30 Temmuz 2014 Çarşamba

şehir, park, sulu boya resim

denizi doldurarak elde edilen alanları hiç sevmedim.*

hem orada yaşayan canlıların yaşam alanı bozulup ortadan kalktığı hem de denizin kendisinden alınanı önünde sonunda geriye alacağı öngörüsünden hareketle bunun abesle iştigal olduğuna inandığım için.

bu şehrin de denizden kazanılan alanın düzenlenmesiyle elde edilmiş bir parkı var. bir çok defa dediğimi tekrar edecek olursam; "bu park bu şehre fazla". o kadar güzel yani...

yine de, "gökyüzünden bakıldığında bir ucunda fener diğer ucunda balıkçı sığınağı duran hilali bozduğu için kızgınım," diye diye fırsat bulduğum zaman gitmekten geri durmuyorum.

bugün yine oradaydım. parkın denizle kucaklaştığı yere en yakın park kanepesinde bir süre oturdum. hayal kurdum, kendi kendime konuştum, ufkun üzerinde koşan bulutları seyrettim, gözlerim ufuk çizgisinde telefonla konuştum, bir kaç bulut fotoğrafı çektim.

üzerimde uçan martılara ve biraz ilerde denizin üzerinde sallanan deniz kuşlarına, "bugün de bize ayrılan sürenin sonuna geldik," dedikten sonra kendimi dönüş yoluna vurdum. her zamanki gibi yasağa aldırmaksızın çimenleri çiğneyerek...

bu tercihin yolumu kısalttığı yok aslında. uzattığı bile söylenebilir. sadece tropikal ülkelerin birinden ithal edilip parka dikilen ve neredeyse bir koru oluşturacak kadar çok, beyaz gövdeli ve koyu yeşil yapraklı ağaçların altından, hiç olmazsa yakınından geçebilmek için yapıyorum bunu. çünkü o koyu yeşil yaprakların denizden gelen rüzgarla dansederken çıkarttıkları sese bayılıyorum.

ağaçların altında, gölgede kalmakla daha da koyulaşan yeşil çimenlerin üzerine bağdaş kurarak oturmuş biri vardı. bir yandan önündeki işle meşgul oluyor bir yandan da uzun saçlarından önüne düşenleri zaman zaman yukarı atıyordu.

merakla, biraz yavaşlayıp dikkatli bakınca önündeki dikdörtgen kağıdı fark ettim. bir de sağ eliyle tuttuğu, kahverengi su bardağı, yeşil tableti bitmeye yüz tutmuş sulu boya kutusu ve kağıt arasında dolaşan fırçayı. merakımı yenemeyip ne boyadığına baktım.

tıpkı kitap okuyan birini gördüğünde, "acaba aynı kitabı okuyor olabilir miyiz," diye heyecanlanan okurlar gibiydim.

hemen solundaki kahverengi su bardağıyla beraber gölgede kalmakla daha da koyulaşan çimenlerin üzerinde duran, yeşil tableti bitmeye yüz tutmuş bir sulu boya kutusunu resmediyordu. başka hangi renklerin bitmeye yüz tuttuğunu ise boya kutusuna uzanan bir el ve o elin tuttuğu fırça yüzünden görmek mümkün değildi.



*: fırsatını bulmuşken söyleyeyim. bu konu ne zaman açılsa aklıma ilk gelen karadeniz sahil faciası -yolu demeye dilim varmıyor- oluyor. bu yol insanlık ayıbıdır, bu ülkenin yüz karasıdır ve buna sebep olanlar vatana ihanetle yargılanmalıdır.

1 yorum:

cecil dedi ki...

Önünde sonunda geri alacağını bende düşünürüm, hatta karşılıklı uzun uzun bakıştığımızda beni çağırdığını duyarım..
Maviye karşı hayal kurması başka güzel..
demem o ki ; görebildim ordaki maviyi, çizginin ufkunu, ağaçların sesini, martıları..
Teşekkür ederim.. gerçekten