27 Nisan 2015 Pazartesi

üçleme: son on yılın okumalarında yıldızın parladığı anlar

arkadaşımı bekliyordum. nihayet kalabalığın arasında göründü. birbirimize el salladık. düşüncenin sonsuz hızıyla yüz yüze geldiğimiz anı kurgulayıverdim: "çok beklettim mi?" diye soruyordu ve "bildiğim kadarıyla ağaçlar konuşmaz," diyordum. kısa bir suskunluğun peşi sıra tebessümlerimiz cenkleşiyordu.

sonra bu şakayı, enrique vila-matas'nın tadından yenmez kitabı bartleby ve şürekâsı'ndaki clément cadou bahsinden aldığımı itiraf ediyordum: "cadou yazar olmaya heveslidir. ailesi de alışılmadık bir biçimde bu durumdan memnundur ve ona destek olmaktadır. ama ailesi oğullarının motivasyonunu arttırmak için polonyalı yazar gombrowicz'i akşam yemeğine çağırdığında işler planladıkları gibi gitmez. ünlü yazarı evlerinin yemek odasında görmek cadou'nun yazarlığa dair bütün arzusunu alıp götürür. hatta, yemek masasında sessizce oturan cadou, kendisini yemek odasının bir mobilyası gibi hissetmeye başlar. o akşamdan sonra yazarlık hevesi sonsuza kadar kaybolur ve kendini resim yapmaya verir. kahramanı bir mobilya olan tablolar. ve hepsi de aynı gizemli adı taşıyordu: kendi portrem... gençken yazar olmak istediği hatırlatıldığında ise, "bildiğim kadarıyla mobilyalar yazmaz," diye karşılık verirdi."

tam burada senaryonun dışına çıkıverdim: "ne güzel kitaptı bartleby ve şürekâsı. tıpkı parlak, çok parlak bir yıldızın diğer yıldızları görüntüden silmesi gibiydi onu okumak."

arkadaşım gelene kadar aynı kategoriye sokabileceğim okumalar zihnimde uçuşmaya başlamıştı bile. büyük yazarların büyük kitapları değildiler. kült mertebesine kavuşmuş, kıymeti teslim edilmişler, harikulade bir külliyatın parçası da.

kalabalıktan kurtulmak için meseleyi "son on yıl"a indirgemeye, liste derdinden kurtulmak için de "üçleme"ye o kısacık bekleyişte karar verdim.

bir - londra'da bir park, martin amis: "bir daha geri gelmeyecek" iki bin on bir sonbaharında okumuştum. yeri ve zamanıydı. çünkü kız ölecekti.

bu kitabı hakkında hiçbir şey bilmediğim halde, "bu gerçek bir öykü, ama şimdi gerçekten olduğuna inanamıyorum. üstelik bir cinayet öyküsü. şansıma inanamıyorum. işin en tuhafı bir aşk öyküsü (sanırım), yüzyılın bitiminde, lanet olsun bu kadar geç bir zamanda./ bu bir cinayet öyküsü. henüz işlenmedi. ama işlenecek. (işlense iyi olur.) katili biliyorum, maktulü biliyorum. zamanı biliyorum, mekânı biliyorum. sebebi (kızın sebebini) biliyorum ve yöntemi biliyorum. ayrıca istesem bile onları durduramam sanırım. kız ölecek. bunu hep istemişti. insanlar bir kez başladılar mı onları durduramazsınız. insanlar bir kez yaratmaya başladılar mı onları durduramazsınız," diyen arka kapak yazısına tav olarak almıştım.

iyi ki öyle yapmışım. çünkü o sıralar karanlık ama seksi, çıkışsız ama matrak, romantik ama güvenilmez bir öyküye ihtiyacım vardı. okudukça gördüm ki haçın dört köşesi de bendim. aşık olanlar da aşık eden de. ölen de öldüren de. eğer, sayfalar boyunca "ikinize", pardon, "üçünüze karşı tek" diye avaz avaz bağıran nicola six'e şu sayfalarda aşk mektupları yazılmadıysa bahanesi insan kalbinin yüz ölçümünden başka bir şey değil.

hem konusu hem yazarının parlak zekası hem de dost körpe'nin usta işi çevirisiyle benim için muhteşem bir tecrübeye dönüşen kitabı kaç kişiye tavsiye ettim bilmiyorum.

üstelik filmi de yolda.

ama iki bin on bir sonbaharı bir daha geri gelmeyecek.

iki - asker gramofonu nasıl tamir eder?, saša stanišić: iki bin on yazı. yaz başında kitabı okunacaklar listesine dahil ettiğimde ne yazar ne kitap hakkında bir şey bilmiyordum. dünya kupalarında yugoslavya'yı tutan ve emir kusturica'nın ilk dönem filmlerine tutkun bir adam olarak biraz "kusturica hüznü" bulmayı hayal etmiştim galiba.

sezgilerim beni yanıltmadı. on dört yaşındayken ailesiyle birlikte ülkesini parçalara ayıran savaş yüzünden almanya'ya kaçmak zorunda kalan yazar, yugoslavya'nın tüm halklarına eşit mesafede duran yarı otobiyografik bir hikaye anlatıyordu. geçmişten bahsederken komik, şimdiden bahsederken hüzünlüydü. savaşın her tarafı yakıp yıktığını, dostlukları, arkadaşlıkları yok saydığını, aşkların yazgısına engel olduğunu görüyordunuz.

bir de "yazmak"ın deha işi olduğunu. saša stanišić sadece büyük bir yetenek değil aynı zamanda deha. bazan, şiir olmak istiyor, diye düşündüğüm romanın, başka bir yerde rastlamadığım türden bir çatısı ve adından anlaşılacağı üzere cevabını arayan muhteşem soruları var. yirmi sayfalık bir futbol maçı var ki, sadece o bölüm bile başlı başına bir roman sayılabilir.

bahsettiğim hüznü ise sıradan sanmayın, sonbaharı, elinde kahve fincanıyla pencere önünde durup yağmuru seyretmeyi sevenlerin değil, sjecas li se, dolly bell(1981) ya da otac na sluzbenom putu(1985) filmlerini izleyenlerin anlayabileceği türden bir hüzün bu. izlemeyenler ise sadece şu videoyu izlesinler yeter. bu bile her şeyi anlatır.

üç - dublörün dilemması, murat menteş: iki bin beş yazı. datça. yıllar sonra ilk kez bir kitabı üst üste iki defa okuyorum.

biliyorum en başta belirlediğim kurallara uymuyor. hem kült mertebesine erişmiş hem kıymeti fazlaca verilmiş durumda. ama bu listede kendisine yer bulmasa olmazdı. kaldı ki şimdi ki duygularımla değil, iki bin beş yazındaki, "bana bir kitabı yeniden üst üste iki defa okutturan kitap" duygusuyla burada. üstelik o vakitler daha kült mertebesine ulaşmamış, kıymeti henüz takdir edilmemişti.

kitabı bitirip kapağını kapattım ve iki kelime söyledim: şair'in ölümü... dergah dergisi yıllarından itibaren şair bildiğim bir adam, ele avuca sığmaz, tarifi imkansız bir romana imza atmıştı; belki de iki binli yılların ilk edebiyat mucizesine.

daha ilk romanıyla murat menteş'in romancılığı şairliğinin önüne geçmişti. şairliği ise ancak cümle içinde kullanırken hatırlanacaktı. parlak, çok parlak bir romandı.

bu ilk romanın peşi sıra gelen ve bütün süslerine rağmen 'ilk'i taklitten öteye geçemeyen korkma ben varım ve ruhi mücerret ise sadece mucizeyi daha da belirgin kılıyordu. ne de olsa taklitlerdir aslını yaşatan çoğu zaman.

ve paha biçilemez olan:

bartleby ve şürekâsı, enrique vila-matas: iki bin altı kış. ama ilkbahardan önce gelen değil, sonbahardan sonra gelen.

biraz snopluk biraz ukalalıkla, kısaca artistlik yaparak, "bu coğrafyada yaşayan herkesin on beş - yirmi beş yaş arası şair olduğu konusunda hem fikiriz madem, ben de yirmi beş yaşına gelene kadar herhangi bir şey yazmayı reddediyorum. eğer yazarlık yeteneği bende varsa yirmi beşinden sonra da yazabilirim," demişseniz ve yirmi beşinci yaşınızın ilk gününde sabahın erkeninde uyanıp, yılların alışkanlığı ile küçük prens okuyarak yeni yaşınızın derinliklerine yürümeye başladıktan sonra, "her şey defteri-iki"yi önünüze koymuş ama tek bir cümle yazmadan kalakalmış ve sonrasında "okur, bütün yazarların hayalini kurduğu okur" olmaya karar vermiş biriyseniz "red yazarları"na, yani yazılı edebiyatın "bartleby"lerine nasıl kayıtsız kalabilirsiniz ki?

bu bir roman değil aslında. yıllardır elimden düşmeyen bir sözlük, sayfalarını hırsla ve merakla çevirmekten kendimi alakoyamadığım bir ansiklopedi.

hiç yazmamış, yazarlıklarının bir yerinde yazmanın olanaksızlığı fikrine kapılıp bir daha yaz(a)mamış yazarlar ile bunlar üzerine yazan yazarların resmi geçidi.

üzerine hermann melville'in kâtip bartleby adındaki öyküsünü ve kadınlardan yana hiç şansı olmadığını iddia eden kambur anlatıcının, görünmez bir metni yorumlayan dipnot defterine dönüşen günlüğünü ekleyin.

ya da en iyisi, epigrafını bir okuyun: bazı insanların ünü ve değeri iyi yazmalarındandır, diğerlerininki hiç yazmamalarından.

Hiç yorum yok: