alt başlık olarak ise popüler bir dizinin düşündürdükleri...
*
ben bu diziyi çok sevdim. belki beş yıldız vermem ama daha azına da gönlüm razı olmaz.
temas ettiği konular, atmosfer, oyunculuk, hikâye ve karakterler, müzikler tam da beni yakalayan türden. teknik katkı da hakkını veriyor.
geri kalanlar ise eleştirmenlerin, tarihçilerin, cümle uzmanların işi.
yine de, bir başkadır(2020) günlerinde yapıldığı gibi bu dizinin belgesel değil kurmaca olduğunu unutmanın hata olacağını hatırlatmak isterim.
*
bir defasında, şairlerin ilk kitaplarını almaktan hoşlanan birinden bahsetmiştim. o bendim, itiraf ederim.
bunu yaparken iki tane motivasyonum oldu her zaman. ilki, kitaplarının satıldığını gören şairlerin mutlu olacağı ve şiir kitapları sattıkça yayınevlerinin şiir kitabı basmaya devam edeceğine dair safça olduğunu inkar edemeyeceğim romantik inanç. ikincisi de, edebiyata asıl katkının ilk kitapla olduğuna dair düşüncem. yazarının o vakte kadar biriktirdiği ya da özünde ne varsa o ilk kitaptadır bence. daha sonra belki kalem işlerlik kazanır, 'edebiyat'ı iyileşir ama okur ilk kitapta aldığının üstüne pek fazla bir şey koyamaz.
çoğu yazar kendini tekrar eder, alkışla karşılanan ilk hikâyesini ısıtıp ısıtıp okurun önüne koyarak sessiz sedasız unutuluşuna yol alır. ya da okurun, en çok da dahil olduğu edebi kanonun taleplerini karşılamaya yönelir. editör, "puşkin hakkında hafif bir yazı yaz, bitir artık hattat mı rasıt mı nedir o adamın hikâyesini," der mesela.
evet, geldik. varmaya çalıştığım yer tam da burası: netflix yaratıcılığı öldürüyor mu?
tamam, kullanıcıyım. üyesi olmaktan şikayetçi ya da pişman da değilim. ama netflixin bir politikası, amacı ya da felsefesi olduğunu da biliyorum. önayak olduğu bir çok proje pozitif ayrımcılık yapacağım diye ayrımcılığı insanın gözüne soktuğu yerle dolu. oraya iş yapmak için, projenizde iyi, güzel, akıllı, güçlü bir siyahi karakter olmak zorunda sözgelimi. o siyahi karakter kadın ise, üzerine... her neyse sanırım anladınız.
istanbul'da geçen her diziye konunun ne olduğundan bağımsız olarak oryantalist eklemlemeler ya da çıkmalar yapmak zorundasınız. lütfen, bir hikâyede de kahramanlar simit - çay olayına girmesin. bir bölümü iki buçuk saat süren bir dizi değil ki bu zaman doldurmaya ihtiyaç olsun. derdinizi anlatıp gidin.
kulüp'teki karakterlerden yana hiçbir sıkıntı yok benim için. dediğim gibi, sevdim. ama bir sorum var. şarkıcımız kadın, matilda'mız namus cinayeti yüzünden hapse düşmüş, afla hapisten çıkan orta yaşlı bir erkek ya da askerden dönen bir delikanlı olsaydı bu proje hayat bulur muydu?
ya da netflix'e proje hazırlayanlar hiç akıllarında yokken siyahi bir beden eğitimi öğretmenini hikâyelerine katmak zorunda kalıyor mu?
ya da proje dediğimiz şeyler, bazı anahtar kelimeleri kullanmak zorunda oldukları ve karşılığında para kazandıkları dönem ödevleri mi?
*
yine, buranın bir çeşit taşra olduğunu söyler dururum. bu yüzden, geçenlerde şehre giden bir arkadaşıma üç tane kitap ısmarlamak durumunda kaldım. çünkü kitap alışverişimi yapmıştım ve sonradan yayımlanan bu üç kitap yılın süprizi gibi bir şeydi.
bunlara bir dördüncü kitabı eklemediğim için pişmanım ama: karıncaların gün batımı. zaven biberyan'ın bu romanını ölesiye merak ediyorum. bu topraklarda yaşanmış büyük haksızlıklardan birini fon alan, aynı haksızlığın sebep olduğu acıları, yıkımları anlatan bir roman.
okuyanların övgülerine bakınca hem merakım hem okuma arzum artıyor ve biliyorum kendimi, ilk fırsatta okuyacağım.
tam burada beni tedirgin eden noktaya geliyoruz.
anlatmak içinse arkadaşa ısmarladığım kitaplardan birini yardıma çağrmalıyım; köken'i. daha doğrusu köken'in yazarı saša stanišić'i. onu yirmili yaşlarının başında yazdığı asker gramofonun nasıl tamir eder? adındaki romanıyla tanıdım. kitaptan aldığım keyif bir yana, yetenek böyle bir şey olmalı diye düşünmüştüm. daha önce okuduğum kitaplara benzemeyen, özden gelen bir etkiyle yazılmış başarılı bir edebiyat örneğiydi.
sırp baba ve boşnak annenin oğlu olarak mutlu mesut yaşarken balkanları ağulayan savaş yüzünden kendini almanya'da yaşarken bulmuş bir yugo. hamburg'ta yaşıyor ve son romanı köken iki bin on dokuzda almanya'da yılın kitabı seçildi.
kitabı türkçeye çeviren gülçin wilhelm'in onunla yaptığı röportajda* şöyle bir cevap var:
"iyi edebiyat bir yazarın aidiyeti yüzünden değil, aidiyetine rağmen iyi olan edebiyattır. sonuçta söz konusu olan bir satıra başka bir satır eklemek. kitapta yazılandan daha fazlasını okumak, üstüne bir de yazarın kimliğini "okumak" isteyenler bir dahaki sefere kitap değil, peynir alsınlar, daha iyi olur."
sanırım anladınız. kitabı okuduğumda -ki muhakkak okuyacağım- sadece yok sayıldığı, büyük acılar gördüğü için şefkat duyulan, biraz da bu yüzden yüceltilen bir yazar görmekten korkuyorum.
*
"sadakatsiz'deki cansu dere"ciler bağışlasın ama gökçe bahadır'ın mathilda hâlini on defa tercih ederim. evet, perçemlerine rağmen.
daha önce de dediğim gibi, sadakatsiz namlı dizide güzellik diye övülen şey ne kadar yapay ve sağlıksız geliyorsa bana, bu dizideki gökçe bahadır o kadar gerçek ve kadın. zayıf ile çelimsiz arasında fark var çünkü. derinin altını doldurup kırışıkları yok edince de güzel değil plastik ördek gibi oluyor kadın yüzü.
ama isteyen istediğini yapsın. bana ne.
*
hazır buraya kadar gelmişken, bir o sahne yapalım mı? hayır, selim'in matilda icrası değil. ama çok güzeldi.
şüphesiz dizinin en sevdiğim sahnesi. sadece oyunculuk ve diyaloglar değil, ülke ve toplum olarak ders çıkarmamız gereken o sahne:
kulübün sahibi orhan, tam sahneye çıkacakken korkup kaçan, kelimenin tam anlamıyla sırra kadem basan selim'i saklandığı yerde bulur ve onunla bir ikna konuşması yapar. ama suskunluğu bozan, söze başlayan ise selim olur.
"- hayal etmek yapmaktan daha kolaymış.
- aksine... hayal etmek daha zordur. hayal eden insanlar başarısızlık ihtimalinin kapısını açar. fırın yanına fırın yapanlardan olmak isteseydim o gün balkona geldiğinde dönüp bakmazdım sana.
- keşke bakmasaydın... en azından birimizin işleri yolunda giderdi.
- işler yolunda gitsin isteseydim, alırdım hükümetten bir yol ihalesi, devrederdim bir taşerona, londra, paris gezerdim... üç tane mühendis diploması, bir maden imtiyazına bakar milyonluk olmak.
- yapsaydın.
- aynı şarkıları söyleseydin. siyah bir takım elbise giyseydin. evlenseydin. çoluğa çocuğa karışsaydın. hayalleri iğdiş edilmiş, hevesleri terbiye edilmiş sıkıcı bir şarkıcı istemiyorum. ben sendeki aşkı gördüm. inandım sana. bir kumar oynadım.
- seni de hayal kırıklığına uğratırım.
- beni o sahnede, kanınla, terinle, göz yaşınla hayal kırıklığına uğrat o zaman... yenileceksek de öyle bir yenilelim ki herkes gülsün. ama biz hayal kurmaya devam edelim."**
*bu röportaj...
**senaryo: aysin akbulut, rana denizer, necati şahin
2 yorum:
Kulüp herkesten övgü alıyor o zaman bir bakmalıyım. ama netflix
hakkında düşündüklerine katılıyorum . proje, karşılığında para kazandıkları dönem ödevleri mi diye sormuşsun , sanırım öyle.
bunun yanında bir kaç kitap tüyosu aldım ya senden vnf, çok mutluyum!
gönül rahatlığı ile tavsiye ederim diziyi. malesef netflix'in olayı bu. başka türlüsünü beklemek hata olur. yalancı olduğünu bilmek ama yine de birini sevmek gibi düşünün. kendimizi kandırmadan, dürüst olmadığını bile bile sevmek gibi. farkında değilsiniz ama ben bu tarz tüyolar için buradayım. (gülümsemeler falan)
Yorum Gönder