24 Nisan 2014 Perşembe

ihtiyar adam ve bavulu

büyük bir bahçeyi seyreden, camına yağmurun serviler çizdiği penceresini görebilmek ve yaz kış demeden açarak odasını şenlendiren, batmaya karar vermiş güneşin yatay ışıklarıyla alev toplarına dönüşen sardunyasının yapraklarına dokunabilmek için yollara düşmüştüm.

trenden inilecekti, indim. otobüse binilecekti, bindim.

otobüs neredeyse boştu. bir süre sonra mevcut bir kaç kişi arasından yaşlandıkça küçülmüş gibi ufak tefek, çukura kaçmış mavi gözleriyle sessiz sedasız dışarıyı seyreden bir adam dikkatimi çekti. muhtemelen sarıdan griye evrilmiş yana taralı saçlar, yılların yorgunluğu okunan solgun bir yüz, giydikleri eski ve yıpranmış görünse de kırk yıl önceyi ölçü alırsak şık.

aslında ilk dikkatimi çeken bavuluydu. bakışlarımı bavulundan ona çevirmeden önce uzun bir süre bavuluna bakmıştım. tahta bavul sonrası dönemden, kenarlarından alüminyum şeritler geçen, köşeleri demir plakalarla güçlendirilmiş mukavva bavullardan.

yolun gelip dayandığı ve son bulduğu duraktan bir kaç durak önce indi. o inerken ben de yorgun ve yalnız adımlarını, pek de dolu görünmeyen bavulunu, kısa bağlanmış geniş kravatını, tek kırışığı bile olmayan takım elbisesini, yaka uçları bir mızrak gibi fırlamış solgun sarı gömleğini bir imge olarak zihnime kaydettim.

son duraktan sonrası kolaydı. harf ve numaraların peşine düşüp binayı ve odasını buldum. demek sağ elimin parmak uçlarıyla gerçekliğinden emin olduğum bu camlardı yağmura tuval olan camlar. akşama daha çok vardı ama sardunya sardunyaydı. bir yaprağını kopardım, kokusunu salsın diye iki parmağımın ucunda ufaladım. elimi burnuma yaklaştırıp kokladım. her şey gerçekti.

pencerenin önünde durup böylesi zamanlarda ne gördüğüne baktım. çimenden bir denizin dalgalanıp çarptığı gri binalar, o binalarla penceresi arasına giren kavak ağaçları ve yaprakları hışırdayan kavakların altına dağılmış karşılıklı oturma yerleri olan tahta masalar.

çeyrek saat kadar sonra kağıt bardaklara doldurulmuş kahvelerimizle o masalardan birinde karşılıklı oturuyorduk. oradan buradan konuşurken, imgesi zihnimde, görüntüsü hâlâ gözlerimin önünde olan yaşlı adam ve bavulundan bahsettim. istasyonla enstitü arasında ülkenin en ünlü kanser hastanesi varmış. kendisi de neredeyse her gün öyle insanlarla karşılaşıyormuş. o adam da tedavi için hastaneye gelenlerden olmalıymış. büyük ihtimalle de ölecekmiş. tıpkı geldiği gibi yalnız...

bir süre sustuk. doğal olarak eleştirdik. çünkü kızgındık. çalışma arzusuyla bir kaç aylık bebeklerini yuvaya teslim eden, özgüven kazansın diye çocuklarını kucağına almaktan kaçınıp şefkatini esirgeyen, yaşı on sekiz olsun da bir an önce evden gitsin diye gün sayan bir toplumun ölümü böyle oluyordu işte.

"yalnız ölmek istemiyorum," dedim. masaya eğilip elini bana uzattı. eli elimin üzerinde annesinin taflan gözleriyle gözlerime baktı. kocaman, koyu kahve neredeyse siyah, ışıl ışıl... "yalnız ölmeyeceksin," dedi.

elimi çektim. parmak uçları tenimi yaktığı için değil. elleri çirkin olduğu için değil. birileri görürse ne diyeceği için değil.

kaderden kaçılamayacağı için.

Hiç yorum yok: