adını cumhuriyet meydanı'ndaki kadim ağaçtan alan şehrin en büyük marketi.
acelem var. henüz geç kalmış değilim ama kalacağım. eğer peynir reklamı yapan duvar saati doğruysa geç kaldığım beş dakika sonra resmiyet kazanmış olacak.
alacağım şey bu rafların hemen arkasında ve en başta: üzerinde 'incir ezmesi' yazan ama benim incir reçeli diye sevdiğim şey. bu sabah da kahvaltı sofrasında olsun istiyorum. hem de beni kahvaltıya davet eden güzel insanlar bu güzellikten nasiplensinler.
muhtemelen marketin reklamlarını yayınladığı için açık olan ve müşterilere geçmeyen bir rahatsızlık armağan etmekten başka işe yaramayan radyonun spikeri her zaman olduğu gibi posta gazetesi'nin üçüncü sayfasından komiklik devşirmeye çalışıyor. o koşturmaca sırasında hangi spiker olduğunu henüz anlayabilmiş değilim; kapitolradyo diyen mi, yoksa kepıtılradyo demeyi tercih eden mi?
köşeyi döndüm. tanrım, raflardaki ürünler farklı. ürünlerin yerlerini yeniden düzenlemiş olmalılar. o an gözümün önüne, yönetmen kathryn bigelow'ın çaresizlik ve de tek başınalığı çok iyi anlatan bir görüntü tercihiyle the hurt locker filminin baş kahramanı çavuş william james geldi: sözde savaşın ortasında bombalarla dans ettikten sonra eve dönmüş büyük kahramanın(!) markette mısır gevreği rafları karşısında yaşadığı "büyük çaresizlik".
gözlerim abdullah'ı aradı. onu bulup, "abdullah bey söyler misiniz," diye söze başlamak istiyorum. "abdullah bey söyler misiniz, ürünlerin yerinin sabit kalması ve neyi nerede bulacağını bilen müşterinin sadakati mi yoksa yeri sürekli değişen ürünleri bulmaya çabalarken evvelce aklında olmayan bir ürünü de alış-veriş sepetine atan müşteri profili mi market tarzı bir işletmeye daha çok kâr getirir, başlıklı bir çalışma istatistik, matematik, işletme, ekonomi branşlarının hangisinde tez konusu olabilir?"
bakmayın "bey" dediğime, abdullah benim ilkokul arkadaşım. marketin müdürü. o söylemez ama ortaklarından da olduğunu biliyorum. liseden sonra okumadı; askere gidip, lise boyunca aşık olduğu kızla evlendi. iki erkek çocuğun peşi sıra bir de kızları var artık. başlangıçtaki "bey", sadece ne kadar öfkelendiğimi anlasın diye. üniversite, tez vs. işin içine girince bozulmuş numarası yapacak ama merak etmeyin; peşi sıra, üç defa istanbul'a gidip türkiye'nin en iyi doktoruna yaptırdım dediği dişlerini gösteren şen bir kahkahanın eşlik ettiği, "kıroyum ama para bende," tarzı bir cümle kuracak, ben de geciktiğimle kalacağım.
ama bütün bunlar için ilk önce onu bulmalıyım.
tam o sırada radyonun kapitolradyo diyen mi, yoksa kepıtılradyo demeyi tercih eden mi olduğunu hâlâ anlayamadığım spikeri sıradaki şarkıyı girdi.
*
üniversite son sınıfın yazı. yakari bana bilet almış, "git ve boyunun ölçüsünü al, kafanda soru işareti kalmasın," demişti. bir vapurun içinde değilse de bir otobüsün içinde koşuyorum, yepyeni bir hata için iniyorum akdeniz'e. otobüsün trt-fm'e ayarlı merkezi radyosunda çalmaya başlayan şarkıyla gittiğim yerlerden koltuğuma döndüm. tarkan söylüyordu: dön bebeğim.
tarkan'ı en çok o zaman sevdim. şarkılardan fal tutmamıştım ama bu bir işaretti, boşuna gitmiyordum o şehre. ne boş bir iyimserlikmiş. bomboş...
*
artık geç kaldığım kesinlik kazandı. bir yıl. beş yıl. on yıl. belki bir hayat.
acelem var. henüz geç kalmış değilim ama kalacağım. eğer peynir reklamı yapan duvar saati doğruysa geç kaldığım beş dakika sonra resmiyet kazanmış olacak.
alacağım şey bu rafların hemen arkasında ve en başta: üzerinde 'incir ezmesi' yazan ama benim incir reçeli diye sevdiğim şey. bu sabah da kahvaltı sofrasında olsun istiyorum. hem de beni kahvaltıya davet eden güzel insanlar bu güzellikten nasiplensinler.
muhtemelen marketin reklamlarını yayınladığı için açık olan ve müşterilere geçmeyen bir rahatsızlık armağan etmekten başka işe yaramayan radyonun spikeri her zaman olduğu gibi posta gazetesi'nin üçüncü sayfasından komiklik devşirmeye çalışıyor. o koşturmaca sırasında hangi spiker olduğunu henüz anlayabilmiş değilim; kapitolradyo diyen mi, yoksa kepıtılradyo demeyi tercih eden mi?
köşeyi döndüm. tanrım, raflardaki ürünler farklı. ürünlerin yerlerini yeniden düzenlemiş olmalılar. o an gözümün önüne, yönetmen kathryn bigelow'ın çaresizlik ve de tek başınalığı çok iyi anlatan bir görüntü tercihiyle the hurt locker filminin baş kahramanı çavuş william james geldi: sözde savaşın ortasında bombalarla dans ettikten sonra eve dönmüş büyük kahramanın(!) markette mısır gevreği rafları karşısında yaşadığı "büyük çaresizlik".
gözlerim abdullah'ı aradı. onu bulup, "abdullah bey söyler misiniz," diye söze başlamak istiyorum. "abdullah bey söyler misiniz, ürünlerin yerinin sabit kalması ve neyi nerede bulacağını bilen müşterinin sadakati mi yoksa yeri sürekli değişen ürünleri bulmaya çabalarken evvelce aklında olmayan bir ürünü de alış-veriş sepetine atan müşteri profili mi market tarzı bir işletmeye daha çok kâr getirir, başlıklı bir çalışma istatistik, matematik, işletme, ekonomi branşlarının hangisinde tez konusu olabilir?"
bakmayın "bey" dediğime, abdullah benim ilkokul arkadaşım. marketin müdürü. o söylemez ama ortaklarından da olduğunu biliyorum. liseden sonra okumadı; askere gidip, lise boyunca aşık olduğu kızla evlendi. iki erkek çocuğun peşi sıra bir de kızları var artık. başlangıçtaki "bey", sadece ne kadar öfkelendiğimi anlasın diye. üniversite, tez vs. işin içine girince bozulmuş numarası yapacak ama merak etmeyin; peşi sıra, üç defa istanbul'a gidip türkiye'nin en iyi doktoruna yaptırdım dediği dişlerini gösteren şen bir kahkahanın eşlik ettiği, "kıroyum ama para bende," tarzı bir cümle kuracak, ben de geciktiğimle kalacağım.
ama bütün bunlar için ilk önce onu bulmalıyım.
tam o sırada radyonun kapitolradyo diyen mi, yoksa kepıtılradyo demeyi tercih eden mi olduğunu hâlâ anlayamadığım spikeri sıradaki şarkıyı girdi.
*
üniversite son sınıfın yazı. yakari bana bilet almış, "git ve boyunun ölçüsünü al, kafanda soru işareti kalmasın," demişti. bir vapurun içinde değilse de bir otobüsün içinde koşuyorum, yepyeni bir hata için iniyorum akdeniz'e. otobüsün trt-fm'e ayarlı merkezi radyosunda çalmaya başlayan şarkıyla gittiğim yerlerden koltuğuma döndüm. tarkan söylüyordu: dön bebeğim.
tarkan'ı en çok o zaman sevdim. şarkılardan fal tutmamıştım ama bu bir işaretti, boşuna gitmiyordum o şehre. ne boş bir iyimserlikmiş. bomboş...
*
artık geç kaldığım kesinlik kazandı. bir yıl. beş yıl. on yıl. belki bir hayat.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder