11 Aralık 2010 Cumartesi

bir masada iki kişi: dokunuş

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- için rahat olabilir, sana dair ne varsa unuttum.

- şaşırmadım. çünkü her şey gibi unutmak da zaman meselesi.

- ama bir şey var ki, hep aklımda.

- bir tane şey... yine de çok şey kalmış... merak ettim, benden geriye kalan o 'bir' şeyi.

- dokunuşun...

- desene, tırnak izlerimiz sadece tende mi kalır sanıyorsun, demeleri boşuna değil.

- bunu yapma... o ayrı bir hikayedir ve konumuzla ilgisi yoktur.

- öyleyse hangi dokunuş benden geriye kalan?

- aslında üç taneydi: sen kapıdan ilk ben geçeyim diye geriye çekilirken sanki bana yolu göstermek istercesine belimin üzerine koyduğun avucunun orada saatlerce kalan sıcaklığını unuttum önce. sonra yoğun trafikte karşıdan karşıya geçerken, ben korkuyorum diye, ama bana belli etmemeye çalışarak, araçlar ne taraftan geliyorsa o tarafıma geçerken bir omuzumdan bir omuzuma geçen dokunuşlarını.
ama sinemada ya da konserde, söz gelimi sağ yanında oturmuşken ve kucağına bıraktığım sol elimi sol elinle tutarken, diğer elinin sağ omzumda oluşunu, sadece parmak uçlarının omzumdan aşağıya yaptığı gezmeleri unutamadım.
o dokunuşların beni düştüğüm dipsiz kuyulardan geriye çağıran fısıltısını.

*

o söyleyemedi ama ben söyledim: genciz... onu da unuturuz.

2 yorum:

kahvetelvesi dedi ki...

bu kdar acımasız olmamalı insan....

verbumnonfacta dedi ki...

bence acımasız olmalı insan. zalim sıfatını hak edecek kadar.