30 Ekim 2018 Salı

özgürlük

kafka -ki kendisinden pek hazzetmem-, mavi oktav defterleri'nde, "atlas dilediği anda dünyayı omuzlarından atıp çekip gidebilirdi, ama onun özgürlüğü bunu düşünmesine verilen izin kadardı," diyerek yunan mitolojisine göre gök kubbeyi omuzlarında taşımakla cezalı tanrı atlas'tan bahseder.

bunu cüz'i irade tanımı olarak kullanmak mümkündür. bana kalırsa insan teki olarak kaderimizi de işaret eder.

26 Ekim 2018 Cuma

goodbye beautiful*

bella ciao ya da bildiğim gibi söylersem ciao bella'yı yeniden fark edişim bu yıl ilkbahara rastlar. yeniden diyorum, ilk defa "zenginin malında fakirin de hakkı vardır," dediğimiz zamanlarda fark etmiştim çünkü. "bu memleket"i "akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan" değil, kaynağını kafkaslardan alıp denizler ve boğazlar atladıktan sonra adriyatik'te denizine kavuşan bir nehir olarak tanımladığım günlerdi. sonra kıymetini değilse de etkisini kaybetti. tıpkı dinledikçe ses kalitesini yitiren plaklar gibi.

bu yıl ilkbahardı. severek izlediğim la casa del papel sona yaklaşıyordu. (bu arada, bir uçak kazası sonrası kendini bir adada bulan insanlar için hâlâ ağıt yakan ama la casa del papel'i mantıklı bulmayan, hatta saçma diyen izleyiciye selam olsun.) ne diyordum? severek izlediğim dizi sona yaklaşıyordu. erkek dostluğuna güzelleme niteliğindeki sahnelerde, profesör ve berlin arasındaki sır ortaya çıkarken fonda bu şarkı çalıyordu. tam yeri ve zamanıydı.

ve ben bu italyan halk şarkısını yeniden hatırladım. hatta, banka müdüründen sonra dizinin en aşağılık karakteri olan berlin'e içimde saygı oluştu. evet, saygı. sevgi değil...

sonra, 'aziz' tom waits geldi. şarkı susmuş ama melodisi hâlâ odadaymış gibi sabahlar, akşamlar, gecelerle geldi. 'aziz' bu. bir alış-veriş listesini de seslendirse fark etmez. o yüzden ingilizceleşmiş sözler umrumda bile değil.

kaldı ki, bir zamanlar tek bir kelimesini anlamadan sevmiştim. benden sözlerini çevirmemi isteseler, "serbest çeviri" der, olmayan italyancamla
ve dostum,
yarın göremezsen beni bu şehirde
anla ki seferdeyim.
eskimez sandığın özlemlerini giderecekse
ödünç sevinçler almalısın yedeğine.
diye çevirirdim. gerçi olsa da çevirim yine aynı olurdu. sizi bilmem ama ben 'aziz" dudaklarını ne zaman mikrofona yaklaştırsa, "one fine morning" değil de "ve dostum," diye anlatmaya başladığı bir hikâye duyuyorum. bir de "hoşçakal güzellik" dediğini.


*: marc ribot - feat. tom waits, goodbye beautiful

24 Ekim 2018 Çarşamba

ev ödevi

bu defa eski defterleri karıştırırken değil çöp eve dönmüş bilgisayarın derinliklerinde dolaşırken karşıma çıkan bir şey.

sosyal medyanın artık olmayan bir mahallesinde çocuklar gibi eğlenir, akşam ezanından önce eve girmezdik. gün boyu yediğimiz tek şey, bazan o kapıda bazan bu kapıda yediğimiz salçalı ekmeklerdi. içtiğimiz de o kapılarda ikram edilen bir bardak su. sonra o mahalleyi yıktılar. yerine twitter, instagram falan yaptılar. biz de, üniversite sınavına hazırladık, evlendik, askere gittik, baba olduk. yurt dışına doktoraya gidenler, trafik kazaları vesaire...

o oyunlardan birinde, arkadaşlardan biri yaklaşık yirmi kelime/terim/ifade/isim vermiş ve bunları kullanarak metin yazmamızı istemişti. hepsini hatırlamıyorum ama içinde ateş böceği ercan, satranç, götü üç buçuk atmak gibi şeyler vardı. onları hatırlamıyorum ama yarışmayı düzenleyen arkadaşın benim kazandığımı ilan edip, "cemaat dağılabilirsiniz" dediği an bugün gibi aklımda.

tahammül edip okumayı başaranlar bazı yerlerin edepsiz olduğunu, bir çok ifadenin de bu blogtaki anlatılara sızmış olduğunu fark edecektir. noktalı yerlerin ilki düzenleyici arkadaşın, sonuncusu ise "hepimizi üttü, misketler onun artık" dediği kişinin adıdır.


*

…... için ödev denemesi (bu arada, içinde "deneme" geçen başlıklara bayılıyorum):

ateş böceği ercan hep oradaydı. neredeyse bir asırdır orada mermer bir sütunun üzerinde küçük adımlarla yürüyen piyonları, uçarcasına bir uçtan diğerine varan vezirleri, götü üçbuçuk atan şahları ve diğerlerini seyrediyor onu oraya getiren yolları bir defa daha yürüyordu. gençlik heyecanıyla farklı bir adam olmak hayali ve esrik gençlik günlerinin armağan ettiği cesaretle babasının bir zamanlar gittiği yolları çiğnediği, akrep ve yelkovan arasındaki derin boşluğa düşülmesi icap eden sarhoş ve yorgun bir gecenin sabahında "çapraz özgürlüklerindeki filler"in yerine terkisine atladığı siyah atın, "artık yeter, ben bindiğin atlardan değilim," diyerek onu sırtından attığı de-beşte günlerdir emilio santos ve helmuth dukcadam arasındaki bin dokuz yüz yirmi sekiz yılındaki eşsiz finalin dokuzuncu oyununu düşünüyor, kalesini bir türlü haş-üçe getirmeyen ve oyunun gereksiz yerine uzamasına neden olan dukcadam'a babası pervane celal'den öğrendiği, bir rivayete göre yavuz sultan selim'le mısır'a yürümüş en büyük dedesinin o seferden elde ettiği tek ganimet olan küfrü takdim ediyordu.

oysa bilmediği bir şey vardı. yavuz sultan selim'le mısır'a yürüyen bir dedesi hiçbir zaman olmamıştı. bu küfrü, iflah olmaz borges (borges yazılır borhes okunur) hayranı olan babasının bu ünlüyalancıkörün seksen yaşında yazdığı ve az bilinen "iskenderiye kütüphanesinde tashak serinliği" öyküsünde anlattığı, yaşlı ve yorgun deniz kurdu cabbar bin ra adlı kahramanın iskenderiye limanı'nı mesken tutmuş, taşıdığı hastalıklar ve yaşlılık yüzünden eti, elbette orası da çürümeye başlamış ve emeklilik için gün sayan fahişenin seksen yaşındaki bir adamın lama gibi tükürmesinin mümkün olduğunu ama bunun için ordu ile giresun arasına deniz doldurma yöntemiyle yapılan sahil yolunun açığına yine deniz doldurularak yapılacak or-gi adlı bir havaalanı açılması gerektiğini adını şimdi hatırlayamadığı el yazması bir kitapta okuduğuna inanmaması üzerine ettiğini babasının oradan öğrendiğini, yavuz sultan selim'le mısır'a yürüyen en büyük dede hikayesini de cumhuriyetin ilk yıllarında girdiği yol ihalesinde kendisine avantaj sağlasın diye uydurduğunu bilmiyordu.

tıpkı, …...'in emilio santos'u ihsan oktay anar harikası amat'tan çaldığını, helmuth dukcadam'ın da bin dokuz yüz seksen altı şampiyonlar ligi finalinde barcelona'ya karşı penaltı atışlarında dört penaltı kurtararak kupayı steau bükreş'e kazandıran kaleci olduğunu bilmediği gibi.

19 Ekim 2018 Cuma

sarı plastik kova

kum havuzunun kenarındaki ahşap kanepede oturan yaşlı adamın bakışları, gözlüğünün üzerinden salıncakta sallanan çocuklara bakmadan önce kumda unutulmuş sarı kova ve yanında öylece uzanan ama kuma karışıp kaybolmayı reddeden, kovayla aynı renkteki plastik küreğe bir süre takılıp kaldı.

17 Ekim 2018 Çarşamba

oyun ya da gerçek

"Sen bütün cehennemleri biliyordun içindekileri ve diğerlerini. Deliresi karanlıklar yaşadın gözlerin ardına dek açık. Gidilmez uzaklara gittin çelikten atlarınla, görülmez uzakları gördün ve yıkık tapınaklarda tanrı düşlerini."

ahmet karcılılar ilk romanı, bin dokuz yüz doksan dokuz orhan kemal roman armağanı'nı da kazanan yağmur hüznü'nde açılışı bu epigrafla yapar. temiz sayılamayacak siciline rağmen kendisine inanırsak, kahırratlı cemal'den alınma ve başlığı da hüzn-ü rahim*. inanırsak diyorum, çünkü hasan ali toptaş'ın haraptarlı nafi ile okura oynadığı oyun hâlâ aklımda. üstelik ikisi de denizlili…

benim gibi "tehlikeli" de olsa "oyunlar"a inananlar ve yazarlara karşı kuşkuda olanlar buraya bakabilir.


*:destan-ı sitarü'l-cevza, XVI. yy elyazması, iskenderiye kütüphanesi

15 Ekim 2018 Pazartesi

unutmak

unutmak kalbi olanlar için, karanlığın ve fırtınanın ortasında kalmış denizcilerin bir an önce varmayı hayal ettikleri limanlar gibi.
ama "benzetme" hayatın değil edebiyatın konusu.
ve hayatta işler edebiyattaki gibi yürümüyor.

unuttum sanırsınız.
geminin sağ ve salim limana ulaştığını, ateşin nihayet söndüğünü, izi kalsa da yaranın en sonunda iyileştiğini...
ama öyle değildir. o şey, göçük altında kalmış madenciler gibi hayatta olduğunu, canlı olduğunu anlayabilmeniz için sürekli ufak ufak tıklatır.

tıpkı, bir gün akşam yemeği için pilav yaparken farkında olmadan pirinç beyaz kalsın diye limon sıktığınızda olduğu gibi.

10 Ekim 2018 Çarşamba

niteliksiz adam

"size kendimden bahsediyorum doktor"*

şaka yapıyorum. bu ara niteliksiz adam'ı okuyorum sadece. ama başlamadan söyleyeyim: romanın kahramanı ulrich'e benzediğim yok ve ederi olmasa da beni ben yapan bir iki özelliğim var.

burada bahsetmiştim. yaklaşık bir yıl önce verdiğim bir kararla niteliksiz adam'ı okuma listesine katmıştım. ne yeniden okuma ne ilk okuma olacaktı. daha çok eksik bir hesabı kapatmaya niyetlenmiştim. ama araya bir sürü kitap girince bir türlü listenin ilk sırasına yükselemedi.

ilk işaret çatıkatı aşıkları'nı okurken geldi. eski tarz bir kırtasiye dükkanı işleten süreyya hanım camekana astığı ilanda, "Güneyli Bayan ya da Niteliksiz Adam'a (çocuklu olabilir) Arnavutköy'de kiralık çatıkatı, 40 metrekare, kat kaloriferi. Müracaat içeriye." diyordu. bu vesileyle, güneyli bayan'ın bilgesu eranus'un amerikalı yazar lillian hellman'ın yaşam öyküsünden yola çıkarak yazdığı, tarihsel gerçeklere dayanan bir tiyatro oyunu olduğunu da öğrenmiş oldum.

bunun üzerine bir de, tarzını sevmediğim ama iyi bir okur olduğuna inandığım bir kitap kurdu, niteliksiz adam'ı okumadıysan mutlaka oku, deyince çember tamamlanmış oldu.

*

iki bin altı haziranıydı okumaya başladığımda. ilk sayfasına okurken aldığım bir haberi, bu kadar uzun süreceğini asla tahmin edemeyeceğim bir yolculuğun haberini not etmişim. yolculuk o kadar uzun sürdü ki eve dönüş yollarını unutmuşum gibi geliyor artık.

john fowles'ın büyücü'sü arzı endam edince niteliksiz adam'dan anında vazgeçtiğimi, o haziran ayını herkesten kaçıp eve sığınarak büyücü'yü okumakla tamam ettiğimi çok iyi hatırlıyorum. eve sığınarak dediğime bakmayın. akdeniz güneşi altında nicholas urfe'nin peşine takılıp yunan adası phraxos'un kayalıklarında dolaşmaktan tenimin brozlaştığına yemin edebilirim.

sonra yaz, yolculuk hazırlığı falan derken niteliksiz adam'ı unuttum. o da bugünlere kaldı. iyi olmuş. bunu sadece "oluş"ta ve "olmayış"ta hikmet referansı arayan yanımla söylemiyorum. hayata ve dünyaya karşı ölçüsüz bir cüretkarlıktan korunmuşum gibi hissediyorum. üstelik o vakitler altını çizdiğim satırların bugün de arkasındayım.

asıl güzelliği ise sona rastladım. bir mini ajandadan kopartılmış defter sayfası. üzerinde babamın el yazısıyla yapılmış bir liste. arabada dinlemek için kaset doldurtmak istemiş olmalı. kitabın arasına nasıl, ne zaman girdi hiçbir fikrim yok. ama birinci sıradaki şarkıyı biliyorum: ne sevdiğin belli ne sevmediğin...


*: kemal sayar, rüknettin'in kalbi için kehanetler

8 Ekim 2018 Pazartesi

tarihçe

"Bak- bir rastlantı değilsin sen: şu garip yaşamımın ulaşmak zorunda olduğu bir noktasın (-artık, 'noktaydın', mı, demeli?...)

Biliyorum ki bütünüyle sana yönelmişti yaşamım; belki gerçekleştirilebilirlik 'derece'sinden hep kuşkulanarak, ama, bütünlüğünden - bütün olması gerektiğinden emin olarak- kendi bütünlüğümü ortaya koyarak; senden de kendi bütünlüğünü isteyerek..."*


*: oruç aruoba, ile

4 Ekim 2018 Perşembe

yanlış mazi kurgusu

konuya giriyorum:

hayır, hatırlatmak ya da anlatmak değil söylemek istediğim. bilirim, insan eksik hatırlar, uydurur, boşlukları kafasına göre doldurur. anlatmak ise hikâye yazmak gibidir; muhakkak yalan ve abartı ihtiva eder. ölçeği ise bir anlatıcıdan diğerine değişir. benim dediğim çok daha net bir durum.

örnek veriyorum:

bir kız iki erkekle yolculuğa çıksın. bunun sebebi ikinci erkek olsun. çünkü ikinci erkeğe deli gibi aşıktır. ama yolculukta bir şey olsun ve birinci erkekle duygusal olarak yakınlaşsınlar. her şey toz pembe, her yer güllük gülistanlık. haliyle kız yolculuğa çıkma sebebinin ikinci erkek olduğunu söylemesin. hatta, senin yüzünden buradayım, desin. mutlu olsunlar, aşk şarkıları, ortak gelecek planı, çoluk çocuk...

şimdi de, o kızın yıllar sonra her şeyi anlattığını varsayalım. vicdanı bu sırrı taşıyamamış, bir öfke anında muhatabının canını yakmak için anlatmış olabilir. fark etmez.

ara veriyorum:

tam burada bir soru sorup yoluma devam edeceğim: birinci erkeğin yerinde olup yıllar sonra, iş işten geçtikten sonra da olsa bu sırrı öğrenmek ister miydiniz?

bitiriyorum:

eski bir üç mayısı düşünüyorum bugünlerde. yıllarca, muhatabım iskelede ıslak gözlerle beklerken bilet gişesine gitmişim, sonra da aldığım bileti eline tutuşturmuşum gibi hissettim. o sırada güçlü olmaya çalışmışım, muhatabımı ikna etmek için "düşman gelmek üzere, orada güvende olacaksın," demişim, onu gemiye kendi ellerimle bindirmişim gibi...

aslında üç mayısı değil, evvelini düşünüyorum. çünkü o üç mayısı hiçbir zaman unutmadım.

geçenlerde eski defterleri karıştırmam gerekti. bir adresi ya da faturayı aramak gibiydi. aradığımı değil ama bambaşka bir şeyi buldum. üç mayıs diye bir şey yoktu. sadece muhatabımın haftalar önce bavulunu topladığını, bilet için para biriktirdiğini, o gemiye kendi ellerimle bindirmesem de zaten bineceğini görmemişim. gözlerindeki ışıltının söndüğünü, eskisi gibi gülmediğini, sesimin sesinde yankı bulmadığını, suçun bende olmadığını...

1 Ekim 2018 Pazartesi

kısa kısa - yirmi bir

* eskiler de cover yapar: ümit besen, kim dokunduysa ona git

* sert başlayalım. zygmunt bauman'la: "özgürlük ve güven uzlaşılması zor değerler. daha fazla güvenlik istiyorsanız, özgürlükten biraz vazgeçmeniz gerekir; daha fazla özgürlük istiyorsanız, güvenliği elden bırakırsınız. bu ikilem sonsuza kadar sürecek. kırk yıl önce özgürlüğün zafere ulaştığını düşündük ve bir tüketim çılgınlığına kapıldık. borçlanarak her şeyi almak mümkün görünüyordu: arabalar, evler…"

* ne zaman konuşurken ellerini çok kullanan birine rastlasam, içimden, "eller konuşmak için değil muhatabınızı belinden tutup kendinize çekmek içindir," demek geçer. ve "en azından benim için öyle," diye eklemek.

* hepimiz pessoa'yız: orhan kemal de... ünlü yazarın adanaspor'da "golcü raşit" adıyla futbol oynadığı ortaya çıktı.

* ilk önce ufkun doğusu tutuştu. peşi sıra güneş, geceye karışırken yanına aldığı renkleri birer ikişer iade etmeye başladı.

* gerçek hayat bize hiçbir zaman yetmedi, onu yaşamaya zorlandıysak bile. bütün hayatı boyunca edebiyatla bir okur olarak ilişkisini kesmemiş olanların yaşadıkları hayatla yetinebileceğini sanmıyorum.

* "hayatlarımız hep yanlış. bir bireyin topluma ihtiyacı yoktur, bireye ihtiyacı olan toplumdur. toplum bir savunma mekanizması, bir çeşit oto korunmadır. birey, sürüde yaşayan hayvan gibi değil, kendi yalnızlığında, doğaya, hayvanlara ve bitkilere yakın, onlarla ilişki halinde yaşamalı. (andrei tarkovski)"

* türkçe'nin en büyük şairi, "waldo neden burada değilsin?" diye sorarken bir yandan başka şeyler de söylüyor: "kim olduğumuz sorusuna cevap ararken, aklımız hep, kim olacağımız sorusuyla karışıyor. kim olacağımızı düşündüğümüzde ise kim olmak istediğimiz sorusu peşimizi koyuvermiyor. gerçekte, kim olduğumuzu öğrenme süreci içinde bile kimliğimiz yeniden oluşuyor."

* bunu, yani ingilizce şiir demek olan "poem" kelimesinin ibraniceden geldiğini ve "taşların arasından su" manasına geldiğini biliyor muydunuz?

* bu tarz bilgilerin yanlış olma ihtimali mevcut. hatta bu ihtimal oldukça yüksek. ama kimin umrunda.

* bazan ütü yapmasını henüz bilmediğim ve ütüleyerek verdikleri için daha iyi temizleniyor bahanesiyle gömleklerimi kuru temizlemeye verdiğim günleri özlüyorum.

* "tek tek insanları sevemeyenler, insanlık (hümanizm) kavramını icat etmişlerdir; hem kullanmak hem de rahatlamak için" (aliya izzetbegoviç)

* "dağ yollarında homurtular kısıldı, karanlık koyuldu. ova durgun, batık, sağır.'' elbette vüs'at o. bener.

* ahmet mümtaz taylan'ı neden sevdiğimizi bir örnekle -pardon kendisine bir röportajda sorulan, "sizi tanıyanlar huysuz olduğunuzu söylüyor, siz de röportajlarınızda dile getiriyorsunuz..." sorusuna verdiği yanıtla- gösterelim: iyi yanlarım olduğu gibi huysuzluklarım da var. ama kalp kırdıysam bilmeden, istemeden yapmışımdır. kendimi kimseden daha değerli bulmuyorum.

* bazı tivitler ağlatır. en azından beni... "bugün arkadaşım osmanın memet oğlunu evlendirdi. üzerine serilip bulutları seyrettiğim çayırlığa inşaata başladılar.

* günün sorusunu, nazan bekiroğlu seslendiriyor: ben, bu hikâyeden sessiz sedasız nasıl çıkıp gideceğim?

* "çiçeklerin faniliği onların bizi mutlu eden güzelliklerinin garantisidir."

* sevgili nisa tayfası... sırf moda diye o "şey"i giymek zorunda değilsiniz. arz ederim.

* ahmet hamdi tanpınar'ın dostoyevski için "hiç de iyi tanzim edilmemiş romanların sahibi" demesi. burada: dostoyevski'yi musiki dinlerken görmek isterdim. bu 'hiç de iyi tanzim edilmemiş' romanların sahibi bana daima büyük senfonileri hatırlatır.

* ilhan berk'in birhan keskin'e "bak, şunu bil, biz hiçbir zaman tam olarak iyileşmeyeceğiz," derken görüldüğüdür.

* emil cioran gözyaşları ve azizler'de "uzanıp gözlerini gökyüzüne ya da sabit bir noktaya diktiğinde seninle dünya arasında bir boşluk oluşur ve o boşluk olmadan bilinç mümkün değildir," der. nedense bu cümleden hayal kurduğum anları anlarım.

* ercan kesal ortalıyor ve aynı ortaya gelişine vuruyor: fransız düşünür saint simon'un öğrencileri, insanların birbirlerine muhtaç olduklarını göstermek için düğmeleri sırtında olan ceketler giyerlermiş. biz de sırttan düğmeli ceketler giyelim ve içinden sadece akıl, ahlak, vicdan ve adalet geçen cümleler kuralım.

* o sene ağustos, tıpkı bir sonbahar denemesi gibi denizi gölgeleyen kül rengi bulutlar ve geceyi yıkayan yağmurlarla geldi.

* nabokov, bin dokuz yüz altmış yedide paris review'da çıkan söyleşisinde, "edebi esinlenmenin getirdiği sevinç ve ödüller, mikroskop altında yeni bir organın ya da iran, peru dağlarında yeni bir türü keşfetmenin getireceği kendinden geçmenin yanında hiç kalır. rusya'da devrim olmasaydı, kendimi tamamen lepidopteri ilmine adar, hiç roman yazmazdım," demiştir. başkası değil ama o der.

* dağıstan'da dünyadan öylesine geçip gidenlerin mezar taşına "saçı ağarana dek yaşadı ama bu dünyaya gelmedi" yazarlarmış.

* en büyük arzusu kimseyi rahatsız etmemek, fark edilmemek, karanlıkta bir gölge gibi sönmekti.

* walter benjamin'in, "ölüm hikaye anlatıcının anlatabileceği her şeyin onaylanmasıdır," dediği yere de katılıyorum.

* muhtemelen son "kısa kısa"yı okudunuz.