13 Kasım 2015 Cuma

bin bir

evet, bu yazı, "ölmeden önce okumanız gereken bin bir yazıdan biri". ve sonuncusu.

gerçi yayınlandıktan hemen sonra kaldırdığım bir yazı ve her yıl eskisini silerek güncellediğim bir başka yazı var ama olsun. ben "blogspot"un tuttuğu muhasebe kayıtlarını geçerli sayıyorum.

içlerinde tek cümleden ibaret yazılar olduğu gibi bana, bu kadar şeyi nasıl ve niye yazmışım diye düşündürten uzunlukta yazılar da var. ama hiçbiri boşuna değil. hepsini de özenerek yazdım. elimden gelenin en iyisi bu dediğim anda da "yayınla"dım. elbette ki, kusursuz değiller. eğer bir güzelliği varsa, gören gözlere denk geldiği içindir.

geçtiğimiz eylül ayında altı yıl bitti. başlarken bu kadar uzun süre yazacağımı bilmiyordum. aslına bakarsanız bu kadar yaşayacağımı da. o dönem ulaşabildiğim bütün kitaplarını ve hakkında yazılı ne varsa okuduğum fernando pessoa'nın bu blog üzerindeki etkisini hiçbir zaman inkar etmedim. tıpkı, bu deniz feneri yalnızlığında kendi kendime konuşamadıklarımı -yoksa deli derler- buraya yazdığımı inkar etmediğim gibi.

başlangıçta üç "etiket" olacak diye plan yapmıştım: önsöz, altı çizili satırlar, o sahne... ama "bir masada iki kişi" ve "günün sorusu" adeta kendini dayattı. sonra da olaylar gelişti. düşünün; "enstantane" ve "okumadan kitap eleştirisi" diye "etiket"ler var.

okunmayı önemsedim elbette. yoksa defterlerimden çıkmazdım. ama okunurluğun "takip edenler"le alakalı olmadığını biliyorum. ben nasıl "takip edenler"e dahil olmaksızın bir çok blogu takip ediyorsam aynısının bu sayfalar için geçerli olduğunu da biliyorum. kaldı ki, sosyal medya denilen ummanda gerçek takipçi sayısının görünürdeki rakamın sekizde biri civarında olduğunu söylüyor araştırmalar.

yazdıkça yazasım geldiğini, araya mesafe girdikçe bu sayfadan uzaklaştığımı fark ettim zamanla. yine de iki bin on mayısından temmuz ayına kadar süren iki aylık boşluk dışında düzenli olarak yazdım. hatta hayatımın en büyük korkusunu yaşadığım, abime sarılıp - ki kendisi büyük teyzemin büyük oğludur-, "allah varsa buna izin vermez, abi" dediğim günlerde bile burayı otomatik pilota alıp devam ettim. çünkü, burası yaşadığımın onayı bir manada.

her "blogger"ın kaderi olan ve "taslaklar"da çürüyen yazılardan bende de var. ama hazır olanları "planlananlar"a atıp yola çıksam daha bitmeden buradan çok uzaklaşmış olurum. eksik olanlar, içime sinmeyenler olduğu gibi, ne söz söylesem az düşüncesiyle bitiremediklerim de çok. mesela, ricardo reis'in öldüğü yıl'ı iki bin on ağustosundan bu yana yazıyorum.

tam burada bir sır verebilirim galiba. bin ikinci yazı şimdiden hazır: bir masada iki kişi: yürüyüş.

sanırım bu kadar.

6 yorum:

MariPoSa dedi ki...

Blog yazmak bir nevi alışkanlık oluyor sanıyorum benim de daha öncesi bir hışımla kapattığım ama sonra tekrar geri geldiğim bir yer halbuki dediğiniz gibi defterler varken niye buraya yazıyoruz .. insanoğlunun engüçlü isteklerinden biri olan " kendini ifade etme " kaynaklı olsa gerek, bilmiyorum

verbumnonfacta dedi ki...

"kendini ifade etme" nerede durur bilmiyorum ama benim için iki şey en önemli oldu: deniz feneri yalnızlığında da olsa kendi kendime konuşursam deli derler korkusu ve yaşadığımı, hayatta olduğumu söylemek.

Mshn dedi ki...

Okumaktan haz aldığım ender bloglardan burası. Taslaklar, planlananlar, sürekli yazım halinde olanlar, çok tanıdık 'his'ler bunlar. Yazmak da çok güzel, okumak da. Ancak insan bazı yazdıklarını kendi sesinden kendisine okusa çıldıracak gibi olur diye düşünürdüm hep. Bunu şu anda neden dediğimi bilmiyorum. Belki de yazmayı özledim.

Eğer bu kadarsa geriye gerçekten çok güzel anılar bıraktığınızı ben kendi adıma söyleyebilirim. Bu yorumu yazma sebebim de "allah varsa buna izin vermez, abi" ifadeniz. Sizin ne yaşadığınızı bilmiyorum ama benzer cümleleri kurmak için insanın neler yaşayabileceğini ne yazık ki biliyorum.

Uzattım sanırım. Bu kadar olsun olmasın, yolunuz ve bahtınız açık olsun. Yayınlanmamış da olsa tüm yazdıklarınız için ellerinize sağlık.

pelinpembesi dedi ki...

Belki de yazarın dediği gibi '' yazmasam çıldıracaktım ''. insanın yazma isteği ile okunma , düşüncelerini paylaşma arzusu yüzünden bu kadar sürdürüyoruz blogları. yazını okumaya başlayınca bir de pessoa lafı geçince aa galiba blogunu kapatıyor vbf diye geçirdim içimden. neyse ki yanlış anlamışım.

mithad a. selim dedi ki...

ayfer tunç taş-kağıt-makas'ın suzan defter'inde şöyle der;
""İnsan ya kendi kendine konuşur, ya kendi kendine yazar. Kendi kendine konuşmayı makbul saymazlar. Oysa ne fark var ki arada?"

verbumnonfacta dedi ki...

@mshn,
sanırım teşekkür etmeliyim; hem güzel sözleriniz hem anladığınızı hissettirdiğiniz için. okumak elbette güzel ve bunu bir şeyler öğrenmek ya da kızlara anlatacak hikâyesi olsun diye okuduğu zamanları geçmiş, sadece keyif aldığı için okuyan biri olarak söylüyorum.

ve yazın lütfen. yazın ki, okuyalım.

@buket,
o noktada değilim. yazmadan durabiliyorum. buraya yazmak bugüne kadar keyifliydi. eğer ölmezsem keyif almaya devam ettikçe yazarım. bir gün blog defterini kapatırsam da bunu bir şey söylemeden yaparım. tıpkı, "ben gidiyorum," diyen sevgiliye, "ben çoktan gittim," der gibi.

@mithad selim,
modern zamanlar bizi sadece tabiat ve tanrının değil, toplumun da deterministik emirlerine uymak zorunda bırakıyor.

ayfer tunç'un elini görüyor, ettore scola'nın özel bir gün filminde gabriele'e söylettiği cümle ile arttırıyorum: insan tek başına ağlayabilir, ama tek başına gülemez.

ha, ben tek başıma gülüyorum, o ayrı.