20 Nisan 2012 Cuma

duraklamak

bunları evde, buradaki yazıların neredeyse tamamını yazdığım odada değil de pastane, tatlıcı, dondurmacı karışımı bir mekanda bir yandan karşı masadaki çifti seyrederek yazıyorum.

*

seyahat öncesinde ajandasına ilk önce müzeleri ve parasına göre şehrin iyi lokantalarını yazan biri oldum hep. belki de bu yüzden, yunan kültürü ve hıristiyan dünya görüşü üzerine inşa edilen dünyanın müzelik hallerinden artık sıkıldım: ikona, insanlar kutsal kitabı daha iyi anlasın diye resmedilen dini öyküler, heykeller ve her ne kadar botero ve munch gibi denemeler gözümüzü gönlümüzü açsa da özellikle madonna...

eğer seyahat bir hafta sonundan daha fazlası ise yolculuk çantasına mutlaka koşu ayakkabılarını ve diğer koşu kıyafetlerini de koyarım. böylece hem hoşladığım bir eylemden uzak kalmamış hem de kaldırıma tebeşirle çizilmiş hissi veren turist rotasından kaçarak bazı özel keşiflerin keyfini yaşamış olurum. yabancı bir şehrin sokaklarında koşmanın hazzı ile beni kurtlar kapsın diye sürüden ayrılmanın bahanesi bu keyifte birleşir.

yola çıkarken heybeme işte bu iki duyguyu koymuştum. şehri dolaştığımız ilk günün sonunda da koşu güzergahı hazırdı.

ikinci gün vakit akşama yaklaşırken otelin önüne çıktım, otelin önünden geçerek sağa ve sola uzanan yolun sağ ucundaki maviliğe doğru koşmaya başladım. denizle aramıza girecek tren istasyonundan sola dönülecek ve bir kaç dakika sonra aynı denizle arasına bir şey kabul etmeyen sahil yolu boyunca koşulacak. mesafeyi kestiremiyorum ama bu yolu takip edersem yolla deniz arasına sadece bir balıkçı sığınağı girecek.

mesafe kısaymış. ya da bilinçaltı denilen bilinmez, kurtlar için evden biraz daha uzaklaşmamı söylüyordu. dönüş yolunda balıkçı sığınağının mendireğine saptım. bu hayatta, denizi ve dünyayı seyretmeye 'son-uç'tan daha uygun bir yer olamaz. tavsiye ederim.

o civardaki tek deniz fenerinin deniz doldurulduğu için denize yüzlerce metre uzak düştüğünü, kıyı ve denizdeki tehlikelerden balıkçı ve gemileri korumak için oraya buraya isa, aziz ve madonna heykelleri ve kocaman haçlar kondurduklarını biliyordum. dolayısıyla mendireğin ucunda bekleyen heykeli de.

heykeli dolaşıp tam önünde durdum. nefesim düzelsin, kaslarım dinlensin diye bacaklarımı kırmadan öne eğildim ve belden yukarısı yere paralel biçimde avuçlarımı dizlerime dayadım. bir kaç nefes sonra yavaş yavaş başımı kaldırdım.

önce rüzgarda bir kadın elbisesinin etekleri uçuştu. sonra pelerin ve elbiseyi birlikte tutan sol el. sağ el ise kolla bir olup, kadının yüzüne doğru uzanan, yanağına dokunmaya çalışan bir bebeği taşıyordu. ve sadece bir girintiden ibaret o gözleri kendisine uzanan minicik parmaklara ve bebeğin yüzüne tarifsiz bir şefkatle bakıyordu.

herhangi bir imalathanede binlerce benzeri gibi kalıplara dökülerek yapılmış, hiçbir özelliği olmayan sıradan bir heykeldi. ama orada durup, bir mucizeyle karşı karşıyaymış gibi o heykeli seyrettim. tıpkı, uzun süren müze gezmelerinin sonunda, gelmişken burayı da görelim denilerek girilmiş bir koridorun karanlığında aniden karşınıza çıkan resimler, bilmem hangi kralın yazlık sarayının arka terasında henüz muhteşem bir arka bahçeye dönüşeceğini bilmediğiniz uçurumun başında sizi bekleyen melek heykeli gibiydi.

*

o an bunu birilerine anlatmam gerektiğini biliyordum. tıpkı o heykelde, sevdiğim kadının anne halini görmüş olduğumu bildiğim gibi.

peki ya şimdi, kendi pastası dururken bir çubuğun ucundan tutarcasına kavradığı çatalını babasının tabağına götürmeye çalışan küçük kıza bakarken?

2 yorum:

cecil dedi ki...

tek bir dilim
iki çatal
ve küçük kızla başbaşa . .

verbumnonfacta dedi ki...

güzel manzaraydı