/tercih etmem. çünkü, meslek icabı okur olmayan her okur gibi ben de kitapla hemhâl olmayı, gündelik hayattan kaçıp okuduğum kitabın dünyasında kaybolmayı tercih ederim. ve aynı anda iki ya da daha çok kitaba mesai ayırmak bu büyüyü bozar./
öyleyse...
olay şöyle gerçekleşti:
alışverişi yaparken değil, daha haberini alır almaz yeni yılın ilk kitabı olarak john fowles'ın günlüklerini [günce, birinci cilt: 1949 - 1965] okuyacağım kesindi. ama kitabı elime alır almaz ansiklopedi boyutunda olduğunu, hacmine bakılırsa öyle pek de kısa sürede bitmeyeceği gerçeğiyle yüzleştim.
ama nasıl da okumak istiyorum?
eğer, bir süre günlük, hatıra ya da söyleşi tarzı bir kitap okumazsam pekala olabileceğini düşünerek kitaba başladım. genellikle iki kitap arasında okuyarak altmışlı yıllara kadar geldim.
/keyifle okuyor olsam da yirmili yaşlarımda okumayı tercih ederdim bu kitabı.
sanata ve edebiyata dair sancıları o kadar tanıdık ki, bu hayatta yalnız olmadığımı düşünür daha huzurlu olurdum./
bin dokuz yüz ellili yıllar boyunca sanattan konuşan, aşkın ve kadınların peşinden koşan, ebeyenlerinden siyasilere herkesi eleştiren, ege denizini, öğrencilerini, çiçekleri, yolları anlatan, muhatap oldukları hakkındaki fikirlerini apaçık yazan, hatta e. ile yasak ilişki olarak başlayan aşklarına "elizabethli yıllar" diye bir bölüm ayıran john fowles, günlüğünde noel'den, paskalya'dan, sömestr tatilinden, bilmem ne yortusundan, bir yerlerin kurtuluşundan (şaka!) bahsediyor da sevgililer gününe dair tek bir kelime etmiyor.
aşkın peşinde koşan, neredeyse karşına çıkan her kadına aşk ihtimali bir adam, kendini kadınlarla tamamlamak isteyen iflah olmaz bir romantik ve yasak ilişki olarak başlayan ve evlilikle nihayetlenen güçlü bir aşkın erkek tarafı ama on dört şubatta sadece elizabeth'e değil aşık olduğu, aşık olduğunu sandığı, flört ettiği kızların hiçbirine hediye almıyor, romantikleşip sevgiliyi anmıyor.
bırakın "lüle taşından gerdanlık"ı "sapanca'dan bir sepet elma" bile yok yani.
iyi eğitimli bir ingiliz o. mitolojiyi, yunan klasiklerini ve tarihi bilen bir hristiyan. ama nedense on dört şubat geldiğinde eleştirmek için bile olsa 'aziz' ya da 'saint' valentine aklına gelmiyor.
ama ondan yetmiş yıl sonra bizler sevgililer günü uğruna kan döküp kalp kırıyoruz.
çünkü, "tüketin!" buyuruyor kapitalizm. sosyal medya ve popüler kültür bu emri yankılıyor. sonra da aşka dair sanıyoruz olan biteni.
akşama solacak güller, zengin kızları daha da zengin edecek çikolata dolu kutular, sosyal medyada bir kaç fotoğrafla paylaşılacak akşam yemekleri, çok geçmeden unutulacak objeler, durduğu yerde toz tutacak peluş ayılar.
hepsi bu.
2 yorum:
Şimdi gençlerde viral olmuş sahneler olmazsa sevgililere trip atıyor kızlar. En az 30 kırmızı gül alınacak, yanına mutlaka ünlü bir markanın ( markası kocaman kocaman gözükmesi lazım) hediyeyi oğlan arabasında yan koltuğa koyacak. Kız kapıyı açtığında bunları görecek ve videosu çekilip hemen paylaşılacak. Nereden mi biliyorum, kızım bu videoları izlettiriyor sürekli. Hatta kızlar şöyle diyormuş;
'' Parası olmayan erkeği anası sevsin''
bu cümleyi ilk defa duyuyorum. neleri yitirdiğimizi, artık neyin önemli olduğunu, aşk ya da sevgi sandığımız şeyin ne olduğunu suratımıza çarpıyor.
oecd'nin sonuçlarını paylaştığı bir araştırmaya göre korona süreci yüzünden iyi yazamayan, okuduğunu tam anlayamayan bir kuşak yetişti. bu kuşak en çok iki yaş grubundan oluşuyor ama sizin işaret ettiğiniz ve cok daha geniş bir yaş grubunu kapsayan bir grup var.
çocukkların okuması yazması düzelir de bunlar ne olacak hicbir fikrim yok.
Yorum Gönder