30 Nisan 2015 Perşembe

yağmur ile yara

"yağmaz yağmur yukarı hiçbir zaman
yara değilse artık yara izidir acıtan"*


*:bertolt brecht

27 Nisan 2015 Pazartesi

üçleme: son on yılın okumalarında yıldızın parladığı anlar

arkadaşımı bekliyordum. nihayet kalabalığın arasında göründü. birbirimize el salladık. düşüncenin sonsuz hızıyla yüz yüze geldiğimiz anı kurgulayıverdim: "çok beklettim mi?" diye soruyordu ve "bildiğim kadarıyla ağaçlar konuşmaz," diyordum. kısa bir suskunluğun peşi sıra tebessümlerimiz cenkleşiyordu.

sonra bu şakayı, enrique vila-matas'nın tadından yenmez kitabı bartleby ve şürekâsı'ndaki clément cadou bahsinden aldığımı itiraf ediyordum: "cadou yazar olmaya heveslidir. ailesi de alışılmadık bir biçimde bu durumdan memnundur ve ona destek olmaktadır. ama ailesi oğullarının motivasyonunu arttırmak için polonyalı yazar gombrowicz'i akşam yemeğine çağırdığında işler planladıkları gibi gitmez. ünlü yazarı evlerinin yemek odasında görmek cadou'nun yazarlığa dair bütün arzusunu alıp götürür. hatta, yemek masasında sessizce oturan cadou, kendisini yemek odasının bir mobilyası gibi hissetmeye başlar. o akşamdan sonra yazarlık hevesi sonsuza kadar kaybolur ve kendini resim yapmaya verir. kahramanı bir mobilya olan tablolar. ve hepsi de aynı gizemli adı taşıyordu: kendi portrem... gençken yazar olmak istediği hatırlatıldığında ise, "bildiğim kadarıyla mobilyalar yazmaz," diye karşılık verirdi."

tam burada senaryonun dışına çıkıverdim: "ne güzel kitaptı bartleby ve şürekâsı. tıpkı parlak, çok parlak bir yıldızın diğer yıldızları görüntüden silmesi gibiydi onu okumak."

arkadaşım gelene kadar aynı kategoriye sokabileceğim okumalar zihnimde uçuşmaya başlamıştı bile. büyük yazarların büyük kitapları değildiler. kült mertebesine kavuşmuş, kıymeti teslim edilmişler, harikulade bir külliyatın parçası da.

kalabalıktan kurtulmak için meseleyi "son on yıl"a indirgemeye, liste derdinden kurtulmak için de "üçleme"ye o kısacık bekleyişte karar verdim.

bir - londra'da bir park, martin amis: "bir daha geri gelmeyecek" iki bin on bir sonbaharında okumuştum. yeri ve zamanıydı. çünkü kız ölecekti.

bu kitabı hakkında hiçbir şey bilmediğim halde, "bu gerçek bir öykü, ama şimdi gerçekten olduğuna inanamıyorum. üstelik bir cinayet öyküsü. şansıma inanamıyorum. işin en tuhafı bir aşk öyküsü (sanırım), yüzyılın bitiminde, lanet olsun bu kadar geç bir zamanda./ bu bir cinayet öyküsü. henüz işlenmedi. ama işlenecek. (işlense iyi olur.) katili biliyorum, maktulü biliyorum. zamanı biliyorum, mekânı biliyorum. sebebi (kızın sebebini) biliyorum ve yöntemi biliyorum. ayrıca istesem bile onları durduramam sanırım. kız ölecek. bunu hep istemişti. insanlar bir kez başladılar mı onları durduramazsınız. insanlar bir kez yaratmaya başladılar mı onları durduramazsınız," diyen arka kapak yazısına tav olarak almıştım.

iyi ki öyle yapmışım. çünkü o sıralar karanlık ama seksi, çıkışsız ama matrak, romantik ama güvenilmez bir öyküye ihtiyacım vardı. okudukça gördüm ki haçın dört köşesi de bendim. aşık olanlar da aşık eden de. ölen de öldüren de. eğer, sayfalar boyunca "ikinize", pardon, "üçünüze karşı tek" diye avaz avaz bağıran nicola six'e şu sayfalarda aşk mektupları yazılmadıysa bahanesi insan kalbinin yüz ölçümünden başka bir şey değil.

hem konusu hem yazarının parlak zekası hem de dost körpe'nin usta işi çevirisiyle benim için muhteşem bir tecrübeye dönüşen kitabı kaç kişiye tavsiye ettim bilmiyorum.

üstelik filmi de yolda.

ama iki bin on bir sonbaharı bir daha geri gelmeyecek.

iki - asker gramofonu nasıl tamir eder?, saša stanišić: iki bin on yazı. yaz başında kitabı okunacaklar listesine dahil ettiğimde ne yazar ne kitap hakkında bir şey bilmiyordum. dünya kupalarında yugoslavya'yı tutan ve emir kusturica'nın ilk dönem filmlerine tutkun bir adam olarak biraz "kusturica hüznü" bulmayı hayal etmiştim galiba.

sezgilerim beni yanıltmadı. on dört yaşındayken ailesiyle birlikte ülkesini parçalara ayıran savaş yüzünden almanya'ya kaçmak zorunda kalan yazar, yugoslavya'nın tüm halklarına eşit mesafede duran yarı otobiyografik bir hikaye anlatıyordu. geçmişten bahsederken komik, şimdiden bahsederken hüzünlüydü. savaşın her tarafı yakıp yıktığını, dostlukları, arkadaşlıkları yok saydığını, aşkların yazgısına engel olduğunu görüyordunuz.

bir de "yazmak"ın deha işi olduğunu. saša stanišić sadece büyük bir yetenek değil aynı zamanda deha. bazan, şiir olmak istiyor, diye düşündüğüm romanın, başka bir yerde rastlamadığım türden bir çatısı ve adından anlaşılacağı üzere cevabını arayan muhteşem soruları var. yirmi sayfalık bir futbol maçı var ki, sadece o bölüm bile başlı başına bir roman sayılabilir.

bahsettiğim hüznü ise sıradan sanmayın, sonbaharı, elinde kahve fincanıyla pencere önünde durup yağmuru seyretmeyi sevenlerin değil, sjecas li se, dolly bell(1981) ya da otac na sluzbenom putu(1985) filmlerini izleyenlerin anlayabileceği türden bir hüzün bu. izlemeyenler ise sadece şu videoyu izlesinler yeter. bu bile her şeyi anlatır.

üç - dublörün dilemması, murat menteş: iki bin beş yazı. datça. yıllar sonra ilk kez bir kitabı üst üste iki defa okuyorum.

biliyorum en başta belirlediğim kurallara uymuyor. hem kült mertebesine erişmiş hem kıymeti fazlaca verilmiş durumda. ama bu listede kendisine yer bulmasa olmazdı. kaldı ki şimdi ki duygularımla değil, iki bin beş yazındaki, "bana bir kitabı yeniden üst üste iki defa okutturan kitap" duygusuyla burada. üstelik o vakitler daha kült mertebesine ulaşmamış, kıymeti henüz takdir edilmemişti.

kitabı bitirip kapağını kapattım ve iki kelime söyledim: şair'in ölümü... dergah dergisi yıllarından itibaren şair bildiğim bir adam, ele avuca sığmaz, tarifi imkansız bir romana imza atmıştı; belki de iki binli yılların ilk edebiyat mucizesine.

daha ilk romanıyla murat menteş'in romancılığı şairliğinin önüne geçmişti. şairliği ise ancak cümle içinde kullanırken hatırlanacaktı. parlak, çok parlak bir romandı.

bu ilk romanın peşi sıra gelen ve bütün süslerine rağmen 'ilk'i taklitten öteye geçemeyen korkma ben varım ve ruhi mücerret ise sadece mucizeyi daha da belirgin kılıyordu. ne de olsa taklitlerdir aslını yaşatan çoğu zaman.

ve paha biçilemez olan:

bartleby ve şürekâsı, enrique vila-matas: iki bin altı kış. ama ilkbahardan önce gelen değil, sonbahardan sonra gelen.

biraz snopluk biraz ukalalıkla, kısaca artistlik yaparak, "bu coğrafyada yaşayan herkesin on beş - yirmi beş yaş arası şair olduğu konusunda hem fikiriz madem, ben de yirmi beş yaşına gelene kadar herhangi bir şey yazmayı reddediyorum. eğer yazarlık yeteneği bende varsa yirmi beşinden sonra da yazabilirim," demişseniz ve yirmi beşinci yaşınızın ilk gününde sabahın erkeninde uyanıp, yılların alışkanlığı ile küçük prens okuyarak yeni yaşınızın derinliklerine yürümeye başladıktan sonra, "her şey defteri-iki"yi önünüze koymuş ama tek bir cümle yazmadan kalakalmış ve sonrasında "okur, bütün yazarların hayalini kurduğu okur" olmaya karar vermiş biriyseniz "red yazarları"na, yani yazılı edebiyatın "bartleby"lerine nasıl kayıtsız kalabilirsiniz ki?

bu bir roman değil aslında. yıllardır elimden düşmeyen bir sözlük, sayfalarını hırsla ve merakla çevirmekten kendimi alakoyamadığım bir ansiklopedi.

hiç yazmamış, yazarlıklarının bir yerinde yazmanın olanaksızlığı fikrine kapılıp bir daha yaz(a)mamış yazarlar ile bunlar üzerine yazan yazarların resmi geçidi.

üzerine hermann melville'in kâtip bartleby adındaki öyküsünü ve kadınlardan yana hiç şansı olmadığını iddia eden kambur anlatıcının, görünmez bir metni yorumlayan dipnot defterine dönüşen günlüğünü ekleyin.

ya da en iyisi, epigrafını bir okuyun: bazı insanların ünü ve değeri iyi yazmalarındandır, diğerlerininki hiç yazmamalarından.

24 Nisan 2015 Cuma

yara

o yaz aşk acısı çekiyordum ve aşkı bildiğimi sanıyordum. o aşkın acısı yaz bitmeden geçti ve hâlâ aşkı bildiğimi sanıyorum.

*

arkadaşlar arayıp, "yazlıklar'dayız," dediğinde hemen yola koyuldum. çünkü, hafta sonuydu ve denize giden yolun kumsala kavuştuğu yerde, soldaki evin terasında ışık saçan bir çift gözün ufku seyrettiğine emindim.

selamlaşma faslından sonra havlumu diğerlerinin yanına serdim. üstümdekileri çıkarıp denize yürüdüm. hava çok sıcaktı. deniz masmavi. görünmez bir el bütün bulutları alıp götürmüş ufuk çizgisinin üzerinde unuttuğu bir kaç tanesi asılı kalmıştı. hiçbir kanıtım yok ama o sırada bana baktığına eminim. ne zaman o anı düşünsem bir çift ışıltılı bakışı hep sırtımda hissederim.

en artistik atlayışımla suya daldım. ama bir problem vardı. dipte olması gereken çakıl taşları olduğundan daha yakındaydı ve bana doğru hızla yaklaşıyordu. son bir hamleyle yüzümü ve hatta kafamı kurtarmaya çalıştım ama nasıl becerdiysem çenem kumun kucağında uyuyan çakıl taşlarının arasına gömüldü.

yüzeye çıktım ve suyu kulaçlamaya başladım. her zaman olduğu gibi iyice açıldıktan sonra durdum ve biraz nefeslendikten sonra denizin tadını çıkartarak kıyıya döndüm. deniz suyu çenemin altını fena halde yakmıştı. havlumda kan sesleri.

bir ayna buldum ve bir yara bandı. bir kaç gün yara bandıyla dolaşmam gerekti. çenemin altındaki küçük izle ise o günden bu yana.

o bir kaç gün öykücü'ye hiç görünmedim. galiba dayak yediğimi sanmasını, beni çirkin bulmasını istemedim. en çokta yenilmiş diye hissetmesinden korktum. nihayet ona uğradığımda günlerdir nerede olduğumu sordu. olanları ve hissettiklerimi anlattım. korkmamamı, yara bandının benden bir şey götüremeyeceğini söyledi. iyi geldi.

gittim, aynı yerden bir defa daha daldım denize. hiçbir şey olmadı. ve akşam olmadan öykücü'nün yanına gitmiştim bile. kapısı açıktı. odasının orta yerinde, dergi yığınlarının arasında bir sandalyeye oturmuş kucağına aldığı bir dergiyi karıştırıyordu. gülümsedi.

"ben," dedim. "aynı yerden bir defa daha daldım denize." tebessümü büyüdü. hiçbir şey demeden kucağındaki derginin arasından dergi sayfası boyutunda sarı bir kağıdı çıkartıp bana uzattı ve ekledi. "al, bu senin olsun."

beckett'in en yakışıklı fotoğrafı ilk defa duyduğum bir cümleyle süslenmişti: "hep denedin, hep yenildin. olsun. bir daha dene, bir daha yenil. daha iyi yenil."

odamın duvarına astım o kağıdı. hangi evde hangi oda benim olmuşsa o odaların duvarlarına da. kağıdın rengi biraz soldu ama beckett hâlâ yakışıklı. cümleyi ise, ezberledim.

*

bugün küçük bir çocuk gördüm. güzel bir çocuktu. yûsuf güzelliğinde. çenesinin altında yara bandı vardı. beton zeminde top oynarken düşmüş. öykücü burada olsa o kağıttan ona da verirdi dedim. ama yoktu.

ben de oturup bu yazıyı yazdım.

21 Nisan 2015 Salı

güzellik

bu sabah, bir defa daha "hilâl"in bir ucundan diğerine koşarken yani.

telefonla konuşan bir kadın gördüm. hem "şehirleri birbirine bağlarken bu şehri de oralara götüren yol" hem "bu şehre fazla park"ın kenarında; aralarında uzanan kaldırımda.

sevdalı adımlarla bir o yana bir bu yana dolaşıyordu. biraz merakla biraz da tanıdık olma ihtimaline karşı selam vermeden geçmemek için bir anlığına dikkatle ondan tarafa baktım. daha önce hiç görmemiştim.

kendi kendime, "bu bir aşk konuşması," dedim, koşmaya devam ederken. belli ki, telefon yolda yakalamıştı onu. belki de rahat konuşabilmek için dolmuştan ya da belediye otobüsünden inmişti.

balıkçı sığınağından geriye dönerken hâlâ oradaydı. sevdalı adımlarla bir o yana bir bu yana dolaşıyordu. bu defa emin olmak için baktım: bu konuşma kesinlikle bir aşk konuşmasıydı.

çünkü, ilk kez bu sabah gördüğüm o kadının yüzünde tarifsiz bir güzellik vardı. ancak aşık olduğumuz kişinin çektiği fotoğrafta olabileceğimiz kadar bir güzellik...

19 Nisan 2015 Pazar

bir masada iki kişi: madalyalar

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- sizin için çok kalp kırdı diyorlar.

- hayat bu; göz yaşları ve kırıklar. ve bir çok şey daha.

- göğsünüzde parıldayan madalyaları nasıl kazandınız peki?

- onlar meşru müdafaalarla kazanıldılar.

*

kabul ediyorum. hepsi değil.

13 Nisan 2015 Pazartesi

doğruluk ya da cesaret

başta yapılan seçim üzerine, "kazık" bir soruya dürüst cevap vermek ya da "tehlikeli" bir görevi yerine getirmek şeklinde oldukça basit kuralları olan "doğruluk ya da cesaret oyunu"nu oynamış olanlardan değilseniz bile muhakkak duymuşsunuzdur.

o oyun adından gelen bir yanlış anlamayı büyütür bana kalırsa. sanılanın aksine "tehlikeli" görev değil sorulması muhtemel bir soruya dürüstçe cevap verebilmektir asıl cesaret gerektiren.

işte bu yüzden adına "cesaret ya da cesaret" demek hiç de yanılgı sayılmaz. 

10 Nisan 2015 Cuma

günün sorusu: seçim

dibe vurmuşları, öyle hissedenleri ya da kendini orada görenleri bir yana bırakırsak, farklı seçimler yaparak yaşayacağımız bir hayatın yaşadığımız hayattan iyi olacağını kim garanti edebilir?

4 Nisan 2015 Cumartesi

dilek

"tanrım ona bir salıncak!
bir gidip bir geliversin diye boşlukta
umutla, erinçle, tutkuyla
kendine kendine kendine katlanarak
hani görmeden daha, bilmeden darıldığı kendine"*


*: edip cansever, salıncak

3 Nisan 2015 Cuma

f ile q arasında

daktilonun icat olduğu ve kullanılmaya başlandığı ilk zamanlarda müşterilerden hızlı yazmaktan dolayı harf çubuklarının ve kafalarının birbirine takıldığı, tuşların kilitlendiği yönünde sıkça şikayet gelir. daktilo üreticileri de çözümü, klavye tuşlarının yerini değiştirip sık kullanılan harfleri birbirinden uzak seçmekte, böylece insanların yavaş yazmasını sağlamakta bulmuşlar.

daktiloların okuma odalarında sergilenecek bir eşyaya dönüştüğü, takılma ve kilitlenme ihtimali olmayan bilgisayar klavyeleri kullandığımız bu günlerde bile QWERTY kısaca "q klavye"nin başa bela olması işte bu yüzden.


notgibi: daha fazla şey için.

zeyl: klavye bahsi açılmışsa, fırsat bu fırsat diyerek, bizi "tr" uzantısından mahrum bırakan ve "com.tr" ya da "gov.tr" uzantılarına mahkum eden internetin geleceğini görecek yetenekten yoksun büyüklerimizi anmamak olmaz. çünkü türkçe'nin güzelliğine hiç de uygun olmayan "q klavye" de aynı yetenek yoksunluğunun sonucudur. evlerden internet kafelere her yeri işgal eden "q klavye"lerden "f klavye"ye ait mevziyi geri alma zamanı gelmiştir ve geçmektedir.