dergâh'ın üç yüz on numaralı aralık sayısını gördünüz mü? mustafa kutlu, kısacık bir mektupla yirmi beş yılın ardından derginin 'yazı işleri' görevini ali ayçil'e devrettiğini açıkladı.
demek ki büyüdük. artık yaşlanabilirim. bir gün dergâh'ın kapısını çalıp bir çayını içme, elini öpme hayali ise yerli yerinde.
*
erzincanlı. atatürk üniversitesi'nden mezun. hocaların hocası orhan okay hoca'nın öğrencilerinden. "hareket"li yılların peşi sıra kısa süren öğretmenlik macerası ve sonu "dergâh"a çıkan yayıncılık yılları. bir yandan da yazıyor, hem de ne güzel yazıyor.
bir modern zaman dervişi. bu, "hareket"li yıllardan sonra vardığı "dergâh"ın her şeyi olmasından belli. sadece yazarlığı değil, edebi manada sezgisi de güçlüydü. nazan bekiroğlu'nun şiir yerine öyküde karar kılmasında, süleyman çobanoğlu, hakan arslanbenzer ve ibrahim tenekeci üzerindeki etkisi büyüktü.
sabahattin ali etkisindeki ilk dönem hikâyeleri sır'la yeni döneme girer: sosyal gerçekçi bakıştan manevi olan geçer bir manada. uzun hikâye ise romanla öykü arası bir türe konukluktur. yazan aynı güzel adam olduktan sonra ne fark eder ki? fenerbahçe bile yazsa okurum. ki, yazdı.
belki atladığım yazıları olmuştur ama bütün kitaplarını okudum. bahse değmez hayatımda gurur duyduğum işlerimden biridir bu. son dönem kitaplarının okuru olsam da, beni ona asıl bağlayan dergâh'ın arka kapağında okuduğum, "güzel bir gün nasıl olur?"u anlattığı deneme ile mücahit babasının savaştan dönmesini bekleyen küçük çocuğun hikâyesidir. mahzun mücahit soğuk bir kış günü halk kütüphanesinin arşivinden çıkarıp sobadan uzak bir köşede okuduğum dergilerin birindeydi. ve çok ağlamıştım.
yeni şafak'ın yeni şafak, kanalyedi'nin kanalyedi olduğu zamanlarda spor yazıp sinemadan konuşurken de, istanbul'un gözden ırak düşen yerlerini gönlümüze bağlarken de güzeldi.
ama uzun hikâye ile başlattığı ve her yıl ramazanla gelen, romana göz kırpan ama hikayeciliğinin tadından taviz vermeyen "uzun hikâye"leridir asıl beni benden eden.
onu okurken kalbimizin üzerinde bir ağırlık, yüzümüzde bir tebessüm, daima ikisi bir arada olur. yalın bir dil, sade bir işçilikle bu coğrafyanın öykülerini anlatır. değerlerine düşkün her yazar gibi anlattıkları bizden, konuları tanıdık. zamanın bir parçasına tutunmamızı sağlayan, toplum olarak nereden nereye geldiğimizi ve yakın zamanların bizden neleri alıp götürdüğünü anlatan dipnotlar.
biraz da çocukluğumun kemalettin tuğcu'su; yokluğun acısını bizlerle paylaşıp güzel günlere inanmamızı sağlayan.
fenerbahçeli. hacı. ressamlığı da var.
ve kitaplarından en çok yoksulluk içimizde'yi seviyor.
*
allah uzun ömür versin kendisine. ve sağlık. hayalim gerçek olmadı belki ama değişti. her ne kadar, yol arkadaşı ezel erverdi, "yayınevindeki masası, köşesi hep duracak, istediği zaman gelecek," dese de, şimdi o bir bardak çayı, bir yaz günü denizi gören rüzgarlı bir çay bahçesinde içmek istiyorum. yanımızda ercan kesal'da olsun. hatta, henüz tanışmamışlarsa o tanışıklığa ben vesile olayım.
demek ki büyüdük. artık yaşlanabilirim. bir gün dergâh'ın kapısını çalıp bir çayını içme, elini öpme hayali ise yerli yerinde.
*
erzincanlı. atatürk üniversitesi'nden mezun. hocaların hocası orhan okay hoca'nın öğrencilerinden. "hareket"li yılların peşi sıra kısa süren öğretmenlik macerası ve sonu "dergâh"a çıkan yayıncılık yılları. bir yandan da yazıyor, hem de ne güzel yazıyor.
bir modern zaman dervişi. bu, "hareket"li yıllardan sonra vardığı "dergâh"ın her şeyi olmasından belli. sadece yazarlığı değil, edebi manada sezgisi de güçlüydü. nazan bekiroğlu'nun şiir yerine öyküde karar kılmasında, süleyman çobanoğlu, hakan arslanbenzer ve ibrahim tenekeci üzerindeki etkisi büyüktü.
sabahattin ali etkisindeki ilk dönem hikâyeleri sır'la yeni döneme girer: sosyal gerçekçi bakıştan manevi olan geçer bir manada. uzun hikâye ise romanla öykü arası bir türe konukluktur. yazan aynı güzel adam olduktan sonra ne fark eder ki? fenerbahçe bile yazsa okurum. ki, yazdı.
belki atladığım yazıları olmuştur ama bütün kitaplarını okudum. bahse değmez hayatımda gurur duyduğum işlerimden biridir bu. son dönem kitaplarının okuru olsam da, beni ona asıl bağlayan dergâh'ın arka kapağında okuduğum, "güzel bir gün nasıl olur?"u anlattığı deneme ile mücahit babasının savaştan dönmesini bekleyen küçük çocuğun hikâyesidir. mahzun mücahit soğuk bir kış günü halk kütüphanesinin arşivinden çıkarıp sobadan uzak bir köşede okuduğum dergilerin birindeydi. ve çok ağlamıştım.
yeni şafak'ın yeni şafak, kanalyedi'nin kanalyedi olduğu zamanlarda spor yazıp sinemadan konuşurken de, istanbul'un gözden ırak düşen yerlerini gönlümüze bağlarken de güzeldi.
ama uzun hikâye ile başlattığı ve her yıl ramazanla gelen, romana göz kırpan ama hikayeciliğinin tadından taviz vermeyen "uzun hikâye"leridir asıl beni benden eden.
onu okurken kalbimizin üzerinde bir ağırlık, yüzümüzde bir tebessüm, daima ikisi bir arada olur. yalın bir dil, sade bir işçilikle bu coğrafyanın öykülerini anlatır. değerlerine düşkün her yazar gibi anlattıkları bizden, konuları tanıdık. zamanın bir parçasına tutunmamızı sağlayan, toplum olarak nereden nereye geldiğimizi ve yakın zamanların bizden neleri alıp götürdüğünü anlatan dipnotlar.
biraz da çocukluğumun kemalettin tuğcu'su; yokluğun acısını bizlerle paylaşıp güzel günlere inanmamızı sağlayan.
fenerbahçeli. hacı. ressamlığı da var.
ve kitaplarından en çok yoksulluk içimizde'yi seviyor.
*
allah uzun ömür versin kendisine. ve sağlık. hayalim gerçek olmadı belki ama değişti. her ne kadar, yol arkadaşı ezel erverdi, "yayınevindeki masası, köşesi hep duracak, istediği zaman gelecek," dese de, şimdi o bir bardak çayı, bir yaz günü denizi gören rüzgarlı bir çay bahçesinde içmek istiyorum. yanımızda ercan kesal'da olsun. hatta, henüz tanışmamışlarsa o tanışıklığa ben vesile olayım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder