26 Ağustos 2015 Çarşamba

bir kaç saat daha

ona telefon numaramı verirken beni her an arama hakkını da verdiğimi elbette biliyordum. üstelik o yeterince kıymetli, biz oldukça samimiydik.

bu yüzden gecenin on ikisinde ağlamaktan bir şey anlatamadığı, "annem" ve "intihar" kelimelerini hıçkırık ve göz yaşlarının arasında ayırt etmeyi başarınca koşarak yaşadığı şehre gittiğim de oldu, sabahın dördünde telefonun bir ucundan ona, biraz sarhoş, biraz büyümekten korktuğu ve eski sevgilisini deli gibi özlediği için yüz defa bizzat kendisinin saydığı "dünya yerinde durdukça ben de yanında olacağım," dediğim de...

bir defasında daha insaflı bir zamanda aradı. akşam beş gibi. havanın erken karardığı kış günlerinden biriydi. her zamanki gibi bahçe duvarının köşe yaptığı yerden bahçelerine atlamak yerine kapı önünde durup evden çıkmasını bekledim.

"sigaram yok. sigara alalım," dedi. gittiğimiz büfeden bira da aldı. benim içinse 'şeftalili ays ti'. evlerinin sokağındaki küçük bir park vardı. parkın içinde de basketbol sahası. oraya gittik. aslında başka yerde durması gereken, seyredenler otursun diye oraya taşındığı belli bir park kanepesine oturduk. o birasını, ben 'şeftalili ays ti'mi içtim. sonra bana hiç anlatmadığı bir hikâye anlattı.

lise üçte deli gibi aşık olduğu çocuğu. çocuğu daha önceden biliyordum ama bu hikâye yeniydi. çocuk, "bu gece bana geleceksin. yoksa her şey biter," demiş. ama mümkün değil, diyor. ne bizimkilerden izin alabilirim, ne de bizimkilerin bana güvenini kötüye kullanabilirim. mümkün değil, gidemem. ama, tamam, dedim. neden yalan konuştuğunu sordum. bitecekse bitsin. gülümsedi. "onu o kadar seviyordum ki. beni terk edecekse akşama terk etsin bir kaç saat daha fazla sevgilim olsun istemiştim," dedi.

şimdi mi? dünyanın bir ucunda, batı kıyısında oturuyor. melekler şehrinde. bir kaç yıl önce yakışıklı bir adamla evlendi. ve ben düğünlerinde yoktum.

Hiç yorum yok: