29 Kasım 2019 Cuma

vatan

"ille bir şeye benzetecekseniz, her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzeteceksiniz türkiye’yi. bir sürgünü çiçeğe dururken, diğerinin kurumakta, ötekisinin meyve vermekte olduğunu görün. tek bir sürgüne takılıp kalmayın, bütüne bakmayı âdet edinin. unutmayın ki, düz akılla anlaşılmaz, pergele, cetvele gelmez, kendine has bir kimliği vardır türkiye’nin. batmaz. batarsa, okyanuslar taşar."*

*: alev alatlı, nasihatname- önsöz

notgibi: bu alıntı erdem bayazıt'ın ünlü şiiri sana, bana vatanıma, ülkemin insanlarına dair ile birlikte düşünülmelidir.

27 Kasım 2019 Çarşamba

bir masada iki kişi: nefret

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- hatırlıyor musun? "o an gelirse, elden geldiğince soylu yüreklilikle unutalım birbirimizi," demiştim.

- ben de, "saçmalama," demiştim.

- sonra da eklemiştin: "daha iyilerine layıksın da dersin bana."

- daha iyilerine mi layığım?

- hayır. sadece bana layıksın. ama konu bu değil.

- ne peki?

- senden nefret ediyorum. bir defa daha haklı çıktığın için de daha çok nefret ediyorum.

*

ben de öyle. tek fark, bunu söylemenin bir işe yaramadığını biliyordum. belki, ayrılık acısının yerine koyabilirdiniz. hepsi bu.

25 Kasım 2019 Pazartesi

kadın hakları

toplumun, daha açık söylemek gerekirse sistemin kadına bakış açısını bütünüyle onaylamam mümkün değil. "kadınlık"ın bütün kazanımlarına rağmen hâlâ erkek egemen söylem, hâlâ eski tas, hâlâ eski hamam...

bunun sonuçlarını haberlerde, sokakta, evde görüyoruz zaten.

diğer yandan, karşı yakaya da itirazım var. savunduklarına değil elbette. daha çok tavsiye ettiklerine.

sözgelimi, "gece sokağa çıkmak hakkınız, çıkın"... elbette hakları. ama bunu kadınlara değil, kendini adam(!) sayan davarlara anlatmak, öğretmek gerek her şeyden önce.

kendini adam(!) sayan o müsveddelere öğretmeyince bunu ya da muhtabının ne onun ne de toprağın olduğunu, silahsız cepheye gönderilmiş askerlere dönüyor nisa tayfası. sonra da vicdanı olan herkes üzülüyor ama asıl, "ateş düştüğü yeri yakıyor".

o yüzden kadının gece geç vakitte dışarıda olabileceğini, o vakitte dışarıda olmasının onu kötü de ahlaksız da yapmadığını, erkek için tehlike söz konusu değilse kadın için de söz konusu olmadığını o davarların küçük beyinlerine sokmak olmalı ilk adım.

en önemlisi bir erkek bir kadına kahraman olacaksa o kadının kızından başkası olmadığını.

21 Kasım 2019 Perşembe

iki soru - iki cevap

nejat işler'i onu ilk defa izlediğim barda(2007) filminden bu yana takip eder ve çok severim. sadece oyunculuk yeteneği değil, kimselere eyvallah etmeyen tavrı ve rakçı havaları çok hoşuma gider.

tam da bu yüzden daha önce yapmadığım bir şeyi yaparak sözlüğü ile ünlü bir internet sitesinde sevenlerinin sorularına verdiği cevapları okudum.

hem de keyifle...

iki cevabın altını çizdim. çünkü çok hoşuma gitti.

*

"- merhaba, herkesin hayran olduğu bir şeyler vardır. sizin hayran olduğunuz şey nedir?

- fenerbahçe."

"- yıldız tilbe gibi bir dünya yıldızının klibinde oynamış olmak nasıl bir duygu? klipte oynarken yıldız hanım'dan etkilendiniz mi?

- klipte oynar mısın diye telefon geldi, yıldız tilbe'nin askeri olarak emre itaat ettim."


merkez üs: https://eksisozluk.com/ben-nejat-isler-sorularinizi-yanitliyorum--6243515

18 Kasım 2019 Pazartesi

tehlikeli şiirler - kırk dört

tehlikeli şiirler okuyalım leyla
cahit külebi'den çürüyen otlar mesela

I

Bilinmez hangi şehirde
Yaşarsın aşktan habersiz,
Küçük çakıl taşım, nasıl bulayım!
Kaybolmuşsun bir kocaman nehirde.

Bu kimin çocuğu, der, seni görenler.
Benim çocuğum, diye, sesim gelir uzaktan.
Bunca kötülüğü bağışlatır bakışın
Yanakların kızarır ağlamaktan.

Bir gün sokakta rastlasam, ellerini
Alsam avuçlarıma okşasam.
Sıcaklığını tanır da mısralarımdan
Kız kardeşimsin sanırlar belki.

Sen orada, ben burada
Birbirimizden habersiz
Ayrı yaylalarda yeşeren otlar gibi
Bekleye bekleye çürüyeceğiz.


II

Senin oturduğun şehirde
Gökyüzü mavidir benimkinden,
Çiçekler daha taze
Kuşlar bile güzeldir birbirinden.

Şarkılar daha neşeli, daha mahzun
Akşamlar daha garipsi,
Umut alabildiğine geniş,
Umutsuzluksa denizler gibi;

Trenler bile daha sevinçli
Daha kederli gelir gider.
Gençler bütün haşarı
Yaşlılar büsbütün kederlidirler.

Kadınların sütü daha gür, daha ak
Çocukların iştahı, yerinde,
Gemiciler bile daha sarhoştur
Doğup büyüdüğün şehirde.

Garibim! Nazlım! Öksüzüm
Hayal rüzgarlarıyla emzir beni de
Uzak ya, kokunu duyuyorum
Gül gibi açıldığın şehirde.

15 Kasım 2019 Cuma

ayna ayna

kapıyı açıp kalabalığa dönmeden önce aynadaki kadının içleri hâlâ ıslak gözlerine baktı, derin bir nefes aldıktan sonra fotoğraf çekilirken kullandığı öğrenilmiş gülümsemeyle ona gülümsedi.

13 Kasım 2019 Çarşamba

süprüntü

güney koreli yönetmen joon-ho bong'un yönettiği, bu yıl cannes'da altın palmiye kazanan parazit(gisaengchung)'i izleyenler ne düşündü bilmem ama benim ilk aklıma gelen kemal tahir oldu. daha doğrusu, esir şehir üçlemesi'nin son kitabı yol ayrımı oldu.

gençliği ve kendini beğenmişlik ile küstahlık arasında gidip gelen özgüveniyle kemal tahir'i hatırlatan murat, görünüşteki farkın özdeki aynılığı saklayamadığını anlatıyor:

"Fukara evlerin köşeleri bucakları süprüntülerle doludur tıklım tıklım... İrili ufaklı şişeler, paslı çiviler, yamrı yumru delik kaplar, her boyda, her renkte paçavralar... Meşin kırpıntıları. Bir sürü kırık dökük... Eski püskü... Bizim ev böyleydi. 'Bir gün lazım olur,' diye saklıyorduk. Hiçbirinin lazım olduğu zaman bulunup kullanıldığını görmedim. Yoksulluğun verdiği korku, bize yıllarca süprüntü bekçiliği yaptırdı. Bu süprüntü bekçiliği yalnız yoksulların işi değil... Zenginler de de başka çeşit süprüntü bekçisi... Yalnız bekçilik edilen süprüntünün cinsi değişiyor. Hisse senetleri... Tahviller... Değerli taşlar, gümüş takımları, halılar, kürkler... Tablolar... Durmadan artırılmak istenen para... Dünyayı kavrayacak kadar genişletilmesine çabalanan iş... Bunlar da bir çeşit süprüntü...
(...)
Şu bakımdan süprüntü... Bir devlet müzesinin değerini kat kat artıracak bir tabloyu satın alıp duvarınıza asmışsınız da, yıllarca bir kere bile bakmamışsınız. Daha korkuncu, bakmışsınız da hiçbir şey anlamamışsınız. Koca bir salon dolusu kitaplarınız var, duvarları kaplamış baştan başa... Hepsi maroken ciltli... Çoğu tek kalmış dünyada... Numaralı... Lüks baskılar... Birini bile açmamışsın... Okumak için demiyorum, resimlerine bakmak için olsun... Milyonlarınız var, sofrada dana eti posası geveliyorsunuz. Tonlarla şampanya, viski satın almaya gücünüz yeterken, ancak bir bardak maden suyu içmenize izin vermiş doktorunuz... Gene de boyuna biriktiriyorsunuz... 'İleride lazım olur belki,' demeniz bile artık sizi gülünç edecekken... Topladıklarınız süprüntü değil de nedir?
"

9 Kasım 2019 Cumartesi

otuz yıl önce bu zamanlar

dokuz kasım bin dokuz yüz seksen dokuz... yani berlin duvarı'nın yıkıldığı, hatıra ve hediyelik eşya dükkânlarında parça parça satılmasına giden sürecin başladığı gün.

/mevlüt ömer'e itimat edersek, o dükkânlarda satılan parçalar bir araya getirilse sadece berlin'i değil dünyayı, hem de ekvator üzerinden ikiye bölecek bir duvar inşa etmek mümkün olabilirmiş./

tam otuz yıl önce gerçekleşen bu olaya dair başka kentler, başka denizler'in ikinci cildinde güzel bir anekdot vardır. murat belge, olayların göbeğinde olmasına rağmen bu tarihi anı nasıl ıskaladığını anlatır.

günün anlam ve önemine uygun olarak o kısmı okuyayım isterken dalıp gitmişim. kendimi almanya bahsini okurken buldum. wiesbaden üzerine söyledikleri, -ki önceki okumada altını çizmiş, yanına birbirini aynı noktada kesen dört kısa çizgiden mürekkeb yıldızı kondurmuşum- dikkatimi çekti.

çünkü, aylardan kasım. çünkü, son iki kasımı ihmal etsem de "kasım dostoyevski okumadan geçilmez". çünkü, ecinniler'i yeniden, -muhtemelen son defa- okuyorum.

"wiesbaden, (...) dostoyevski'nin sara tedavisi görme gerekçesiyle, ama aslında kumar oynamak için geldiği kent olarak önemlidir. dergisi vremya'nın yazarlarından polina suslova'yla buluşması da cabası. evrensel atasözünü de yalanlayarak (dostoyevski gibi huysuz bir adamda buna şaşmamalı) hem aşkta hem kumarda kaybetti- tedavi de olmadı. polina, sonraki romanlarının "kahredici kadın" prototipinin kaynağıdır."

evet, ben de öyle dedim: "hem aşkta hem kumarda kaybetmek... dostoyevski'ye de bu yakışırdı."

kaldı ki, o söz yanlış. kazanan her ikisinde de kazanır.

7 Kasım 2019 Perşembe

ihtimaller

"Bir kadını yıllar sonra yeniden bulabilir, bir anda karşısına çıkıp yalvarırcasına gözlerinin içine bakabilir, af dileyebilir, hatta onu ikna edip bir şekilde hayatına tekrar sızabilirdiniz. Ama zamanın herkesten eksilttiklerini, bir şeylerin hep yarım kalacağını; yıllar önce şefkatle tutulan bir elin, sevgiyle, âdeta tutkuyla bakan o gözlerdeki ışıltının eskisi gibi olmayacağını da peşinen kabul etmek gerekiyordu ve galiba hepsinden öte en çok bu ihtimalden korkuyordum."*


*: kemal varol, âşıklar bayramı

6 Kasım 2019 Çarşamba

günün sorusu: kaç yıl

müebbet hapis cezası ya da sonsuz aşk kaç yıl sürer?

4 Kasım 2019 Pazartesi

dağların kadını*

şarkıyı da, o kızla nasıl tanıştığımızı da unutmuşum. sonra hatırladım ama.

/okuldan bir arkadaşım boş zamanlarında radyoda çalışmaya başlamıştı. yapacak bir şey bulamadığım bir gün, verdiğim sözü tutup ziyaretine gittim. program arkadaşı da vardı. çay içip sohbet ettik. şenlikli, keyifli bir gündü. ayrılırken ziyaret edecek bir kişi daha olmuştu radyoda. çok geçmedi zaten. arkadaşım yoktu ama geçen defa geldiğimde tanıştığım arkadaşı ve bir kız vardı.

o da radyocuymuş. sabah başlayan neredeyse öğleye kadar devam eden bir program yapıyormuş. biraz hafif, biraz komik. bazan metin de okuyormuş. posta gazetesinin üçüncü sayfasındaki haberler mi, diye sordum cüretime şaşırarak. masmavi ve kocaman baktı. atilla atalay falan, dedi. üstelik, sadece 'komikçi' anlatılarını değil, bazan aşka gelip kitaplarının sonuna eklediği 'kalpli" öyküleri de okurmuş.

bunu saymazsak beni çok güldürdü o gün. eğer öyle bir ödül veriyor olsaydım, "beni en çok güldüren kadın ödülü"nü ona verirdim ayrılırken./

sonra da çok güldürdü beni. galiba ben de onu çok güldürdüm. mesela, "evlenmeden olmaz," dediğimde. kolayca tahmin edeceğiniz üzere, ne evlendik ne oldu.

yine de programının ilk şarkısını benim için çaldı bir süre. o şarkıyı dinlemeden evden çıkmazdım. bazan trafiğe takılır bazan geç uyanır, şarkı da geç başlardı. o zaman koşmam, mahalle camiinin bahçesinden köşegeni boyunca geçmem gerekirdi. evet, o zaman da biliyordum: bir üçgende herhangi bir kenarın uzunluğu diğer iki kenarın uzunlukları toplamından küçüktür. hipotenüs de olsanız bu böyledir.

aslında rakçı olacak kızdı. ama radyonun politikası gereği pop müzik çalmak zorundaydı. o da pop müzikmiş gibi yapan sert parçalar çalardı. deliler'in yeni türkü yerine haluk levent yorumu gibi...

sadece o yorumu değil kıraç'ı da ondan öğrendim. bana "anadolu rock"ının modern temsilcisi gibi görünmüştü. ünlü olunca da hasköy sahilinde bisikletiyle dolaşmaya devam ettiğini, hasköy çocuğu olduğunu öğrenince daha sevdim.

bir gün o ilk şarkıyı beklemeyi bıraktım. çok geçmedi, o şehirden taşındım. radyoda karşıma çıkmazsa kıraç da dinlemez oldum. ama geçenlerde bir röportaj okudum.

/kıraç, o röportajla omuzunun üzerinde düşünen bir kafa taşıdığını bir defa daha göstermiş. sadece orhan pamuk eleştirileri ezbereydi. ingilizce eğitimi konusunda kendisiyle aynı noktada buluşsak da onun geldiği yol farklı ve yanlış. yabancı dil eğitimine değil yabancı dille eğitime karşı çıkmak doğru olan./

kıraç'ı hatırlayınca geçmişe değilse de şarkılarına döndüm. en çok da bu şarkıyı dinler oldum. müzik söz uyumu, kıraç'ın yorumu muhteşem. halk şiiri geleneğini sürdüren, türkü olmaktan son anda vaz geçmiş sözleri harika.

neredeyse iki aydır her fırsatta dinliyorum. çünkü "aç içimde dağ çiçeğim". çünkü "bu ateşin kül olası yok".

*: kıraç, dağların kadını

1 Kasım 2019 Cuma

aşkta tabula rasa felsefesi

tabula rasa, boş levha ya da sayfa demek. felsefede ise yeni bir tecrübeye, her türden bilgi ve öğretiye açık insan manasında kullanılıyor. "aşkta tabula rasa felsefesi"ne gelince, bu ifadeyi daha önce de kullanmış, peşi sıra "yok öyle bir felsefe. ben yazarken uydurdum," demiştim.

adı bu olmasa bile aşkın böyle bir hâli var ama.

böyle bir hâlin varlığına inancım yıllar önce, neredeyse çocukken başlar. takip ettiğim bir dergi vardı. izzet öz'ün bana chris isaak'ı tanıtan yazısı ve iki makaleyi saymazsak unuttum gitti. chris isaak o günden bu yana en sevdiğim yabancı şarkıcıdır. evet, en sevdiğim. çünkü tom waits bir 'aziz'. o iki makale ise beni ben yapan, yorgun ve kirli dediğim bir geçmişi inşa ettiğim taşlardan ikisidir.

iki peş peşe yayınlanan bu makalelerin ilki, "bekliyordu ama gitmedim" başlığını taşıyordu galiba. acı çekmek ya da özlem yerine ilişki sonralarının övgüsüne soyunuyordu. tek başına sinemaya gitmenin güzelliği, ihmal ettiğin keyifler için artık bolca vakit olduğu, vicdan azabı çekmeden arkadaşlarına zaman ayırabileceğin falan... ikinci makaleden hatırladığım ise, son cümlesi: artık yeni bir ilişkiye hazırsın.

kendi adıma konuşursam; yorgun ve kirli dediğim o geçmişte, kendimle gurur duyduğum davranışların bir kısmı işte bu iki yazı sayesindedir.

bir dalı bırakmadan öbür dala tutunmadım mesela. yedekte kimseyi bulundurmadım. durdum işte öyle... "napıyosun diye soran olursa, hiç işte duruyorum," dedim. unutmadım ama aklım hiçbir zaman geçmişte kalmadı. anı parçasına dönüştü, anlatmaktan keyif aldım ama hiçbir zaman özlemedim. bu yüzden her aşk ilk gibiydi benim için. kaldı ki, böyle olmadan da her ilişki biricik ve tektir. başka bir deyişle ilktir. hiçbir öpüşme başka bir öpüşmeye benzemez örneğin.

bu, ilişkilerin ahlâki yanına dair bir tutum. bir de olayın mantık yanı var.

bunu yapmadığınız, yani her şeyi unutup yeni bir ilişkiye hazır olmadığınız takdirde olacaklar bellidir. ilişkinin daha başında, yaşanan günlere dair hayallerin ya da beklentilerin altını kazıp yıkıveren bir anımsama ve karşılaştırma mekanizmasını harekete geçer. her yaşanan şey, yegâne olmayı bırakır ve birbirinin kopyası parçalara dönüşür. her şey aynileşip hiçbir şey fark etmez olduğunda da, keşke o burada olsaydı dersiniz. elleri neden sondan ikinci gibi değil ki, diye isyan edersiniz. sondan beşincinin kocaman gözleri aklınızdan çıkmaz. sondan on sekizincinin getirdiği bir bardak suyu sarıp sarmaladığınız pamukların arasından çıkarıp tekrar tekrar bakarsınız.

tabula rasa hâli için bekleyişin süresi farklıdır elbette. bazıları için bir yıl uzundur. bazıları için de, "önümde onu unutacak kadar zaman olduğunu sanmıyorum," der, unutmayı denemezsiniz bile.