13 Ocak 2011 Perşembe

o sahne: fisher king (1991)

"kendi deyimi ile huckleberry finn/ tom sawyer tarzı bir çocukluk geçiren"*, ilk olarak monty python işleriyle ün kazanıp sonrasında az ama nitelikli filmler yapan sinemanın has, biraz da şanssız adamı (bkz: don kişot' un bir türlü anlatamadığı hikayesi the man who killed don quixote...) terry gilliam, daha çok brazil, 12 monkeys hatta monty python işleriyle anılsa da benim için fisher king'in yeri ayrıdır.

ve bu, sevdiği kadını kaybedince aklını terkeden parry ve o kadının ölümünde dolaylı da olsa payı olan eski radyo sunucusu jack'in dostluğunu anlatan film 'modern zamanlarda bir masal' tadıyla benim için birinci 12 monkeys'in peşi sıra gelir.

tipini sevmediğim(!) robin williams ve jeffrey 'dude' lebowski yolundaki jeff bridges zihne kazınan bir oyunculuk sergilerken, benim asıl favorim silik, sakar, sıradan kimliğine ve berbat saçlarına rağmen kayıtsız kalamadığım lydia'ya hayat veren amanda plummer'dır.

michael jeter ise evsiz kabare şarkıcısı rolünde kelimenin tam manasıyla rol çalar.

ve 'aziz' tom waits...

zaten, o sahnede de 'aziz' var: parry ve jack metro istasyonunda lydia'nın önlerinden geçip gitmesini beklerken (dahası sinema tarihi, belki de en şiirsel sahnesine hazırlanırken: kız bütün sıradanlığıyla bir yerlere yetişmeye çalışan insan denizinde yürürken her şeyin aşkın ışığında nasıl da bambaşka göründüğüne şahit oluruz) parry bir anda kaybolur. jack de kendini bir şeyler anlatmaya başlayan harp malulü dilenciyle sohbet ederken buluverir. dilencinin bardağına bırakılan sadaka bardağa değil de yere düşünce, jack parayı yerden alıp bardağa atmak için hamle yapar ve o sahne başlar:


"-didn't even look at you.

-well, he's paying, so he don't have to look. see, guy goes to work every day, eight hours a day, seven days a week. gets his nuts so tight in a vice he starts questioning the very fabric of his existence. then one day, about quitting time boss calls him in the office and says: 'hey, bob, why don't you come in here and kiss my ass for me?' well, he says, 'hell with it. i don't care what happens. i just want to see the expression on his face as i jam this pair of scissors into his arm.' then he thinks of me. he says, 'wait a minute. i got both my arms. i got both my legs. at least i'm not begging for a living.' sure enough, bob's gonna put those scissors down and pucker right up. see, i'm what you call kind of a moral traffic light, really. i'm like saying, 'red. go no further.' "





*: bu ifadeye burada rastladım ve çok hoşuma gitti. ben de çaldım.

**serbest çeviri:

"- sana bakmadı bile.

- bakmamak için para veriyor. haftada yedi gün, günde sekiz saat çalışıyor. başkan yardımcısı olmayı çok istiyor ve varoluşunun özünü sorguluyor. bir gün mesai sonunda patronu çağırır ve: "hey bob, neden gelip kıçımı öpmüyorsun?' der. içinden 'cehenneme kadar yolu var. olsun ne olacaksa. sadece bu makası koluna saplayınca yüzünün ifadesini görmek istiyorum.' der. sonra beni düşünür; 'bir dakika... iki kolum, iki bacağım var. en azından yaşamak için dilenmiyorum.'tabii ki, bob makası bırakacak. yani, ben bir çeşit ahlaki trafik ışığıyım. 'kırmızı... daha ileri gitme.' der gibi."

Hiç yorum yok: