30 Mayıs 2013 Perşembe

hasan ali toptaş ve 'pessoa'sı

her şey bir kaç ay önce roll dergisinin eski sayılarını karıştırırken başladı. ama ben bunun bir başlangıç olduğunu bilmiyordum.

hep olduğu gibi alınacak notlar, deftere yazılacak cümleler çıktı. notlarımı aldım, bir kaç tane de "terk-i terk defteri"nin hissesine düşen cümle...

orada, burada, her yerde takvim yaprakları uçuştu ve bugünlere geldik.

sosyal medya kanalıyla tanıdığım ama paylaştığımız her şey bana "o eski zaman tanışıklığı"nın deliliymiş gibi görünen bir dostun internetin boşluğuna fırlattığı bir cümleyi okudum: "hayat nedir diye sorarsan, bilmiyorum evlat; sormazsan biliyorum."

o sözü ben de biliyor ve seviyordum ama bir hata vardı. yanılıyor olamazdım. çünkü o cümle deftere not düştüklerimden biriydi. defteri açtım; evet, cümle hasan ali toptaş'a değil, haraptarlı nafi'ye ait.

uyarmak için hazırlandım ama insanlar nasıl shakespeare'in yazılışını doğru bildiği halde "ulu gugıl"a sormadan yazmıyorsa ben de öyle yaptım. ve karşıma yakın dostu ethem baran'ın hasan ali toptaş'la yaptığı harikulede bir söyleşi çıktı.

söyleşi, şu sıra okuduğum heba'yı saymazsak hasan ali toptaş'ın okumadığım tek romanı olan bin hüzünlü haz'zın iletişim yayınları tarafından yeniden basılması münasebetiyle yapılmış.

hikâyeye söyleşiden devam edelim:

"haraptarlı nafi'den (!) alınan epigraf, daha doğrusu haraptarlı nafi edebiyatımızda az rastlanan hikâyelerin doğmasına yol açtı. tanınmış yazarlarımızdan birinin bir söyleşisinde onun kitaplarını okuduğunu söylemesi gibi… senin de kulağına çalınmıştır bu tür hikâyeler…

evet, kulağıma çalınan bazı şeyler var bu konuda. haraptarlı nafi diye biri yok tabii. daha doğrusu, böyle biri sadece bin hüzünlü haz adlı romanın içinde var; alaaddin'in şehzade farz edildiği bölümde, onun saraydaki hocalarından biri. dolayısıyla epigraf romanın içinde mevcut ve roman kendi cümlesinin rüzgârıyla başlıyor, kendinden el alıyor… bin hüzünlü haz için, yapı açısından bu önemliydi, ille de böyle bir şey olsun istiyordum. aziz augustinus'un bir sözü vardır; "zaman nedir, kimse sormadığı zaman cevabını biliyorum; ancak sorulduğunda ne diyeceğimi bilemiyorum" der. bu sözü ben haraptarlı nafi'nin ağzından, başka bir şekilde; "hayat nedir diye sorarsan bilmiyorum evlat, sormazsan biliyorum" diye söylettim. tabii, romanda bu sözü söyleyen kişinin adını da düşündüm o sırada, ne olsun diye. aklıma senaryosunu yavuz turgul'un yazdığı, yönetmenliğini de nesli çölgeçen'in yaptığı züğürt ağa filmi geldi. ben o filmi çok severim, defalarca seyretmişimdir. filmdeki köyün adı bile acayip hoşuma gitmiştir; haraptar… bir hayli dokunaklı bir ad; içinde viran görüntüler, iflah olmaz yaralar barındırıyor ve bunları barındırdığı için de, her an ayağa kalkacakmış gibi duran tuhaf bir enerji taşıyor. sonuçta, romandaki kişi o filmdeki köyden, haraptar'dan olsun istedim. tabii, bu aynı zamanda yavuz turgul'a, nesli çölgeçen'e ve sinema sanatına gönderilmiş incecik bir selamdı. nafi'yi de nafile kelimesinden aldım ve böylece "haraptarlı nafi" ortaya çıktı."

3 yorum:

pelinpembesi dedi ki...

böyle olur zaten. birbiriyle ilişkili, zincirleme bilgiler karşımıza çıkar sırasıyla. bu yakaladıklarında çok güzel..

verbumnonfacta dedi ki...

ben yaşadığımız -ve hatta yaşa(ya)madığımız- her şeyin bir manası olduğuna inanıyorum.

bu hikâye de öyle bir şey.

Fatma Başar dedi ki...

Arka Kapak dergisinin Kasım sayısında Hasan Ali Toptaş'ın dosya konusu olduğu bölümü okurken gördüm Haraptarlı Nafi'yi. Araştırırken sizin yazıyı gördüm internette. Gerçekten çok güzel açıklamışsınız. Teşekkürler :)