dün akşam yorucu, vedaların yüküne kararların yükünün eklemlendiği bir yolculuk sonrası buraya döndüğümde mutfağa girip girmediğimi hatılamıyorum bile. bir kaç telefon, peşi sıra uyumuşum.
sabah kalktığımda ise sadece takvimlerin değil, mayıs ayının ikinci haftasından bu yana mutfak penceresi güzelleştiren sardunyaların da değiştiğini gördüm.
giderken patlamaya hazır, fitili ateşlenmişçesine bıraktığım alev toplarının hepsi birden fitil tükenmiş olsa gerek ki patlamış. mutfak penceresinin bahçe, şehirleri birbirine bağlayan yol ve o yoldan ayrılıp bahçe kapısına kadar gelen toprak yolu çerçeveleyen manzarasının önünde şimdi koyu yeşil bir ormana düşmüş sayısız alev rengi toplar var.
ara sıra uzak bir rüzgar, yaprakları çiçeğinden daha güzel kokan bu bitkinin kokusu karışmış serinliğini yanıma bırakıp gidiyor. aklımda bir ağustos sabahı yaprağına su dokunduğunda kokusunu salan sardunyaların hatırası. ve kalbimde.
sonra yıllar önce izlediğim komik bir film düşüyor aklıma: the gods must be crazy.
ardından yine yıllar öncesinden bir yazı geliyor: sardunyalar ve çıldırmak...
*
*:ahmet altan, gece yarısı şarkıları - sardunyalar ve çıldırmak
sabah kalktığımda ise sadece takvimlerin değil, mayıs ayının ikinci haftasından bu yana mutfak penceresi güzelleştiren sardunyaların da değiştiğini gördüm.
giderken patlamaya hazır, fitili ateşlenmişçesine bıraktığım alev toplarının hepsi birden fitil tükenmiş olsa gerek ki patlamış. mutfak penceresinin bahçe, şehirleri birbirine bağlayan yol ve o yoldan ayrılıp bahçe kapısına kadar gelen toprak yolu çerçeveleyen manzarasının önünde şimdi koyu yeşil bir ormana düşmüş sayısız alev rengi toplar var.
ara sıra uzak bir rüzgar, yaprakları çiçeğinden daha güzel kokan bu bitkinin kokusu karışmış serinliğini yanıma bırakıp gidiyor. aklımda bir ağustos sabahı yaprağına su dokunduğunda kokusunu salan sardunyaların hatırası. ve kalbimde.
sonra yıllar önce izlediğim komik bir film düşüyor aklıma: the gods must be crazy.
ardından yine yıllar öncesinden bir yazı geliyor: sardunyalar ve çıldırmak...
*
"çıldırmanın zamanıdır şimdi, tutkularımız, duygularımızın en canavarlarını içinde sakladığımız kafeslerin kapılarını birer birer açmanın zamanıdır.
...
bırakın, sizi ne zaman terkedeceğinizi bilmediğiniz endişeli sevgileri, tutkunun tek renkten, tek sesten, tek kokudan, tek istekten oluşan çılgınlığına salın kendinizi.
o'nu isteyin ve ondan başka birşey kabul etmeyin.
yalnızca van gogh'un deli sarıları dolaşsın içinizde.
alev rengi sardunyaları, iğde kokularını, bulutlarla sevişen denizleri, çıldırmış sarılara boyayın.
çiğneyin üzüntülerinizi, atın gitsin, acılara açın yüreğinizi, yanmayı, kahrolmayı hayal etmeyi öğrenin.
o'ndan uzakta geçen her anınız kıskançlık yangınlarınızı büyütsün, onun teni bir başka tene mi değdi korkusuyla bir volkan gibi duman duman dağlansın içiniz.
bütün korkuları, bütün endişeleri, isteklerinizi zayıflatan gelgitleri, sizi saran kalabalıkları, kalabalıkların ahlakını, küçük endişleri savurun gitsin.
...
"bir kişinin olmaması bütün dünyayı bomboş yapsın," alfred de musset'nin dediği gibi..
...
istiyorsanız, gidin alın, hiçbir durakta durmayın, geriye bakmayın, engelleri görmeyin.
kıskanıyorsanız , kılıcınızı bileyip güneşte ışıldatın, çektiğiniz acı çelik pırıltılarıyla yansısın sevdiğinizin gözlerine.
tutkularına salın kendinizi.
kanatlı arabalarıyla sizi gökyüzüne uçursunlar.
akıllı olmayı, akıllılara bırakın.
yenilirseniz zehirli bir yılanı alın koynunuza.
ölmek ve öldürmek yanınızda beklesin sadık bir asker gibi.
tutkuyla koşun, koştuğunuz yerde ne bulacağınıza aldırmayın, bir cennet belki de bir cehennem büyük bir ihtimalle; kevser şarabınıda katranlı alevleri de aynı iştahla içmeye hazır olun.
...
neyi istiyorsanız sadece onu isteyin.
isteğinizle aranıza sokmayın engelleri.
çıldırma vaktidir.
tutkuların kafeslerini açın birer. canavarlar zincirlerinden boşanarak çıksın derinliklerinizden.
endişeleri, 'sonra ne olur'ları, 'ne derler'i, 'ya sonra istemezsem'leri, tutkularınızın önüne yem diye atın, bir aslanı besler gibi kendi küçük tedirginliklerinizle besleyin tutkularınızı, hepsini yiyip bitirsin, başka hiçbir duygu kalmasın içinizde.
yalnızca, o yalın, o sade ve korkunç tutku kalsın, 'istiyorum' diyen tutku.
isteyin ve alın.
...
istediğinizi alacaksanız çılgınlığınızla alacaksınız, akıl size yalnızca istemediklerinizi verecek."*
*:ahmet altan, gece yarısı şarkıları - sardunyalar ve çıldırmak
10 yorum:
Sardunyalar eminim güzeldir, şarkılar, hayaller, aşklar ve kadınlar gibi. İçimizi pır pır eden duygulara da güzel diyelim. Hadi hepsi güzel olsun, güzel, yaşanılası ve miss.
*
Ne dünyaya ve içindekilerine cennet diyecek kadar rind, ne de sinek kanadı kadar değer biçilen(hadis-i şerif) anlayışı hayat düsturu yapacak kadar zühdden gidiyorum.
*
Yine de bu işte bir tuhaflık yok mu?
Aşık olun, sınır tanımayın, sevişin, kahredin, mahvedin diyen bu sesin, gerçekten ruha uygun düştüğünü mü düşünüyorsunuz?
İçe gelen bu isteklerin -yaşamın kaynağı ya da heva- ruhu gerçekten “özgür” kıldığını mı düşünüyorsunuz?
*
Bastırmamak, dolu dolu yaşamak, “meli-malı” ları çorak bulup, kof bulup, değer vermemek’se özgür adamın, seçen adamın hayatı, bizi bu kadar yasaklarla, sınırlarla çevirmiş öğretilere ne cevap vereceğiz?
Beri durun benden yana, ben “rind”im mi diyeceğiz?
*
Eleştiri mahiyetinde anlaşılmasın, keşf etme niyetindeyim.
güzelmiş sardunyaların...
ve dunyanın sardunyalı halleri
@zeynep m.
sardunyalar çok güzel. yoksa söze düşmezdi. sıradanın cazibesi karşısında başımın döndüğü iklimleri çoktan geçtim çünkü.
evet hepsi güzel. "yaşanılası ve miss."
ve bunu tam da 'ne', 'ne de' diyerek çizdiğiniz rotadan ilerleyen, en azından ilerlemeye çalışan biri olak söylüyorum.
"bu ses" savaşın, öldürün, çalın, güçsüze zalimlik yapın, fakirin hakkını göz ardı edin, kadına şiddet uygulayın, müşterinizi aldatın, ebeveynlerinizi yok sayın demiyor. bu sesin görüntünüm doğurduğu etkiden ibaret vasat bir etkinin, fiziksel cezbenin peşinden yürüyün de demiyor. hatırlamanın, kurulan anlam bağının beslediği bir tutku karşısında zırhlarınızı çıkartın, kuralları yıkın diyor. hatta, eğer engel teşkil ediyorsa yıllarca biriktirdiğiniz ve sizi siz yapan her şeyi terkedin. aklınızı da...
bu tür durumların ancak "hatırlamak"la mümkün olduğunu düşündüğüm için, kendi adıma içim rahat.
@ligea,
siz, yol yorgunu seyyah.
gerçekten güzeller. öyle ki, vasat bir yazı anlatamaz güzelliklerini. denediğim için beni bağışlasınlar.
flu hatırlıyorum bunu, çok eski zira, anneannemle birlikte bir yere gitmiştik, yaz günü, çok sıcak yollardan geçip, serin, karanlık bir yere girmiştik. o serinliğin verdiği sevinci ölene kadar unutamam. sonra evsahibesi bize buz gibi ayran getirmişti, lezzetliydi. divanlar da çok rahattı, sohbet uzayınca sıkılmıştım gerçi. sonra bahçeye aldı bizi, taşlığa sandalyeler koymuş, bir de eski masa, ayaklarımızın altını da hortumla ıslattı ki, serin serin oturalım. taşlığın bitiş çizgisindeki her yerde çiçekler vardı ve anneannemle o hanım halâ çiçeklerden ve çiçek ekmekten bahsediyorlardı. lafın arasında bir şey duydum. anneannem dedi ki; "oraya sardunya ek sen, sardunya arsız olur". önce kırıldım sanırım, o güzelim çiçeğe arsız diyebilen bir anneannem mi vardı yoksa. sonra hayır öyle değildi, bu cümlenin içinde başka bir anlamı olmalıydı "arsız" kelimesinin. şimdi anlıyorum tabii. nazlı olan çiçeklerin yanında güçlü olmaktan çekinmemek, pek o kadar da ilgi ve bakım beklemeden sere serpe tüm güzelliğini vermek, cömertlikmiş o cümle içindeki "arsız"lık. şimdi memnunum, içim rahat:)
üslup meselesi demek ki.
"ne" doğru "ne de" yanlış diyemiyorum çünkü.
*
kimine sevdirilir, kimine nefret ettirilir. kiminin payına "hatırlamak" düşer, kimininkine "kahrolmak"
*
doğru hatırladığınızdan eminseniz, ne mutlu size.
@aglea,
her şeyden önce, annanemden başlayarak bütün annanelerin ellerinden öperim.
sardunya sessiz sedasız büyüyen kendini dayatan bir çiçek. bakıyorsunuz orada ve var. üstelik, uzaktan bakıldığında baş döndüren çiçekleri olsa da insan biraz yaklaşıp yapraklarının kokusundan hissenizi almalı. asıl büyü orada saklı.
salı sabahından bu yana içime bakıyorum da, nar ağacı gibi her gelene eğilmekten* korkmasam, leylaklar, erguvanlar neyse de nergislerden bile çok sevdiğimi iddia edebilirim sardunyayı.
*:azeri türküsü
@zeynep m.
'ne-ne de' demeyin bence. boşverin aristo'nun yıllardır boyun eğdiğimiz, 'sıfır' ve 'bir' olarak bilgisayar dünyasına bile taşıdığımız emirlerini. 'hem bu hem o' deyin. çünkü varsayılan bir çok sınır, nefret-aşk misâli yoktur aslında.
"hatırlamak"ın "hatırladım sanmak"a dönüşebileceğini biliyorum. bu sebep bir çok sınavdan geçmeli "hatırlamak".
öğretmen sesim içinse bağışlamanızı dilerim. sadece 'keşf etme niyetiniz'den cesaret buldum.
yazıyı yeniden okudum.
bir zamanlar bildigim ve unuttugum seyleri hatırlattı.
hatırlayın o halde.
hiç unutmamış gibi olun. unutmakla kayıpta olduğunuzun farkında değil misiniz? farkına varın.
"Sabahattin Ali'nin o güzelim şiirini bilirsiniz. İlla bilirsiniz. Nükhet Duru söylerdi bir vakitler hani... Dillerden düşmezdi. O vakitler ömrün toy saatleri... Birhan Keskin der ya... "İçimin de dışımın da olmadığı, ya da içimi de dışımı da bilmediğim bir dünya zamanıydı... Şimdilik, dünya geniş ve ılıktı... Biz kendi ılık dünyamızın içinde salınan, uçuşan perilerdik." Sanırım aynen böyleydim işte. İnsanî acılarından habersiz. "Nerde o başı dağlı, aşkı leyla?" ya da mecnun durumum... Yoktu henüz... "Aşk ve maraz, ihanet ve yara, ömür ve hafıza... Dünyada bulunmanın bahaneleri" der Birhan Keskin... Henüz hepsinden habersizdim. Şimdi düşünüyorum sanırım anlattığım gibiydim. Evet, evet... Öyleydim. İnsan olan yerlerim henüz acımıyordu. Metin Üstündağ'ın dediği gibi taksimetrem henüz pişmanlıklar yazmıyordu. Yaşadıkça "hep cız oluyor bir tarafım hep uf" vaziyetlerini henüz bilmiyordum. Etrafımda sevdiklerim vardı. Mutlu olduğum bir ortamda yaşıyordum. İyi ama bütün bu güzelliklerin ortasında içimde tuhaf bir his vardı. Edip Cansever der ya hani... "Gördün mü hiç suyun yanmasını tuzda... Gördüm ben bu yaşam boyu iniltiyi..." O duygumu nasıl anlatacağımı inan bilmiyorum. Tuhaf bir his... Sadece o yaşlarda kalsa iyi... Bitmedi... Yaşam boyu zaman zaman görüyorum ben o iniltiyi... Mutsuzlukla ilgisi yok anlatabiliyor muyum? Bilakis mutluyken daha fazla biliyorum. Şaşırtıcı bir his. Sahiden suyun tuzda yanması gibi... İçin için mânâsız bir efkâr hali... Dışardan kimsenin farkedemediği bir sessizliğin içimi ve dışımı kaplaması... Gene bir şiirle, Edip Cansever'in dizeleriyle ifade edebilirim belki. "Ne peki? Yere dökülen bir un sessizliği mi? Göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi? İşini bitirmiş bir org tamircisinin... Tuşlarından birine dokunacakkenki... Dikkati mi tedirginliği mi... " Bilmiyorum. Acaba Sabahattin Ali'nin o güzelim şiirinde yazdığı dizeler hislerimin tam tercümesi olabilir mi? "Beni en mutlu günümde... Sebepsiz bir keder alır...... Anlayamam kederimi... Bir ateş yakar derimi... İçim dar bulur yerimi... " Acaba şair aynı hislerle mi yazdı bu şiiri? Diyor ya... "Ne kış, ne yazı isterim... Ne bir dost yüzü isterim... Hafif bir sızı isterim..." Bilmiyorum... Yıllardır çözemediğim bir bilmece sanki... Acaba şiirlere ve şairlere meftûn olmam içimdeki tanıyamadığım bu his sebebiyle mi? Şiir yazmaktan korkuyor olmam... Gene de şiir okumadan duramamam... Şiirden etkilenen bir bünyeye sahip olmam... Bazı şiirlerin başımı döndürmesi... Ayağımı yerden kesmesi... Elimdekileri düşürmesi... Kolaylıkla şiir çarpmasına uğruyor olmam yani... Acaba bu tuhaf his sebebiyle mi? Niye böyleyim? Cevap yok! Gene Edip Cansever'in dizelerine sığınarak bitireceğim yazımı.... "Büyük bahçelerin küçük içinde... Saksılardan birinde... Gördüm de... Uyurken uyandırılmış gibi... Beni bir sardunya büyüttü belki." Evet... Evet... Beni bir sardunya büyüttü belki. "
Sardunyalı bir yazı da, benden size:)
@hayal kahvem,
'çok teşekkürler'den başka ne diyebilirim ki, bizi şiir ülkesinde dolaştıran ve en sonunda 'ispat biter' dercesine biten bu 'sardunya yazısı'için.
Yorum Gönder