14 Eylül 2016 Çarşamba

yollar

bazan "ünlülerin makyajsız hali, bir 'aziz' tom waits coverı, geçen yüz yıldan insan manzaraları, kartpostallar üzerine bir blog, kısa filmler için tumblr, anelka'nın inönü'de sağ kanattan akışı, saçma sapan bir sözlük maddesi, parklar bahçeler, buenos aires sokakları" için internette dolaşmazsınız da dolap kapaklarını açarsınız. dosya içlerine bakar, hazine sandıklarına benzer ahşap, retro metal kutuları, rengi uçmuş zarfları açar, eski defterleri karıştırırsınız.

gazete, dergi kesikleri, deftersiz anlarda imdada yetişmiş kağıt parçaları, sinema, müze, maç ya da konser biletleri, zamanı hatta muhatabı unutulan bir kaç hatıra...

derken, kim bilir nerde bir defterden kopmuş bir yaprak geçer elinize. mektuptur. "sevgilim" diye başlanmış, yazarı hem önünü hem arkasını en küçük bir boşluk bırakmadan doldurmuştur.

"bu odanın penceresinden dışarı baktım. pencere ile tül perde arasında durup bir süre çocukluğumu seyrettim. ben mutlu bir çocuktum." cümleleri değer gözlerinize.

belki de kalbinize.

kitaplığın önünde, okuma odasının orta yerinde bağdaş kurup oturmuş vaziyette...

*

borges olsaydım, "kitaplığın önünde, okuma odasının orta yerinde bağdaş kurup oturmuş vaziyette kim bilir nerde bir defterden koparak 'sevgili'ye seslenen bir mektuba kâğıt olmuş solgun sayfada "bu odanın penceresinden dışarı baktım. pencere ile tül perde arasında durup bir süre çocukluğumu seyrettim. ben mutlu bir çocuktum." cümlelerini okudum ve ilk gençliğimi seyrettim. nasıl da mutluydum. masrafsız, telaşsız..." derdim. ama borges değilim ve muhtemelen şimdi bile tekrara düştüğümü sandınız.

o pencereyi hiç görmedim. manzarasının nelere açıldığını da. ama defalarca dinlemiştim. her defasında vadiyi takip ederek gelen rüzgarla sanki yaşlı ve yorgun elma ağacının altında oturuyor gibi serinlemiş, bulutsuz gecelerde gökyüzünü seyretmiştim.

elma ağacının altında oturmalı, yün yorganların altına sığınmadan önce de gökyüzünü seyretmeliyiz, derdi. çünkü, dünyanın hiçbir yerinde yıldızları o kadar parlak görmemişti. "ya çöller," derdim her defasında. "çöllerde bile," derdi her defasında.


*

sonrasına karar vermek zor olmadı.

bir haftayı kendime ait kılacak bir plan yaptım. herkesten ve her şeyden uzak. "dün dağlarda dolaştım evde yoktum" diyen ilhan berk'in izinde.

o yolu şimdi bana çok uzak gelen bir sonbaharda denemiş başarılı olamamıştım. içinde bulunduğumuz vasıta erken karla kapanan buzlu yolda devam edememiş geri dönmüştük. dönüş yolunda camları soba ve müdavimlerin alıp verdiği nefesle buharlanmış yol üstü kahvehanesinde içtiğim çayın tadı hâlâ damağımda. ama oradan asıl aklımda kalan, eğer yönetmen olsaydım muhakkak bir filme koyardım dediğim, buharlanmış camlardan içeri dolan gümüş rengi ışık olmuştu.

renovasyondan geçmiş bir evde kaldım. rüyalarımda rüzgarda çırpınan perdelerin sesini duyarak bir penceresinden giren rüzgarın diğerinden çıktığı gölgeli odada hiç yapmadığım bir şeyi yapıp öğle uykuları uyudum. trt'den başka kanal izlenemeyen televizyonlar, defter büyüklüğünde, enerjisi ancak aydınlatmaya yeten güneş panelleri gördüm. aniden iniveren sis, sağlık fışkıran yanakları al çocuklar, gökyüzünde şekilden şekle giren bulutlar.

yediğim içtiğim benim olsun ama, içtiğim suları, hayatım boyunca yediğim en güzel ahududuyu söylemezsem olmaz. izin verirseniz, ben koparayım diye meyvesini ağustos sonuna saklamış bir kök mayıs çileğini de anmak isterim.

*

ayak izlerimi takip ederek geçmişi geri getirme yolculuğu değildi bu. bir hac yolculuğu gibi geldi geçti. ruhum hafifledi. ilk gençliğimi ve beni bu zamana taşıyan olayları, kişileri, kararları düşündüm.

hayır, kim olacağıma karar vermedim. yarın kim olacağımı hâlâ bilmiyorum. ama kim olarak ölmek istediğimden eminim.

Hiç yorum yok: