24 Haziran 2011 Cuma

'enternasyonal' bahsi için zeyl

kadim dostum rehavet -ki kendisi çevirmen, yazar, ev erkeği, amca, profesyonel dansçı, su altı araştırmacısı, amatör dalgıç, fotoğrafçı, vetaran rugby oyuncusu ve müstafi iktisatçıdır- tek cümleye sıkıştırmaya çalıştığım günün ihmal edilmemesi gereken bir ayrıntısını 'yorum'larak bana hatırlatınca, eski defterleri karıştırdım.

'eski defterler' mecaz değil, o vakitler benim için blog müessesesi henüz icat edilmediğinden ben de 'günlük' diyerek, bir deftere sahibini arayan ama asla bulamayan mektuplar yazıyordum.

her zaman olduğu gibi uzun uzun anlatmışım: o sabah, berlinlilerin 'berliner grau' adını verdiği gökyüzünde kar kokusu varmış. iyi misafirler gibi yatağımı topladıktan sonra rehavet'in hazırladığı mükellef kahvaltı masasına oturmuş, kahvaltımızı yaparken bir yandan da avustralian open'da sharapova - henin maçını izlemişiz. sharapova maçı beklenenden kolay kazanmış.

ardından soğuk havaya aldırmadan kendimizi sokağa atmışız. rehavet bilgisayarda işini yaparken oyalanayım diye yanıma new york üçlemesi'ni almışım.

sonrası o defterden:

sohbet ederek prenzlauer berg'e doğru yürüdük. prenzlauer berg, berlin'in yükselen yıldızı. önceden doğu berlin sınırları içinde olan, duvar yıkılınca bir çok binası evsizler tarafından işgal edilip kullanılan, entelektüel tayfanın keşfetmesiyle şimdilerde evleri restore edilen, işsiz ve öğrencileri uzaklaştırmaya dayanan mutenalaştırma politikalarının sonucunda kira fiyatları giderek artan bir semt. fazlasıyla cihangir dolaylarını hatırlatıyor.

hatta beirut'un burası için şarkı yapmışlığı bile var: prenzlauer berg...

dolaşmayı, bir şeyler yemeyi ve ingilizce kitap satan büyükçe bir kitapçıya uğramayı planlıyorduk. en büyük arzumuz ise, interneti olan bir mekan bulmak, rehavet'in mesaisi başladığında ev dönmek zorunda kalmamaktı.

nihayet camekanına kondurdukları bir sembolle 'internetimiz, siz velinimetimiz müşterilerimize feda olsun' diyen bir mekan bulduk. ıraklı bir amcanın çalıştırdığı küçük bir yerdi. radyoda arapça şarkılar çalıyordu. hatta mustafa sandal bile çaldı*.

rehavet mesaisine, ben de berlinde new york düşlerine daldım. polisiyenin ucuz olmaktan çıkıp edebiyata yürüyen tadı.

mekanın duvarında fazla büyük olmayan, beni garip bir biçimde etkileyen yağlı boya bir tablo vardı. tanıdıktı, ama nereden? fırtınanın ortasında büyük bir yelkenli gemi. ve uzakta bi fenerin ışığı. sanki o ışık bir umut ve her şey geminin o ışığa ulaşması ile mümkündü. soğuktu ve gemi boyunu aşan dalgalar arasında güçlükle ilerliyordu.

/aslında benim hatırladığım, turner'ın denizde kar fırtınası tablosuydu. ve aynı turner 'böyle bir manzaranın neye benzeyebileceğini göstermek istiyordum. bunun için bir geminin direğine kendimi sıkıca bağlattım. dört saat boyunca deniz ve kar tarafından kamçılandım. sağ çıkabildiğim takdirde böyle bir fırtınayı resmedebilmenin tek yolu buydu.' diye anlatır, denizde kar fırtınası tablosunun hikayesini./

hesabı ödeyip çıkarken amcamıza tabloyu sorduk. yaklaşık yirmi yıl önce bir sokak ressamından elli marka satın aldığını, ressamın tabloyu bizzat gözünün önünde yaptığını söyledi.

dışarı çıktığımızda rehavet'e dönüp, 'kuşkusuz bu amca, yirmi yıl önce de bizden büyüktü ve o zamanlar bir sokak ressamından yağlıboya tablo alabilecek kadar sanata duyarlıydı. acaba ne değişti de o tablo şimdi bir kafenin duvarını süslüyor? yaşlanmak, hayat mücadelesi denilen şey bizi de değiştirecek mi?' diye, sordum.

ya cevabı bilmiyordu ya da cevaptan korkuyordu.

sustuk.

peşi sıra sulu sepken başladı. geri dönmek yerine internet hizmeti olan, işletmecisinin türk olduğunu öğreneceğimiz bir italyan lokantasına oturduk.




*: şarkının adını yazmamışım, hatırlıyorum.

Hiç yorum yok: