31 Mayıs 2014 Cumartesi

heykel

hâlâ öyle midir bilmiyorum ama, bizim zamanımızda yolu istanbul'a düşen birinin istiklal caddesi'ni, eskilerin deyişiyle cadde-i kebir'i görmeden yoluna devam etmesi düşünülemezdi. ister tünel tarafından gelin, isterseniz taksim'den caddenin derinliklerine doğru yol alın, cadde baştan sona bir defa yürünür peşi sıra ne yapılacaksa yapılırdı.

anlayacağınız ne yaparsanız yapın odakule'yi görürdünüz.

odakule'nin girişinde bir heykel vardır; heykeltraş atilla onaran'ın göktaşı adlı eseri...

türkiye'nin ilk paslanmaz çelik heykellerinden biridir.

yaşamı boyunca açık alanlara konulmak üzere toplam on iki paslanmaz çelik heykel üreten heykeltraş atilla onaran , sanatın para kazandırmadığını ispat edercesine hayatını kazanıp ailesini geçindirmek için yıllarca paslanmaz evye ve yemek tepsileri üretmişti.

29 Mayıs 2014 Perşembe

anlatmak için yaşamak

gabriel garcía márquez'in hayatının ilk otuz yılını anlattığı anı kitabı anlatmak için yaşamak'ı bitirince okuma boyunca kitabın sayfaları arasında dolaşan kağıda şunları yazmışım:

"anlatmak için yaşamak'ı bugün bitirdim.

okurken, márquez'in anlatılarının fikrini yaşamından çaldığını düşünmüştüm. ama şimdi aldığım notlara, altını çizdiğim satırlara bir defa daha bakınca eserlerinden kendisine bir hayat hikayesi çıkartmış gibi geliyor.

doğrusunu söylemek gerekirse beni bu düşünce daha çok heyecanlandırıyor"

27 Mayıs 2014 Salı

günün sorusu: duvar

duvarları muhatabımızı istemediğimiz için uzak tutmak gayesiyle mi yoksa yıkıp kendini zorla içeri sokup sokmayacağını görmek umuduyla mı örüyoruz?

26 Mayıs 2014 Pazartesi

cannes hikâyesinin başlangıcı

ilk kısa filmi koza bin dokuz yüz doksan beş yılında cannes'da gösterildikten sonra, iki bin üç yılında uzak ve iki bin on bir yılında bir zamanlar anadolu'da ile "jüri büyük ödülü", iki bin altı yılında iklimler'le "fibresci ödülü"ne layık görülen, iki bin sekiz yılında ise üç maymun ile "en iyi yönetmen" seçilen nuri bilge ceylan, nihayet en iyi filme verilen "altın palmiye"yi kazandı.

kış uykusu ile "fibresci ödülü"nü de kazanan ceylan, türk sinemasını yüzüncü yılında* da onurlandırdı. akıllarda kalan bir başka şey ise teşekkür konuşması oldu. ünlü yönetmen ödülü, hiçbir ayrımcılığa prim vermeden ve önüne bir isim-sıfat koymadan, başta geçen yıl hayatını kaybeden gençler olmak üzere "güzel ve yalnız" ülkesinin bütün gençlerine armağan etti.

burayı biliyorsunuz, her yerde okudunuz ya da duydunuz.

şimdi ise semih kaplanoğlu'nun anlattıklarından yola çıkarak tiyatro sanatçısı keriman ulusoy'u analım ki bir vefa borcunun küçük de olsa bir kısmı ödenmiş olsun.

semih kaplanoğlu, herkes kendi evinde vesilesiyle uluslararası festivallerde yaşadığı strateji hatalarını anlatırken, "... hatalardan sonra yurtdışı işini rahmetli keriman ulusoy'a vermiştik," der.

"keriman paris'te yaşıyordu. tiyatro için oradaydı. aynı zamanda kimi filmlerin yurtdışı satışı için gönüllü çaba gösteriyordu. çok sevdiğim, çok güvendiğim bir insandı. o yıllarda nuri bilge'nin (ceylan) bazı filmlerinin, özellikle "mayıs sıkıntısı" ve "uzak"ın dünyada tanınmasını sağlayan kişidir keriman ulusoy. o da bugün unutulmuşların arasında yerini aldı. "herkes kendi evinde"yi singapur'a götürmüştü, dönüşünde hastalandı ve birkaç yıl içinde vafat etti. bir gün türk sineması hakkında bir şey yazılacaksa o da mutlaka yerini almalı."**


*: türk sinema tarihi dikkatli okunursa yüz yılı çoktan devirdiğimiz görülecektir. bu bahis üzerine yürüyeceğiz.
**: yusuf'un rüyası, söyleşi:uygar şirin
 

24 Mayıs 2014 Cumartesi

kitapların çizilmiş hâli

bu konuyu daha önce işlediğimizi biliyorum. hâlâ aynı fikirdeyim: kitaplarını çizmeden durabilenler hiç kullanmayacakları süt takımlarını vitrin denilen camlı dolaplarda biriktiren anneler ya da kaldırımda yürürken yanı başına bir piyano düşse bile bir anlık şaşkınlığın ardından yoluna devam eden tipler gibidir.

bu bahsin yeniden açılmasının sebebi ise 'bloglar mahallesi'nde yaptığım mutat gezmelerden birinde karşıma çıkan bir yazı. (bir derdi olan, "konulu" her blog gibi bu nefis isimli blogu da sevdim. meraklısına tavsiye ederim.)

sonrası çağrışım adlı bir beygirin sırtına atlamak gibiydi. vaktinde zevkle okuduğum bir yazıyı saklandığı yerden çıkarttım, yazının iki paragrafını "copy" ile "paste" ikilisi sayesinde buraya taşıdım.

*

müellifi recai güllapdan... bir zamanlar severek okuduğum ama bir süredir mesafeli durduğum, yine de eski kitaplarını zaman zaman karıştırmaktan zevk aldığım ahmet turan alkan'ın müstear adı. artık suratında ciddi işler peşinde koşanlara özgü bir ifadeyle yazılar yazan, mizah yapmaya kalktığında da sayısalcı dersane hocalarını hatırlatan alkan, bir zamanlar türkçenin güzellikleri kadar nükte ve ironiden de haberdar olduğunu gösterir metinler yazardı.

ve irfan külyutmaz müstearıyla yazan hilmi yavuz'la atışmaları ne muhteşemdi.

*  

"şahsan bizzat kendim olarak kitab kıraatı esnasında nazar-ı dikkatimi celbeden satırları kurşun kalem ile çizmeyi, kenarlarına "derkenâren" kıymetli ve nadîde birtakım efkâr-ı husûsiyemi kaydetmeyi, kıraatım her nerede kalmış ise o sahifanın ucunu kırıp bellilik bırakmayı pek severim. "kitaba hörmet ediniz, çızmayınız, buruşturmayınız" deyû höt-zöt edenlere de pek kızarım. kitab eğer başkasının ise, emâneten tedârik edilmiş ise eyvallah; emânete riayet şarttır. mülkiyeti sizin ise paşa gönlünüz öyle çektiğinde lîme lîme bile edebilirsiniz. yeter ki kitab ile nisbetiniz, alâkanız, sıhriyetiniz olsun. netekim nicelerini bilürüz ki, edindikleri kitaba o kadar hörmet gösterirler ki zâhir rahatsız etmeyeyim deyû satın alındıkları dakiykadan itibaren bir dahi kapağını kaldırıp münderecâtında ne var ne yok merakıyla bir atf-ı nazar bile etmezler. kitaplar ise sittîn sene ööylece tertemiz durur raflarda!

kitaba hörmet imiş; peeh! bilâder bizde bunca hörmete şâyân bir kitab vardır; efendimiz'in hadîs-i şeriflerini de ilave edelim; haydi dinî birtakım risâleler de öyle olsun, geride kalanına perestiş etmek lüzumsuzdur. zaten kitapla başı hoş bir cemiyyet değiliz. "çizme, örseleme, buruşturma, incitme” diye olmadık kaide çıkarmanın âlemi yoktur."

19 Mayıs 2014 Pazartesi

bir masada iki kişi: sıradaki

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- fark ettiniz mi? siz susunca her şey susmuş gibi oldu.

- oysa az konuşma kararı almıştım. tıpkı filmlerdeki gibi aynadaki kendime, "fazla konuşma, onun da konuşmasına izin ver," bile demiştim. "ve yemeğini yavaş ye."

- sizi dinlemek daha güzeldi. kaldı ki, konuşkan biri sayılmam.

- itiraf ediyorum, hayal ettiğim ilk buluşma bu değildi. hiç olmazsa yemeği yavaş yemiş oldum.

- ilk buluşma geride kaldı artık. şimdi önemli olan sıradaki.


*

sonra...

sonrası derin bir nefesin peşi sıra yüzümde beliren, mutluluk ve şımarıklığın bulaştığı tebessümdü.

16 Mayıs 2014 Cuma

yazmadan yaşamak

bu bahiste, gabriel garcia márquez'in, "o gece kendi kendime bir savaş yemini ettim: ya yazacaktım ya ölecektim," dedikten* sonra rilke'den alıntıladığı, "yazmadan yaşamayı becerebileceğini sanıyorsan, yazma." cümlesi üzerine konuşacağız.

*

rilke bu cümleyi derken ne kastetmiştir?

bu cümle yazmayı kutsayan bir manayı mı yüklenmiş yoksa yazmayı hastalıklı bir eylem olarak mı işaret ediyor?

ben, "yazmak kıskanç sevgili gibidir, başka hiçbir eyleme fırsat bırakmaz eğer sizin için öyle olmuyorsa yazmaya kalkıp bu kutsal işi kirletmeyin," ile "eğer yazmadan durabiliyorsan hiç bulaşma kardeşim," arasında gidip geliyorum.

bunu dedikten sonra gerisini okuyucuya bırakıyorum.


*:anlatmak için yaşamak

14 Mayıs 2014 Çarşamba

yedi güzel adam

cahit zarifoğlu, nuri pakdil, erdem bayazıt, rasim özdenören, alaattin özdenören, ali kutlay ve akif inan...

sadece biriyle tanışma onuruna ulaştım. ama hepsini bilirim. bütün kitaplarını okumuş, bütün şiir, deneme ve öykülerinden haberdar değilsem de "güzel"liklerinden eminim.

belki "dört nala gelip uzak asyadan akdenize bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket"i tersinden okudular ama "bizim" dediler. her zaman haktan ve adaletten yana durup, sadece bu coğrafyanın ve bu halkın değil bütün insanlığın iyilik ve güzelliğini istediler.

onlar yüzünü batıya dönmüş bir coğrafyada kendi mevzisine itilen ya da çekilmek zorunda bırakılan bir düşüncenin yeniden meydana yürüyüşüydü. suyun dallara yürümesi gibi belki. asla siyaset meydanı değil.

adını cahit zarifoğlu'nun bir şiirinden alan projeyi bir başka "güzellik"ten duydum. peşi sıra hissettiğim mutluluğu ve projenin bir dizi olduğunu öğrenince yaşadığım şaşkınlığı tarif edemem. çünkü aklıma ilk gelen şey, martin scorsese sayesinde hayat bulan the blues (2003) tarzı bir belgeseller toplamıydı. her birini ayrı yönetmenlerin çekmesine gerek yoktu ama bana bu işin doğrusu bu gibi gelmişti. hâlâ da öyle...

çok geçmeden hem beklentiyi yüksek tutmamayı hem de "yedi güzel adam"ın şiirden bildiğimiz "yedi güzel adam" olmadığını öğrendim. "yedi güzel adam"ların ilki sezai karakoç projede adının geçmesini kabul etmediği için, rasim özdenören'i hikâye yazmaya teşvik eden ali kutlay konuya dahil edilmiş. kendisi de hikâyeler yazan ali kutlay, öykü yazmaya lisede başlamış ve aldığı ani bir kararla yine lise öğrencisiyken yazmayı bırakmış. bu bile, on beş yirmi beş yaş arası herkesin şair olduğu, genç yaşlı herkesin kendisinde yazarlık istidadı gördüğü bir coğrafyada anlatmaya değer bir hikâye. belki de kurgu bir karakter.

projenin siyasi bir yanı da var muhakkak. ama olayın bu yanı beni ilgilendirmiyor. ben bunu bir vefa borcu olarak görüyorum. bu ülkede doğup büyüyen bir çocuk bu insanları da bilmeli çünkü. sever ya da sevmez, bilemem, ama tanışmalı.

*

ilk bölümü gecikmeli de olsa izledim.

mükemmel başladı: yetmişli yılların maraş'ına yol alan bir yolcu otobüsü yokuşta duruverince aşağıya inen ve otobüsü iten yolcular. muhtaç olduğumuz birlik ve beraberliğin hazır ve var olduğunun güzel bir ispatı. dönemin maraş'ını dış mekanda gerçek kılan güzel bir fotoğraf yakalanmış ve bunu bölüm boyunca bolca kullandılar. nuri pakdil bir oyuncu onun canlandırırken bile muhteşemdi. cahit zarifoğlu ise daha yakışıklı olmalıydı.

karakterleri tanımaya başladıkça büyü bozuluverdi. ilk önce zehra öğretmene vurgun tarih öğretmeninin sadece kıskanç değil kötü bir adam olduğu da anladık. sonra "yedinize karşı ben" diyecek kadar kötü ve "çirkin" emine...

ne oluyor, dedim. aritmetiği iyice hesap edilmiş, bin dokuz yüz ellilerin sonu ile yetmişlerin ortaları arasında gidip gelen bir dönem dizisi mi izliyoruz? öyle hesap edilmiş ki, konu sıkıştığında yeni yollar açılmasını kolaylaştıracak bir sürü karakter. ali kaptan'ı baştan çıkardı diye caroline'i yuhalayanlara "yedi güzel adam" bu şekilde mi anlatılmalıydı?

*

bu ülkede yaşayan insanların vergileriyle yaşattığı, bir devlet kurumu olan trt'nin özel kanallarla reyting yarışına girmesinden artık sıkıldım. trt'yi yönetenler asıl görevlerinin sınırlı sayıda seyircinin ilgisini çekse dahi özel kanalların ilgi alanına girmeyen konuları ekrana getirmek olduğunu bilmeli. reyting sıralamasında ilk yüz program arasına girmeyecek dahi olsa "yedi güzel adam" belgesel olmalıydı.

ya da yarı belgesel.

asla dizi değil.

*

oksijenle muaşakasından sarararak çıkan kitap ve gazete sayfaları ise bambaşka bir eleştiri konusu. bir kaç yaşında olması gereken sayfalar elli yıllık çünkü. sahaflardan bulunmuş ya da dost kütüphanelerinden ödünç alınmış. sormadan edemiyor insan; o kitaplarmış gibi yapan kitaplar yapmak çok mu zor?


notgibi: emine bahsindeki "güzel" bir yazı için bakınız.

10 Mayıs 2014 Cumartesi

zırh

"içtekini, dışarının bakışlarından saklayamazsa, daha çabuk yenilir insan ve daha kolay öldürülür savaş meydanlarında."*


*:elif şafak, mahrem

8 Mayıs 2014 Perşembe

doktordan

okyanusla kardeş bir şehir. bir nehri, bir sürü de romanı var.

suya inen sokaklarından birini mekan tutmuş, şu an bile "ruhu var," diyerek andığım bir kitapçıda bu şehirden bir kitabım olsun diye raflara bakıyordum. dikdörtgen bir karton parçasına yabancı müşteriler anlasın diye yazılmış "ikinci el" ifadesini görünce, yıllar önce biraz kendimle dalga geçmek biraz kendimi cezalandırmak için gazeteye vermek istediğim minik ilanı hatırlayıverdim: doktordan kalp...

"ne güzel bir kalbiniz var. insan öpmek istiyor," dediğinde, "alın sizin olsun," deme aptallığımı cezalandırmak istemiştim galiba. nihayetinde o bir doktordu ve onun için kalp; kişi sağ elini yumruk yapınca ortaya çıkan büyüklük kadar kas yığınından başka bir şey değildi. tıpkı ölümün teknik bir problem olması gibi. sözün kısası, ilan olası iki manayı da ihtiva edecekti: bir doktorun temiz ve az kullanılmış kalbi ve "alın sizin olsun," denilen, bir yerlerde unutulan daha ambalajı bile açılmamış bir kalp.

neyse ki vaz geçtim de, bugün kendimi daha az zavallı hissediyorum.

kaldı ki, çok geçmeyecek, bir doktorun ancak bir başka doktorla sevgili olması, flört etmesi, evlenmesi kuralı uygulamaya konulsun diye yetkili makamlara başvuracaktım zaten.

7 Mayıs 2014 Çarşamba

reklamlar

eğer cemal süreya'ya itimat edersek;

ilhan berk namlı büyük şair gençliğinde, ankara sokaklarına çıkar, rastgele kapı zillerini çalarmış. eğer kapıyı açan güzel bir kız ise, "ünlü şair ilhan berk burada mı oturuyor?" diye sorarmış.

"ilhan berk diye bir şair var, üstelik ünlü!.."

3 Mayıs 2014 Cumartesi

karar

yetenek yarışmaları eskiden de vardı. o zaman da nefret ederdim. andy warhol'un vaat ettiği "on beş dakika" için mizahı seçenlerin neredeyse tamamı taklit yaparak şanslarını dener, süleyman demirel, hıncal uluç, erdal inönü gibi popüler kimlikleri tekrar ederdi.

bir arkadaşım, "ben de yetenek yarışmasına katılacağım," demişti. "ve kameranın karşısında öylece durup bir soran olursa, başta hıncal uluç, süleyman demirel ve erdal inönü olmak üzere hiç kimsenin taklidini yapamıyorum, sahip olduğum yegane yetenek bu, diyeceğim.

*

borges neredeyse her akşam -muhtemelen kendisine,"bir rüyayı unuturken" adlı şiiri yazdıran güzeller güzeli viviana aguilar yüzünden- galeria del este'deki la ciudad adlı kitapçıya gidermiş.

yazarın bu alışkanlığından haberdar olanlar da onunla buluşmak için kitapçıya gelir, sohbet etmek ya da kitap imzalatmak için yanına yaklaşırmış. bazan arkadaşı bioy casares de bu dostça toplantılara katılır, kitapçının sahipleri borges'e sevgilerini sunar, borges de bunu kabul edermiş. sıranın uzadığı günlerden birinde, borges ve yakın arkadaşı bioy düzinelerce kitap imzalıyor, bir yandan da şakalaşıyormuş: "adolfito, imzaladığımız onca kitaptan sonra imzasız kitabımızın ne kadar değerli olacağını bir düşünsene.

*

böyle bir niyetim ve yeteneğim yok ama bir gün yazar olursam, özgeçmişime, ot dergisi'nde yazmayan nadir kişilerden olduğumu yazacağım.

1 Mayıs 2014 Perşembe

adalet

başladığı yerde biten, adına hayat dediğimiz bu yolculuğun bir adaleti var galiba.

garip doğar, garip yaşar, garip ölürsünüz.

bunu anlayabiliyorum da, daha otuz olmadan bir insan nasıl kalp krizi geçirip ölür, işte onu anlamıyorum.