil... yaptığınız büyük bir yazar tarafından yazılan bir şeyi tamamen başka bir dilde yeniden yazmak. kelimeler sizin -tabiî ki metne sadık kalmaya çabalıyorsunuz- ama her zaman bir seçim yapmanız gerekiyor.

- romanlarınızı olay örgüsüne dayanarak hazırlanmadığınızı söylediniz, ancak her biri için önceden planlanmış farklı bir tarzınız var mı?
bir konu aramak anlamsız. ben her zaman kendi hayatında önemli olan, düşündüğüm, endişelendiğim, evrensel diyebileceğim şeyler hakkında yazdım, gizlilik, güven, ihanet, şüphe, aşk, arkadaşlık, ölüm ve evlilik -edebi konular olarak değil genel olarak hayatta endişelendiğim şeyler... yazma yöntemim için bir harita yerine bir pusula ile çalıştığımı söylediğimi birkaç yerde okumuşsunuzdur.

- eserlerinizde ki ayırt edici özelliklerden biri zamanı yavaşlatma, kısa anları uzatma eğilimi, bunun ardındaki itici güç nedir?
bir romanda zamanı yaratabilirsiniz ancak zamanın kendisi aslında yoktur. gerçek bir zaman var -bir dakika altmış saniye- ama bizim için hayatta her şeyin farklı bir süresi olduğu açık, ve bu bir şeyleri hatırlarken daha da belirgin oluyor. hayatta belirli bir süresi olan şeylerin belleğimizdeki süresi farklıdır ve gerçek ya da önemli olan süre size sizin belleğinizde kalandır. bir romanda bu anlar gerçek süreleriyle var olabilir. ben bu anı durduracağım diyebilirim, çünkü bu zamanda önemli bir an, buna önem vereceğim, okur bunu hatırlayacak.

- eserleriniz de resimlerin rolü nedir? nesnelere mi yoksa hikâyeye mi yakınlar?
başlıca sebebi basit. erwin panofsky ve diğer sana tarihçilerini, sanat teorisyenleri okurken bir resme bakmanın ve aynı zamanda o resmi okumanın zevkini keşfettim. panofsky bir şeyi tarif ettiğinde resme siz de bakıp "evet görüyorum, bu benim aklıma gelmezdi ama bahsettiği şeyi anlıyorum" diyebilirsiniz. eğer bir romanda biri bir resim ya da fotoğraf hakkında konuşuyorsa bunu okura da göstermek mantıklıdır. asıl sebebi bu. gizli bir sebep ya da bir şeylerin güçlendirilmesi gibi bir amacı yok- bir resim hakkında konuşuyorum, resmi gösterelim, okurun görmesine de izin verelim.

- sigara içmek yazma alışkanlığının önemli bir parçası mı?
muhtemelen sigara içmeseydin yazmazdım çünkü yazarken elimde bir sigara olmasına alışkınım. ama gerçeği söylemek gerekirse yazarken içtiğim sigaralar muhtemelen en az içtiğim sigaralar. ağzımda ya da ciğerlerimde değil elimde tükeniyorlar.

merkez üs: https://twitter.com/YKYHaber/status/1278382255019298817?s=09

1 Temmuz 2020 Çarşamba

özür

arkadaşlık, evlilik, doktor hasta ilişkisi, iş arkadaşlığı, takım sporları fark etmez... her türden ilişkide sevgisizliğe tahammül edebilirim ama saygısızlığa asla. bir soru sormuşsanız cevaba, bir fikir danışmışsanız söylenene inanacaksınız.

o ise tam tersini yapmıştı. yorumumun kendisinden bağımsız olduğunu söylediğim hâlde buna inanmayıp kendini anlatmaya çabaladı. üstelik sözümü defalarca kesmeyi göze alarak. üstelik uyarmama rağmen.

insanların benden özür dilemesini sevmem. özür dileyecek bir şey yapmamalarını tercih ederim. üstelik bir işe de yaramaz. daima, halledebilirsem kendi kendime hallederim. 

bir de, "bu bana göre çok normal"ciler ve "kötü niyetle yapmadım"cılar var ki kendilerinin sadece geleceklerini değil geçmişlerini de unutmayı tercih ediyorum. yani, yoklar. aslında hiçbir zaman da olmamışlardı.

bir kaç gündür aramalarını duymazdan. mesajlarını görmezden geldikten sonra nihayet dün attığı mesajlara kayıtsız kalamadım. ilk kullandığı andan itibaren bin şekle soktuğumuz ve yeniden yeniden esprisini yaptığımız bir cümleyi bir defa daha dönüştürüp kullanmıştı çünkü: "bu dünyada herkese saygısızlık yaparım ama sana yapmam". 

peşi sıra da "hadi, gel de kahve içelim," diyordu. bir yandan sohbet edermişiz. cevap vermeyince devam etti. "başkalarıyla seninle içmek gibi olmuyor". ve o son cümle, "seninle içiyormuş gibi yaptım ama olmadı".

tebessüm ettim. hiç olmazsa tavsiye ettiğim kitapları okuyor, dedim.

sonra mı? koşmaya gittim. ona doğru değil elbette. bulutlara doğru.

26 Haziran 2020 Cuma

tehlikeli şiirler: kırk yedi

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
wislawa szymborska'dan yıldırım aşkı* mesela
İkisi de emin.
Birbirlerine bağlandıklarına bir anda.
Böylesi emin olmak güzel de
emin olmamak daha güzel.

Daha önce tanışmadıklarına göre
aralarında hiçbir şey olmadığını sanıyorlar.
Belki ta eskiden, yanyana geçtikleri sokaklar,
Koridorlar, basamaklar ne derler buna peki?

Sormak isterdim onlara,
anımsıyorlar mı acaba,
belki döner bir kapıda
hani bir gün yüzyüze?
Bir “özür dilerim” sıkışık kalabalıkta belki?
Ya da bir ses telefonda “yanlış numara”?
- ama biliyorum yanıtlarını.
Yo, anımsamıyorlar.

Uzun zamandan beri
Rastlantının onlarla oynaması
Şaşırtırdı kuşkusuz onları.

Ama hazır değil henüz,
onlar için yazgıya dönüşmeye
bir yaklaştırıp bir uzaklaştırıyor onları,
yollarını kesiyor,
kahkahasını tutup, bir kenara sıçrıyordu
rastlantı.

İmler vardı, belirtiler de,
varsın anlaşılmasınlar, ne var ki bunda?
Belki üç sene önce,
geçen salı belki
bir yaprak,
hani uçan omuzdan omuza?

Yitirilen, bir kenara kaldırılan bir şey vardı.
Çocukluğun çalılığında bir top belki, kim bilir?

Kapı tokmakları, ziller de vardı,
hani belki bir gün
dokunmanın örtüştüğü bir sonraki dokunmayla.
Emanette yanyana duran valizler belki.
Ya da aynı gece görülen tek bir düş,
kalkar kalkmaz belirsizleşen hani.

Her başlangıç çünkü
bir devamdır aslında,
olayların defteri ise
hep yarı açık durur.

çeviri: neşe talay yüce/ agnieszka ayşen lytko