26 Nisan 2024 Cuma

güzel ihanet

meltem gürle, kırmızı kazak'ın önsözünde söze, "yazmaya o kadar geç başladım ki, hâlâ çok erkendi. yazmaktan korkan herkes gibi ben de önümde sonsuz zaman olduğunu düşünüyordum. bir gün elbette yazacaktım ama henüz gerekli olgunluğa ulaşamamıştım. sonunda küçük de olsa okunabilir bir metin çıkaracağıma inancım tamdı ama belli ki o zaman daha gelmemişti." diyerek başlar ve oradan arkadaşı selami ince'nin ihanetine geçer.

o sıralar birgün gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yapan selami ince bir akşam meltem gürle'yi aramış ve gazetede bir edebiyat köşesi hazırlanmayı önermiş. ikna olsun diye de, istediği her konuda yapabileceğini söylemiş.

yine de ikna olmaz meltem gürle. çünkü, düzenli yazma fikri gözünü korkutmuştur. ama arkadaşının ikna çabası bitmez. nihayet oğuz atay'ın ölüm yıl dönümü için, bir 'oğuz atay yazısı' ister.

endişe etmesine gerek yoktur meltem gürle'nin, nasıl olsa bir defalık bir şey olacaktır. "hadi artık," der. "oğuz atay ile ilgili bir şeyler yaz. sadece bir kereliğine yazacaksın. senin doktora tezi konun zaten."

zayıf noktasından yakalanan meltem gürle ufak bir yazı yazıp gönderir. yazısının yayımlandığı gün gazeteyi eline aldığında, bir de bakar ki, yakın arkadaşı selami ince yolladığı metni elden geçirip köşe yazısı formatına sokmuş, tepesine de internetten bulduğu bir fotoğrafını yerleştirmiş. köşenin üzerinde de "not defteri" yazıyormuş.

hain arkadaş, "artık bir köşen var," demiş. "bundan sonra her hafta yazacaksın."

*

o hain arkadaş olmasaymış, galiba kırmızı kazak da olmazmış.

ama bana blog yazıları, hatta onlar olmasa bile ayrıntı dergi, birinci sayıdaki ruh fakirliği üzerine bir deneme yeterdi.

beni bilirsiniz: içinde deneme geçen başlıkları severim. mesela, gün ortasında ellerin üzerine bir yorum denemesi...

22 Nisan 2024 Pazartesi

günün sorusu: tarafsızlık

her iki tarafın da sadece haksız yanlarını, hatalarını görmek değil midir tarafsızlık?

20 Nisan 2024 Cumartesi

bir film, çok hayat

perfect days (2023) filmini nihayet izledim ve "her popüler olandan uzak durmak gerekmediğini hatırlatan iyi bir örnek," dedim.

tıpkı nietzche ağladığında, kürk mantolu madonna, küçük prens, ismet özel, saramago, didem madak, eternal sunshine of the spotless mind (2004), breaking bad (2008-2013) gibi.

wim wenders, konusuyla, bu konuya çok yakışan anlatım, mekan, karakter ve görsel tercihleriyle mükemmele yakın, üzerine olumlu konuşmayı hak eden bir iş çıkartmış bence.

çok sevdiğim, günler arasında ayraç izlenimi bırakan rüya sahnelerine rağmen belgesel tadındaki film, yönetmenin yaklaşık kırk yıl önce çektiği tokyo-ga (1985) adlı ozu belgeselinin izinden gidiyor ve kahramanı hirayama'nın dünyayı seyretme şekliyle fena halde der himmel uber berlin (1987) şiirini hatırlatıyor.

/evet, film değil şiir. ilk seyredişimde, "ama bu bir şiir," demiştim ve fikrim hâlâ aynı./

hirayama, bile isteye, eksilte eksilte vardığı sade hayatını umumi tuvaletleri temizleyerek kazanan bir adam. ama bu kadar pis bir işi elinden gelenin en iyisini yaparak, keyif alarak yapıyor. işi bitince de kitap okuyor, altmışlı yetmişli yıllardan kalma rock klasiklerini dinliyor, fotoğraf çekiyor ve dünyayı seyrediyor.

yalnız bir adam değil. sadece insanlarla kısa ve öz muhatap oluyor. tıpkı maddesel eksilmede olduğu gibi yalnızlığı da seçmiş, yalnızlıkla baş edebilen, hatta bundan memnun olan biri. keyif aldığı şeyleri yapıyor. sadece bu 'şeyler' vasata keyif veren 'şeyler'e denk düşmüyor.

münzevi değil sade bir hayat onunki. insanlardan kaçmıyor, sadece az ilişki kuruyor. öğle molalarında denk geldiği uyuz kızı saymazsak ilişki kurmada sorun yaşadığı da yok. günahını almayalım ama. kız belki uyuz değil sağır ve dilsizdir.

belgesel gibi demiştim ya. bu, biraz yönetmenin bir el kamerası ile karakterin peşinde dolaşıyor hissi vermesinden biraz da mimari güzellemesi olan columbus (2017) filmini hatırlatmasından.

/columbus'un belgesel değil film olduğunu inkar etmiyorum elbette. kahramanların sanat galerisi ya da müzede gezercesine hakkında konuştuğu, yanında yöresinde sohbet ettiği ve görüntü yönetmeninin nefis karelerle kadraja dahil mimari eserleri saymazsak film iki farklı karakterin büyümesini anlatıyor aslında. ve bunu birinin giderek, diğerinin kalarak yapmasını. üstelik giden genç kız, kalan orta yaşa yaklaşmakta olan bir erkek. genç kız annesini ardında bırakıp hayallerinin peşi sıra gidiyor, adam ise babasının yanında kalmayı seçiyor./

hirayama'nın işi nedeniyle gördüğümüz -ya da ziyaret ettiğimiz- umumi tuvaletlerin hepsi tarzı olan, mimari ve malzeme seçimiyle bulunduğu çevreyle uyumlu sanat eserleri gibi.

/filmin sonunda tuvaletleri tasarlayan mimar/sanatçıların adı da jenerikte vardı diye hatırlıyorum./

yalnızca bulutlardan ibaret bir instagram hesabına sahip biri olarak ağaçları, rüzgârın yapraklara ettiğini, gölgeleri seyretmekten keyif alan hirayama'dan etkilenmemek elimde değildi. "idolümsün hirayama!" paylaşımları yapmadıysam her aklıma geleni sosyal medyaya malzeme yapmadığım içindir. yoksa ortalık "geri zekalı" ile dolardı.

beni en çok etkileyen, yakalayan yer ise yeğeninin hirayama'yı ziyareti oldu. orada iki şeyi anladım çünkü.

ilki, hirayama bu hâli mecbur olduğu için değil seçtiği için yaşıyordu. konforu ve o konforu devam ettirmek için gerekli sorumlulukları da terk etmişti hirayama. sorumluluğu az bir iş seçmiş, az kazansa da heveslerine yetiyor.

ikincisi de, seçimiyle aile içinde eleştirilen, anlaşılamayan, başarısız ve kendini ziyan ettiği düşünülen bir dayının yeğenine kahraman oluşu.

ben hirayama olsam, sadece bu kahramanlık için bile olsa değdiğini düşünür, yeğenimin de tıpkı benim gibi fotoğraflar -üstelik benim hediye ettiğim fotoğraf makinesiyle- çektiğini öğrenince mutlu olurdum.

*

evet, sosyal medyada çok konuşuluyor bu film. neredeyse hepsi övgü. katılıyorum.

ama saçma sapan yorumlar da yok değil. keşke, "filmi beğenmedim şekerim" tarzı olsa.

adamın biri çıkıp, "tuvalet temizlemek de sınıfsal" demiş. hirayama'yı anlamaktan uzak biri, "sosyal devlet sayesinde geçimini garantiye alınca bu tür artistlikleri yaparsın elbet" demeye getirmiş.

ben de, "yönetmen matematikçi. çünkü asal sayıda tuvalet temizliği söz konusu. erbabı bilir, bütün matematikçiler asal sayı sever," demek isterim. şakaydı...

*

benim düşündüğüm ise bambaşka bir şey oldu. hani, filmi ve film kahramanı olarak hirayama'yı çok sevdik, hirayama'yı övdük, övüp duruyoruz ya...

gündelik hayatta karşılaşsak n'olurdu?

içten içe onu takdir eder, onun yerinde olmak ister ama başkalarıyla konuşurken kendisine yazık ettiğini, hayatını ziyan ettiğini söylerdik.

bir hayatı toplumun öğütlediği, hatta emrettiği şekilde değil kendimizi mutlu edecek şekilde yaşamak ne demek anlar mıydık?

çünkü bizler üniversite okumalı, diplomalı meslekler edinmeli, belli bir yaşa gelmeden evi, arabayı almış olmalı, peşi sıra da ikinci eve ya da sene de bir kaç gün kullanacağımız yazlık için banka kredisine başvurmalıyız. bir de dara düşsek bile elimizi sürmeyip başka şekilde darlıktan çıkmaya çalışacağımız banka hesaplarımız olmalı.

ya da hayranlıkla izlediğimiz, seçimlerini övdüğümüz bu adamla evlenmek ister miydik? yoksa 'banyosu olmayan bir evde olmaz' mı derdik? ya da üç aylığına hindistan'a gitmiş gibi sevgili olup üç ay sonunda bol stresli, bol kazançlı, bol etiketli işimize geri döner gibi sağlam bir işi, aileden gelme parası, arabası olan biriyle mi ciddi düşünürdük?

siz cevabınızı düşünün. benimki belli.

ne de olsa, bu dünyada en çok sevdiğim insanın yaptığı sıralamaya göre en sevdiğim ikinci şey bulutlar...

"ben, bulutlar, deniz fenerleri, kitap okumak, koşmak/yüzmek, film izlemek, yemek yemek."

13 Nisan 2024 Cumartesi

alıntının alıntısı

"durgun bir su kadar
güzel bir yüzle durduruldum
duruldum"

diye bir mısra çok okumuştum
çok uzun zaman önce
kime aittir hala bilmem...

9 Nisan 2024 Salı

yeniden okumalar

"hoşlandığımız eserleri mutlaka tekrar okumak gerekir. ikinci, hatta üçüncü okuyuşumuzda evvelce dikkat etmediğimiz güzellikler bulacağız. çünkü bir kitap da bir şehir gibidir: onu anlamak için, turistler gibi içinden otomobille geçmek, hatta sokaklarından bir defa ağır ağır yürüyerek geçmek elvermez. dikkate lâyık yerlerde tekrar tekrar dolaşmak, şehrin içinde bir müddet yaşamak lâzımdır."*


*:andré maurois

6 Nisan 2024 Cumartesi

adalet

her şey, "korkma yaklaş" notuna eklenmiş, o çok bilinen siteyi işaret eden bir linkle başladı.

şarkının bu hâlini beğendim dersem yalan olmaz. mustafa sandal'ın ispanyolca zırvalamaları olmasa 'çok' bile beğenebilirdim.

bahsi geçen şarkıyı çok dinlemiş olmalıyım ki, eskilerden bir şarkıyı da sıraya koydu o ünlü site: gidenlerden...

bir çeşit özlem ve nostalji duygusuyla dinlemeye koyulmuştum ki, "gidenlerden bir tek seni bana ekledim," dediği yerde ben durdum, şarkı devam etti.

bazan artistlik olsun diye "yorgun ve kirli" dediğim geçmişimde şarkıda bahsi geçen "bir tek"ten yoktu benim. hayır, elbette hüzünle ya da acıyla fark etmedim bunu. aksine kendimle gurur bile duydum.

bitenler bitme zamanı geldiği için bitmiş, gidenler gitmesi gerektiği için gitmişti. sebebi ister ben olayım isterse muhatabım, aklımda, fikrimde en ufak bir şey kalmamıştı gidenlerden. ya da bitenlerden.

her şey olup bittiğinde de bir tekini bile kendime eklemeden yola devam etmişim tabula rasa misali. kaldı ki, "üzmem, çünkü ben yarıştırmam".

"adalet, dediğin budur işte." diyerek kendimi alkışladım. kimseye haksızlık etmemişim. vakti geldiğinde hepsini de unutmuşum. "aferin," dedim, hatta klişe olduğunu bile bile uzandım, kendi yanaklarımdan öptüm.

şimdi, "hadi oradan," deyip, nefes dahi almadan, "senelerdir a mıdır, be midir nedir? anlatıp durduğun neydi?" diyecekler çıkabilir.

verip cevabımızı, ufka doğru yürüyelim peşi sıra.

verdiğim kıymeti inkar edecek değilim. ama bizden olmazdı. olmadı da. o gemiye kendi ellerimle bindirdim sandığım, onu ona hiç de uygun olmayan bir hikâyeye ittim diye kendi yolumda biraz mahçup, biraz üzgün, biraz kızgın, yani kısaca kırık yürümekti benimkisi.

ama gün gelip de, o gemiye onu bindirenin ben olmadığımı, bile isteye içine balıklama daldığı hikâyede tam da hayata bakışına ve kimliğine uygun davrandığını, başka bir deyişle masum olduğumu ve onu aslında hiç mi hiç tanımadığımı, hatta uydurduğumu anlayınca geçti gitti.

3 Nisan 2024 Çarşamba

paralel evrenler: on yedi

iki şarkıcı. ikisi de söz yazarı.

biri türk, diğeri amerikalı.

türk olan "bizim mahalle"den. o kadar çok severim yani. amerikalı olansa "gavur dostlarım"dan, yani "öteki çarşı"dan. ikisinin de emeği çoktur bende. hayatıma temasları 'beni ben yapan' şeylerdendir. tıpkı sinema dergisi ya da atilla atalay gibi.

benzerlikleri benim için 'en' olmalarıyla değil sadece, şarkılarından ilk akla gelenlerin vardıkları noktadan çok uzaktaki kaynaklarıyla da içimdeki dostluklarına dostluk katıyorlar.

*

sene iki bin. ya da iki bin bir... bursa karacabey'deki bir konser sonrası, dinleyiciler arasındaki veteriner çiftin davetiyle karacabey harasına giden feridun düzağac orada bir tayla karşılaşır ve sevmek için şefkatle ona yaklaşırken ağzında o ünlü nakarat dökülür: gel tanışalım önce...

kalp kırıklığı ya da sevgilinin olmaması gereken bir yerdeki mevcudiyeti falan değildir sebep. sadece ve sadece bir market alısverişi sırasında bir annesinin küçük kızına söylediklerini duymuştur chris isaak: baby did a bad bad thing.

30 Mart 2024 Cumartesi

üç roman, bir arka kapak yazısı

şu an dag solstad reisin 17. roman adını verdiği romanı okuyorum. bundan önce de son adım'ı okumuştum.

son adım, günümüz türk edebiyatından bir şeyler okumak niyetiyle listeye aldığım romanlardan biriydi. aynı niyetle okuma listesine dahil ettiğim iki romandan, hem istasyon hem de tehdit mektupları'ndan daha iyi olduğunu düşünüyorum. ayhan geçgin'in kalemi de hem birgül oğuz hem de aslı biçen'den daha güçlü geldi bana.

kitapları, herhangi bir bilgiden yoksun, sadece sosyal medya rastlantıları ve övgüleri yüzünden aldım. bir tek aslı biçen hakkında bir fikrim vardı: fransız teğmenin kadını gibi muhteşem bir çevirinin sahibi.

hem istasyon hem tehdit mektupları olmamışlık hissiyle aklımda. yazarlarının da, daha iyi yazabilirdim, diye düşündüğüne eminim.

bu açıdan bakınca, son adım'ın daha olgun bir roman olduğunu, zaman zaman yüksek edebiyat tadı verdiğini söyleyebilirim. kitabı biraz da ali ihsan'ın yolu nereye çıkacak merakıyla okudum.

cevabını aldım. son satırların altındaki boşluğa tarihi not düştüm. peşi sıra kitabı kapatınca arka kapak yazısıyla burun buruna geldim. okudum haliyle. okudukça da başımdan aşağı kaynar sular döküldü.

/merak eden bulup okuyabilir ama kitabın konusunu açık etmeden bir örnekle açıklamayı isterim: örnek romanımızda kahramanımız liseyi yeni bitirmiş ve ne olacağına karar verememiş amerikalı bir genç olsun. bir yılı dinlenmeye ve düşünmeye ayırmak, peşi sıra karar vermek istiyor.

dinleniyor. düşünüyor da. bir kaç ay sonra ailesine yolculuğa çıkmak istediğini söylüyor. çıkıyor da.

yolu türkiye'ye, ege sahillerine düşüyor. gün batımını seyretmek için sahile indiği bir akşam balık ağlarına dolanmış ölü bir yunus görüyor ve diyor ki, "dünyada en az bizim kadar hakkı olan bu canlıların yaşam alanlarını gasp ettiğimiz yetmezmiş gibi bir de dikkatsiz ve bencil davranışlarla ölümlerine neden oluyoruz."

huzur versin düşüncesiyle, ölmüş de olsa yunusu ağlardan kurtarıyor ve kaldığı pansiyona doğru yürüyor. arka kapak yazısı da, kahramanın arayışı, düşünsel serüveni ve sorgulamaları değil yukarıdaki cümle, editör yorumu da, "çevre bilinci, hayvan hakları ve çevre kirliliğinin doğal yaşama etkileri üzerine derinlikli bir roman."

ne olsa küresel ısınma, çevre bilinci, karbon salınımı, hayvan hakları çağındayız./

ne kadar alçakça değil mi? insan elinde olmadan öfkeleniyor. kişiyi yanlış yönlendiriyor çünkü. alenen arka kapak yazısından dolayı kitabı alacakları da kandırıyor.

son adım, özetle, varoluşun boş ve kasvetli uğultusuna ya da müzmin kayıtsızlığına karşı kendi cevabını arayan otuzlu yaşlardaki bir adamın hikâyesi. sorunun da cevabın da içimizde olduğunu, cehenneme dahi gitse insanın kendinden kurtulamayacağını anlatıyor. 

ve arka kapak yazısının bununla bir ilgisi yok. evet, hiç yok.

/birileri çıkıp, "yanlış anlamışsın şekerim" derse, kendilerine sadece okur- yazar olmadığımı hatırlatmak isterim./

arka kapak yazısının mantığını anlayamadığım için içgüdüsel olarak yayın yılına baktım: iki bin on bir. her şeyi konuşabiliriz diye umutlandığımız tarihler...

metis de bu havadan faydalanmak istemiş anlaşılan. ticari niyetle yapılmış olsa romana haksızlık eden soysuz bir tavır bu. demek ki para söz konusu olunca metis de bir kitapları yalnızca marketlerde, kasaya yakın raflarda satılan yayınevleri de.

en kötüsü de şu. belki de en acısı. kahramanı aylak adam'ın c.'si, anayurt oteli'nin zebercet'i, hatta yabancı'nın meursault'uyla ruhdaş bir roman yazan bir yazar eserini genel geçer bir politik gündeme alet etmeyi göze alabilir?

kahramanına bunu nasıl yapar?

27 Mart 2024 Çarşamba

dakika ve skor

"Hatalarını düşünmeye çalışıyorsun. Belki, diyorsun, içten içe ben istemişimdir böyle olmasını, ya da bendeki bir şey, yaşamım bu biçime bürünsün diye kendimden bile gizli çalışmış, elinden geleni yapıp durmuştur. Küçümseme kılığında elimdekileri geri teptim. Elimde kalanlarlaysa hiçbir şey yapmadım.
Başka bir yaşam olanağını hiçbir zaman düşünmedim, gerçekleşir gibi olduğunda ise gerekli adımı, o son adımı atmadım. Aksine kaçtım bundan. Hiçbir şeye gereksinimim yok dedim. Ama gelmesi gerekenin gelip önüme serileceğine de inandım. Belki talihime anlamsızca, körü körüne inandım."*


*:ayhan geçgin, son adım

25 Mart 2024 Pazartesi

seçim vaatleri

çok sevdiğim bir fıkra var. izin verirseniz konuya onunla girmek isterim. ama biraz edepsiz. "yine mi edepsiz!" diyecekleri ise buraya alayım.

adam. karşısında doktor. konuya nasıl gireceğini bilmiyor. sonunda derin bir nefes alıp, olsun n'olacaksa, diyor.

"arkadaşlarla ne zaman bir araya gelsek konu oraya geliyor, bir gecede beş diyor biri. sonra sayılar uçuşuyor havada. altı, yedi, on, yüz bin beş. böyle olunca susup kalıyorum. çünkü benim sayım bir, hadi olsun iki. nedir bunun çaresi?"

"siz de söyleyin," demiş doktor. "siz de söyleyin." 

seçim vaatlerine bakıyor musunuz? tıpkı doktordan, "siz de söyleyin," tavsiyesi almış ve alır almaz sokağa fırlamış gibi bütün adaylar.

saydıkça sayıyor, upuzun listeler uzatıyorlar okuyalım diye. ne kadar çok madde sunarsak, ne kadar farklı şey söylersem o kadar iyi diye düşünüyorlar.

ya da kimselerin bu vaatleri sorgulamayacağını biliyorlar. hatta yapılacaklar listesine bile bakmadıklarını.

seçmen bütün vaatlerin yalan olduğunu biliyor, siyasetçi de seçmenin bildiğini.

plana ya da programa, yapılacak listesinin mümkünlüğüne, en önemli konuda en doğru çözüme değil isme verilecek oylar çünkü.

en kötüsü, hatta en rezili de oy verenler x'e verdikleri oyu x güzel diye değil, çirkin olduğunu düşündükleri y'ye oy vermemek için verecekler.

19 Mart 2024 Salı

eskiden, çok eskiden

aslı biçen'in tehdit mektupları'nda dedikleri:

"sana sevgilim diyorum ama o muhteşem 'm' ne kadar benim yapıyor seni? nana ait misin gerçekten? bu sevmecilik işleri tapusuz olmuyor. ama sen asla tapu istemez, tapu vermezsin. bütün herkes senin kadar kendine yetse devrim mevrim olmazdı. seninle örgütlenmek dünyanın en zor şeyi. ben ki dünyanın en örgütsüz adamıyım başımı altına sokmak istediğim yegâne çatı sensin."

*

tam burada hayatın cahili, yolun başındaki acemi çocuğu anıyorum. o dost meclisinde nasıl da heyecanlı, nasıl da umutluydu.

"sahip olmayı hayal ettiğim şey ev, araba, aile vesaire değil," demişti.

"sevgili, sevgilim olsun yeter."